Gündem

Bekir Ağırdır: AKP bölünse de seçmen nezdinde hiçbir karşılığı olmaz

"Meclis'teki dört partinin dışında bir beşinci partinin varlığı uzun bir süre mümkün olmayacak”

08 Ağustos 2014 23:50

KONDA Genel Müdürü ve T24 yazarı Bekir Ağırdır, “30 Mart’ta siyaset konsolide oldu. Meclis'teki dört partinin dışında bir beşinci partinin varlığı uzun bir süre mümkün olmayacak” dedi. Ağırdır, “Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında bu tablonun değişip değişmeyeceği yönündeki bir soruyu ise “Bu ‘AK Parti  bölünür mü?’ sorusuna da cevaptır aslında. ‘Abdullah Gül parti kurar mı?’ sorusunun da cevabı aynı; bölünebilir, yeni bir parti de kurulabilir ama bütün bunların seçmen nezdinde hiçbir karşılığı olmaz” şeklinde  yanıtladı.

KONDA Genel Müdürü ve T24 yazarı Bekir Ağırdır, Al Jazeera Türk’ten Murat Utku’ya konuştu.

Murat Utku’nun Bekir Ağırdır ile yaptığı söyleşi şöyle:

Geçen son 12 yıla bakıldığında seçmenin sandığa gittiğinde oy verme davranışı değişti mi? Seçmen siyaseten oy verirken nelere dikkat ediyor? Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bu alışkanlıkların devam ettiğini söyleyebilir misiniz?

Bizim seçmen davranışlarını açıklamak için geliştirdiğimiz bir iki model var. Birinci model şu, seçmenin aşağı yukarı üçte biri oy vereceği partiyle bir ideolojik, fikri beraberlik arıyor. Herkes satır satır o partinin programını bilmiyor olabilir ama mesela birisi kendisini milliyetçi veya sosyal demokratım diye tanımlıyorsa ve ideolojik bir yerden bakıyorsa ona göre bir parti arıyor. Sonra seçmenin aşağı yukarı dörtte birlik bir bölümü bizim liderci seçmen dediğimiz bir seçmen türü. Partiyle değil lider üzerinden ilişki kuruyor. Aşağı yukarı beşte birlik bölümü partiyle bir duygusal ilişki içinde, biz buna taraftar seçmen diyoruz. Son yüzde 10 -12’lik bir dilim var, bunlara partisiz seçmen diyoruz. Siyasetle ilgili ve bilgili olduğunu varsayan, ‘Partilerin hiçbiri beni temsil etmiyor’ diyen. Fakat sandığa gidiyor ve şu veya bu gerekçesiyle kendisine yakın bulduğu bir partiye oy veriyor. Bir de en son olarak yüzde 10 civarında bir başka dilim var, ‘Son dakikacı seçmen’ diyoruz bunlara. Gazetelerin spor sayfalarından başka hiçbir yerine bakmayan, belediye başkanının kim olduğuyla, adıyla bile ilgilenmeyen, aslında bütün bu kampanyalar da onlar için yapılıyor. Son 10 yılda bunlarda bir değişim oluyor mu? Tayyip Erdoğan gibi bir model ve kişilikten dolayı partiler açısından bu model değişiyor.

CHP'li seçmenin tavrı da benzer biçimde mi gelişti?

Mesela CHP seçmeninin büyük bölümü ideolojik seçmen. CHP’li seçmen içinde liderci seçmen çok düşük. Sadece Kemal Bey’e bakarak oy kullananlar çok az. Ama üçte ikisi ben soldayım, sosyal demokratım diyerek oy veriyor bu kitlenin. Türkiye ortalamasına bakınca seçmenin üçte biri ‘ideolojik seçmen’ diye tabir ettiğimiz kitle ama bu oran CHP seçmeni için üçte ikiye çıkıyor. BDP’de hem ideolojik olanlar hem de ‘Taraftar seçmen’ bütününü kapsıyor. Selahattin Demirtaş ya da bir başkasının aday olup olmaması BDP seçmenini etkilemiyor. Onlar ya Kürt oldukları için ya da o taraftarlık duygusuyla oy veriyorlar. AK Parti seçmeninin yarıya yakını ‘liderci seçmen’. Asıl değişim orada oluyor,  2005-2007 döneminde bu modeli ilk oluşturduğumuzda orada da liderci seçmen daha azken, son yıllarda Tayyip Erdoğan’ın öne çıkmasıyla beraber liderci seçmen oranı yarıyı geçti.

İkinci bir modelimiz var. Burada da partiler gözüyle 53 milyon seçmene baktığımızda, birinci halkada her partinin bir çekirdek seçmeni var. Partisine fikren inanıyor, duygusal olarak inanıyor, ‘Ülkenin sorunlarını kim çözer?’ dendiğinde kendi partisini işaret ediyor. Sonra ikinci halkada sempatizan seçmen var. O partiye tam gönülden bağlı olmayabilir. Ya da partisine bağlı olup liderine bağlı olmayabilir. Ya da ‘sorunları kim çözer?’ sorusuna ‘benim partim’ diye cevap veremiyor. Ama yine de o partiye oy veriyor.

Gri alan dediğiniz yerdekiler kim?

Onlar hiçbir partinin çekim alanına girmiyorlar. Sonraki halka öbür partilerin sempatizanları, ardından öbür partilerin çekirdekleri bir de son olarak ne olursa olsun o partiye oy vermeyenler. Mesela bu ülkede seçmenin yüzde 17’si ‘Hiçbir şart altında AK Parti’ye oy vermem’ diyor. Aynı şekilde yüzde 17-18 seçmen CHP’ye oy vermeyeceğini söylüyor. BDP için bu rakam yüzde 20 civarında.

Bu model üzerinden baktığımızda ‘Çekirdek seçmen oranı en yüksek olan parti AK Parti. Çekirdek seçmen AK Parti’de yüzde 35-38 aralığındaydı, son zamanlarda giderek 40’lara geldi. Bu şu anlama geliyor: Seçime katılım yüzde 80 olduğunda – ki her partinin çekirdek seçmeni sandığa gidiyor genel olarak- Ak Parti o yüzde 40’ı alarak başlıyor.

Partinin taraftarına verebildiği güven, aidiyet duygusu, onlarla geliştirdiği ilişki, onların ihtiyaç ve taleplerine ürettiği cevap, bir uzun sürecin sonunda olan bir durum bu. Örneğin CHP’de bu yarı yarıya. Anketlere AK Partiye oy vereceğim diyenler yüzde 45 civarınaysa örneğin, bunun neredeyse yüzde 38’i çekirdek seçmen. Halbuki CHP’de bu yarı yarıya. ‘Ülkenin sorunlarını CHP çözer mi?’ sorusuna CHP’ye oy verecek olanları bile yarısı ‘Evet’ diyor. ‘Kemal Kılıçdaroğlu mu başbakan olsun?’ diye sorunca CHP’ye oy verenlerin de yüzde 50’si olumlu yanıt veriyor. Bu her partinin kendi tabanıyla, seçmeniyle kurduğu ilişkiden üreyen bir tarz. Onun umudunu diri tutan bir şeyler, bir aidiyet duygusu verebiliyorsanız büyüyor partiler. Buradan bakınca AK Parti çekirdek seçmen kitlesi en büyük parti ve bu oranı manipüle edebiliyor. Mesela 17 Aralık olduğunda AK Parti’nin oyları en fazla çekirdek seçmen oranına kadar geriliyor. 17 Aralık’tan önce yüzde 45 alıyorsa, bir 5 puanını kaybediyor ama çekirdek seçmene kadar geriliyor. Çekirdek kitle beton gibi duruyor, sempatizanlar değişiyor.

Peki mesela 17 Aralık gibi bir olayın ardından iktidar partisinin oylarını yükselten sempatizan kitle nereye gidiyor?

Gri alandaki seçmenler o söylemden etkileniyor. Bu gri alan seçim döneminde “0” oranına tekabül eder. Çünkü herkes gidip birilerine oy veriyor. Normal zamanda bu gri alanın yüzde 20-25’lere kadar çıktığı oluyor. Siyasetten umudunu kesen, ‘sorunları siyaset çözemeyecek’ diye düşünenler seçim dönemi dışında çoğalıyor ama seçimlere doğru herkes bir partiye doğru yöneliyor.

Ekonomik veriler çekirdek seçmen dışında kalanların oy verme algısını değiştiriyor mu?

Üçüncü modelimiz bununla ilgili. Seçmen bir partiyle ilişki kurarken ya da oyunu kullanırken neye göre karar veriyor? Futbol deyimiyle anlatalım, seçmen 3-5-2 oynuyor. Kalede olmazsa olmaz şey ‘Hanenin geçimi’. Eğer adam işsiz ise, geçinemiyorsa, perişan durumdaysa iktidar partisinin ne anlattığının hiçbir önemi yok. Çünkü geçim sıkıntısının sebebi iktidar partisidir. Savunma dediğimiz üçlü yine hanenin, sadece o bireyin değil, hanede yaşayanların, eğitim ihtiyacı, öbürü sağlık hizmetlerine olan talebi, diğeriyse hanenin güvenlik ihtiyacı. Bu güvenliğe ister savaştan korunma deyin, ister asayiş, ister ekonomik krizden korunma-istikrar deyin. Savunmadaki bu 4 unsurda vaadiniz ya da hizmetiniz etkiliyse seçmeni ilk yakaladığınız yer burası, ulvi ideolojiler değil. Oyunu buradan, futbol tabiriyle savunma hattından kuruyorsunuz.

Orta sahada ne var? 

10 numaralı formayı ‘Hayat tarzı’ giyiyor. Geliriniz arttı diye tüketim alışkanlıklarınız birden bire değişmiyor. O hayat tarzını, anne-baba eğitiminden, göç edip etmediğinize kadar pek çok parametre belirliyor. Ama sonuç olarak bir hayat tarzınız var. Sonra kendi eğitim seviyeniz, bilginiz becerileriniz geliyor. Eğer bir ideolojik tercihiniz varsa, o da diğer oyuncu. Diğer tarafta kültürel, sınıfsal ve etnik kimliğiniz geliyor. Türk –Kürt, Sünni- Alevi, Sermayedar - Emekçi olup olmamanız gibi…

Diğer oyuncu da ‘Değerler’; iyi, güzel, doğru diye bildiğiniz şeyler. Bunlarla ilgili referansınız ne; din mi, evrensel insan hakları mı, bilinç seviyeniz mi, hukuk mu? Oyunu aslında bu savunma ve orta sahadaki bu 5’li ile kuruyorsunuz. Bu nedenle önce savunmada kendimizi güvende hissetmemiz lazım. Ancak bu varsa buradan ileriye doğru geliyorsunuz. Ve tabii gol atması gerekenler, ileri ikilide ‘Algı’ ve ‘Beklentiler’ var. Tayyip Erdoğan’ın en başarılı tarafı, orta sahaya dair hem bir vaadi var, hem de heybesinde 2002-2007 arasında başardıkları var. ‘Yaptım, gelirinizi de daha da artıracağım’ diyor. Sağlığa ve eğitime halka yükleniyor olmasının sebebi bu. Eğri yapıyor ya da doğru yapıyor, orası ayrı. Ama orada uğraşıyor.

30 Mart seçimlerinde, AKP'nin 17 Aralık’tan sonraki süreçte başarılı olmasının sebebi heybesindeki başarılar mı?

Bakın yine futbol terimleri ile anlatayım, 30 Mart’ta Erdoğan kontratak taktiği uyguladı. Dedi ki, ‘Eğer ben ikitidara devam edersem senin umudunu sürdüreceğim. Halbuki öbürleri gelirse yardımları kesecek, savunma hattın sarsılacak’. Tek başına bunlar da tek başına bir şey ifade etmiyor. 30 Mart’ta siyaset konsolide oldu. Meclisteki dört partinin dışında bir beşinci partinin varlığı uzun bir süre mümkün olmayacak.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında da tablo değişmeyecek mi diyorsunuz?

Bu ‘AK Parti  bölünür mü?’ sorusuna da cevaptır aslında. ‘Abdullah Gül parti kurar mı?’ sorusunun da cevabı aynı; bölünebilir, yeni bir parti de kurulabilir ama bütün bunların seçmen nezdinde hiçbir karşılığı olmaz.

Yani seçmen yine gidip bu dört partiye mi oy verecek?

Aynen öyle. Konsolidasyonu bu 4 parti sağladı. Yerel seçimde yüzde 5’e düşenler oldu diğer partilerden. Normal olarak, bu 4 partiden de şikayetçi olanlar çok büyük, kendi kasabalarında köylerinde diğer partilere oy verebilirlerdi bu yüzden. Ama ne oldu? Seçim sonuçlarını yine bu 4 parti belirledi yerel seçim sonuçlarını, toplam oyları yüzde 96. Şu andaki araştırmalarımızda diğer partilere giden yüzde 4’lük dilim 2’ye düştü.

Bu konsolidasyon 10 Ağustos seçiminin ardından Cumhurbaşkanları adayları üzerinden devam eder mi?

Edebilir ama henüz sonuç alıcı bir yere getirmiyor. Duyuyorum çevremdekilerden, mesela Demirtaş kampanyası süresince ‘Adam çok iyi konuşuyor. Çok iyi şeyler söylüyor’ dedirtti. Ama performansı bu seçimde oya dönüşmeyecek. Ama devam ederse bu şansı var. Çünkü bugünkü durum sağlıklı bir durum değil. Öncelikle bu partiler kendilerini bir kimlik siyasetine hapsettiler. Biri daha az biri daha fazla, bunun önemi yok, her biri kendisini bir kimliğe kilitledi. Ve bu dört kimliğin de toplumda sosyolojik bir karşılığı var. Bu konsolidasyon ve kimlikler durup dururken, suni gelişmiş bir şey değil. Tanımlamalar tam doğru olmayabilir ama anlatım kolaylığı açısından şöyle tasnif edebiliriz: Türkçülük, Kürtçülük, İslamcılık, laikçilik. Bu dört parti de kendisini dört kimliğe kilitledi, bu dört kimliğin ihtiyaçları üzerinden, diğerlerini kaale almadan siyaset yapıyor. Selahattin Demirtaş bunu kırmaya çalışıyor. Ama tek bir laf ile kırılacak bir durum değil bu, zira kimlik siyasetinin sosyolojik karşılığı olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Siyaset pastasında bir gettolaşma olduğunu ve herkesin kendi alanına sıkıştığını mı söylüyorsunuz?  

Tam olarak bu. Konsolidasyon kimliğe mahkumiyeti üretiyor, bu mahkumiyet de kimliğe mahkumiyeti yeniden yaratıyor. Dikkat edin, CHP’nin bazı ilçelerde oy oranı yüzde 80’lerde. Aynı şey bazı il ve ilçelerde AK Parti için de geçerli. Genel siyasi haritamızın gösterdiği bir üçüncü temel karakteri daha var: Bu kimlikler arasında da aynı zamanda bir kutuplaşma yaşıyoruz. Konsolidasyon ve kimlik siyaseti üzerindeki kutuplaşma Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin belirleyicisi.

Kutuplaşmadan tam olarak ne kastediyorsunuz?

Özellikle AK Parti yandaşları tarafından söylenen bir şey var: Kutuplaşma toplumda hep vardı, o kadar da öcü değil ki! ‘Beyaz Türkler dindarları hep dışladı’ diyorlar. Bütün bunlar hep doğru. Ama bugün yaşanan kutuplaşmanın farklı boyutları var. Endişeli modernlerin 2005- 2007 arasında ürettiği AK Parti karşıtlığı dili. 2007’de daha yüksek bir oy oranı alınca AK Parti, oyunu daha sert oynamaya başladı. Kutuplaşmayı diğerleri başlattı ama Tayyip Erdoğan bunu daha hünerli, marifetli biçimde kullanıyor. Geçen gün Ermeniler ile ilgili söylediği lafı, aslında başkaları için 2008’den beri söylüyor aslında. İçki içenler üzerinden yapıyor, tıksırana kadar içiyorlar diyor, özgürlük ahlaksızlık değil diyor, vapurdan inen kadınların kıyafetleri üzerinden yapıyor, kız-erkek öğrenci üzerinden yapıyor. Giderek Ak Parti yandaşı-karşıtı şeklinde oluşan kutuplaşma, Türkiye’de Türk- Kürt, Sünni-Alevi diye oluşan kültürel kimlikler arası kutuplaşmanın da üzerine oturan bir dile bağladı bunu AK Parti. Ete kemiğe büründürdü. Mitinglerde Kılıçdaroğlu’na Alevi, Demirtaş’a Zaza diyor, İhsanoğlu’na Monşer diyerek onu da Beyaz Türklerin arasına sıkıştırıyor. Biz dolayısıyla her seferinde sandığı hangi aday, vaade, programa oy verelim diye kurmuyoruz. Sandığı hangi kimliğin kaç oyu var, onu sayalım diye yapıyoruz.

Ermenilerle ilgili olarak Erdoğan’ın söylediklerinin toplumda nasıl bir karşılığı var peki?

Tabanını hala beton olarak tutuyor, karşısındakini öfkelendiriyor. Diğeri öfkelendikçe de buradaki kimliğin aidiyeti artıyor. AK Partililerin bugünkü duygu halinin 2004’teki ile aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir aidiyet verdi onlara ve giderek başka bir yöne dönüyor o iş. Ama dinamikler 2010 referandumundan sonra değişti. AK Parti yandaşlığı-karşıtlığı olarak beliren kutuplaşma giderek Tayyip Erdoğan yandaşlığı- karşıtlığına dönüştü. Bu şimdiye kadar bildiğimiz bütün siyasal, kültürel, toplumsal, ekonomik kutupların dışında yeni bir siyasi kimlik yarattı: Tayyip Erdoğan yandaşı ya da karşıtı… Dolayısıyla iki taraf da bunun üzerinden yeni bir kimlik inşa ediyor kendine. Erdoğan da görüyor ki sosyolojik, kültürel, ekonomik, siyasi gerekçeleriyle, kendi arkasındaki küme daha büyük. Onlara da mitinglerinin sonunda yaptığı gibi ‘Beraber yürüdük biz bu yolarda’ şarkısının sözlerini tekrar ettirip, onlara yeni bir kimlik inşa ediyor kendisine, aidiyet, gurur duygusu veriyor. Pazar akşamı cumhurbaşkanlığını kazanan sadece Tayyip Erdoğan olmayacak, tabanındaki her bir birey ‘kazandık’ duygusunu hissedecek. Ama öbür taraf da ‘Kaybettik’ diye düşünecek. ‘Yanlış aday göstermişiz, Ekmel Bey kaybetti’ demeyecek. Bu kimlik inşası da Cumhurbaşkanlığı seçimini de belirliyor.

Sizin daha önce söylediğiniz sağlıklı olmayan politik iklim bu mu?

Evet. Mesela herhangi bir problemi; diyelim eğitimi ya da İstanbul’un su problemini, o sorunun kendi dinamikleriyle, unsurlarıyla sağlıklı bir şekilde konuşamıyoruz demektir bu. Susuzluk dediğin anda yandaşlar ‘yok öyle bir şey’ diyor, berikiler ise zaten her şeye karşıtlık üzerinden bakıyor. Biz böylece susuzluk, iklim değişikliği, trafik gibi hayat kalitemizi ilgilendiren hiçbir şeyi konuşamıyoruz… İki taraf da aklını ve ruhunu bu yeni kutuplaşmaya teslim ediyor. Şu anda hiçbir şeyi uzlaşarak çözemiyoruz. O zaman da dikkat edin, Erdoğan da hiçbir konuda uzlaşma aramıyor zaten, dayatıyor. Buradan bakınca bu sağlıklı bir durum değil. Çünkü bizim bütün bu modellerin dışında reel problemlerimiz var. Türkiye’nin bu merkeziyetçi, partizan yapısının, şeffaf olmayan devlet ve yönetim nizamının değişmesi gerekiyor. Kürt meselesinin de çözülmesi lazım. Ortada böyle somut bir yara varken bu düzen artık böyle sürdürülemez. Bunun için Türkiye 2015’te yeni anayasayı yeni reformları konuşmak zorunda kalacak. Mesele denge denetleme mekanizmaları doğru kurulsun. Bu durumun bozulması lazım. Ama bu durum şu anda Tayyip Erdoğan’ın lehine çalıştığı için durumu bozma iradesi göstermiyor. Aksine kalıcılaştıracak bir dil kullanıyor. Hep kimlik meselesi öne çıktığı için de yolsuzluk iddiaları geri planda kalıyor.

Bu koşullar nasıl değişebilir peki?

Bunu bozmak muhalefetin elindedir. Muhalefetin bir cevap üretmesi lazım. Ama muhalefet de ‘Eski Türkiye aynen sürdürülemez, yenisinden yanayım, gel konuşalım’ diyemiyor. Ya eskiden yanaymış gibi bir dil üretiyorlar ya da muhalefet gerçekten eskiden yana. Mesele yeni olanı hep beraber uzlaşarak mı kuracağız, yoksa Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki gibi mi kuracağız? Uzlaşmanın yolu ise bu kimliğe ve kutuplaşmaya hapsolmuş siyaseti açmaktan geçiyor. Ama muhalefet de mesela 30 Mart’taki gibi ortak büyükşehir belediye başkanı adayı çıkarmaya çalışarak ya da şimdiki gibi çatı aday çıkararak bu kutuplaşmayı körüklüyor. Bunun örnekleri var, eğer Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden gidilecekse 2010 referandumuna bakalım, yüzde 58’e yüzde 42. Aynı şekilde İstanbul’da Sarıgül’ün, Ankara’da Mansur Yavaş’ın adaylığı hep bu karşıtlık üzerinden şekillendi. Muhalefet de oyunu bozmak istermiş gibi davranmıyor. Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarına bakıyorsunuz, Türkiye’nin sorunlarını konuşmuyor, hala Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla ilgili cümleler kuruyor. O zaman seçim rakamlarının 10 Ağustos akşamı değişmesi için bir sebep yok.

Eğer Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse AKP’de nasıl bir yönetim biçimi ortaya çıkar? Mesela size göre yeni başbakanın özellikleri ne olmalı?

Yeni başbakan için bence 3 kriter var. Birincisi ‘Uslu bir başbakan’ olacak. İkincisi partinin yüzde 45 seviyesindeki oy oranını koruması gerekecek. Buradaki soru şu: Bunu ‘Uslu bir başbakan sağlayabilir mi? Üçüncüsü de yeni hükümet bence Suriye’de Ortadoğu’da geri adım atacak. Yani başbakan bu kriterlere uygun bir isim olacak.