Uzun, upuzun, sıcak bir yaz geçti. Biraz hasretlerin yazı oldu. Örneğin her yıl yaptığım gibi bir manolyayı koparıp, masmavi bir çanak içinde odamda bir gece bekletip, sabahleyin onun limonsu, ekşi, uçuk kokusuyla uyanmadım.
Sonra kıyıdan küçük bir motor kiralayıp Boğaz boyunca su üstünde gidip, dilediğim yerde durup denizin mavisini avuçlamayalı çok uzun zaman oldu.
Onların yerine ölümün kıyısında bekleyen, zamanında çok güçlü olmuş, son savaşımında da son kerteye kadar direnen bir insanın yavaş yavaş bu dünyadan uzaklaşmasını her gün, yanına vardığımda, içimde ansızın büyümeye başlayan derin bir sessizlikle, hayatın ve yazgının ne olduğunu düşünerek izledim.
Sonunda bir serüven tamamlandı, ben kendi dünyama çekildim ve lacivert bir akşam üstü, yaz başında bir çiçeğini koparmak istediğim manolyanın tohumlarını taşıyan nefis kozalaklarını büyüttüğünü gördüm. Elimi sürmedim, şimdi onların kızarmasını bekliyorum. O zaman büyük bir vantuz gibi üzerime kapanmış bu yazdan intikam alırcasına onu koparıp, çalışma masamın üstüne koyacağım.
Kısacası yazdan sonbahara geçtik ve ben de galiba hayatımın yazını tamamlayıp sonbaharına başladım.
Geriye dönüp baktığım zaman bitmiş bir baba-oğul macerasının muhteşem resimleri geliyor gözümün önüne. Evet, herkesin babası bir kez ölüyor ve her babası ölen 'kör' oluyor, C. Süreya'nın dediği gibi. Ama o körlük insanın çevresine kapanması ve içinde sakladığı binbir resmi daha berrak bir ışıkta görmesi için!
Mesela buzlarla kaplı bir şehirde, büyük bir nehrin üstünde yanınızda çok görkemli, çok vakur, daima sessiz fakat kararlılığı ve güçlülüğü yüzünün derin çizgilerine ve keskin hatlarına yansımış bir adamla yürüyorsunuz. Üstünüze çok iri taneli fakat yumuşak bir kar biteviye yağıyor. Ya da bir masanın başında edebiyat, felsefe ve siyasetle yoğrulmuş bir tartışmanın kalın buğusu içindesiniz.
Onunla beraber olduğunuzda hayat her zaman ağır bir matematik problemi gibi karmaşık. Fakat zevkli olanı o: onun o çetrefil problemi hızla çözmesi, hayatın karar, direnç ve onurla yoğrulduğunu göstermesi.
İnsan çoğu kez tersine inanır ve hayatı yaşadığını zanneder. Oysa gerçek bunun tersidir. Hayat insanı yaşar. Herkes onun hükmüne uyar ve onun biçimlendirdiği bir dünyada yaşayıp gider. O nedenle milyarlarca insan iz bırakmadan gelmiş ve bu dünyadan geçip gitmiştir.
Fakat bazen birileri çıkar ve işte onlar hayatı yaşamaya başlar. Zaman sanki onlarla birlikte durur. Onlar, mitolojik birer varlık gibi kendilerine başlangıçta hiçbir imkan sunmayan hayatı boynuzlarından tutar ve yere çalarlar. Bu güçleri, bilgelikleri nereden gelir bilinmez. Onlar bütün bir dünyanın ve insanlığın özü gibidirler. Öylece kalırlar.
Bilgelik insanın kendisini bilmesidir. Onun için bilgeler daima yalnızdır. Daima uzak bir suskunluğun içindedirler. İçlerinde onları dünyaya ve insanlara hep belli bir mesafede tutan kırgınlıklarını sadece anlayanlar anlar. Ve bir babanın oğulu bir oğulun babayı tanıması olanaksızdır.
İnsanın babası Tanrısal bir varlıktır. Babalık daima ebediyet düşüncesiyle bütünleşir. Tanrı olmasaydı suç olmaz mıydı Dostoyevski'nin dediği gibi, bilmiyorum. Ama ebedilik düşüncesi olmasaydı Tanrı'nın olmayacağını biliyorum. O nedenle bir babanın varlığına tahammül etmek zordur. Ancak güçlerini varlıklarından alanlar kendilerini babalık hükümranlığına sıkıştırmazlar. Babalık bir eylem olmaz öylece, oğulların onurla benimsediği bir sıfata dönüşür.
Aslında bize ait olmayan, bizde olmayan sonsuzluk duygusu yaratılan bu hafızayla kaimdir ancak. Ölümün aciz kaldığı tek yer budur ve bunu yaratabilenler hayattan çekip gidenler değil, onu ceplerine koyup götürenlerdir. Bazı babalar öyle ölür!
Ürpertici olan: bugün hem benim hem de babamın doğum günü!
İkimiz de yepyeni yaşamlarımızın eşiğinde duruyoruz. Ben sonbaharın, o yepyeni bir yaşamın! Ben minnet duygusuyla yüklüyüm. Umarım o da erinç içindedir.