Medya Derneği’nin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı toplantıda, Yeni Akit ’in ırkçı ve hedef gösteren yayınları ile son dönemde hükümete yönelik eleştirileri nedeniyle işini kaybeden gazetecilerin gündeme getirilmemesinin yankıları sürüyor. Sabah gazetesinin ombudsmanı olarak görev yapan, aynı zamanda Dünya Medya Ombudsmanları Birliği (ONO) eski başkanı ve Kaygılı Gazeteciler Komitesi (CCJ) üyesi olan gazeteci Yavuz Baydar, basında nefret söyleminin kurbanlarından biri olan ve bu yüzden cezaevine giren Erdoğan’ın ırkçı ve ayrımcı yayınlara karşı kayıtsız kalmaması gerektiğini söyledi.
Baydar, Taraf'tan Ertan Altan'ın sorularını yanıtladı. İşte o söyleşi:
Başbakan Erdoğan’ın Medya Derneği’ne ziyareti gazeteciler arasında tartışma yarattı. Medya Derneği yöneticilerinin basına yönelik baskılar konusunda Erdoğan’a hiçbir eleştiri ve soru yöneltmemesi eleştirildi. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz nedir?
Sıkıntı ve rahatsızlıklar hiç gündeme getirilmemiş değil. Ama yeterli vurguyla, açıklıkla yapılmadığı anlaşılıyor. Adeta bir rutin gibi ele alınmış basın özgürlükleri konusu. Oysa özellikle son dönemdeki 28 Şubatvari hedef göstermeler, ihbar amaçlı “haber”ler, öte yandan hoşa gitmeyen köşe yazarlarının açıkça, tehditkar dille, “atın bunları” gibi bir edayla medya patronlarına şikayet edilmesi, hiç şakaya gelir tarafı olmayan gelişmeler. İklim bozukluğu âşikâr. Ayrıca, uzun süredir nefret söyleminin öncülüğünü yapan gazetenin temsilcisinin de katıldığı bir toplantıdan söz ediyoruz. Bu rezalete son verilmesi amacıyla konunun enine boyuna konuşulması için bundan daha iyi fırsat olabilir mi? Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik’in, önde gelen bazı meslektaşlarımızın alçakça PKK ile bağlantılandırılması teşebbüsünden rahatsız olduklarından adım gibi eminim.
Ayrıca her ikisinin de fikirlerin korkusuzca medyamızda paylaşılması ve açık topluma uygun takas edilmesinden yana olduğunu ve hiçbir kompleks duymadıklarını da biliyorum. Bu somut konularda Sayın Erdoğan’ın neler diyeceğini de merak ediyorum. Dolayısıyla, Medya Derneği başkanının, medyanın hangi cenahında olunursa olunsun endişe yaratan bu konuları spesifik olarak sorması, en azından tarihe kayıt düşmek adına bunu yapması gerekirdi. Yapılmaması hatadır, eksikliktir, yanlış olmuştur. Şu maalesef hala anlaşılmadı: Siyasi iktidarlar kendi pozisyonlarını savunurlar. Cevap verir veya vermezler. Onlara kalmıştır. Bir şey diyemeyiz. Ama onlar siyasetçi ise, bizler de gazeteciyiz. Herkes işini yapmak ve iyi yapmak zorunda.
Başbakan Erdoğan’ın gazetecilere yönelik tutumu giderek sertleşiyor. Öyle ki artık medya patronlarına çağrı yaparak bazı gazetecilerin açık açık işten çıkarılmasını istiyor. Erdoğan bu noktaya nasıl geldi?
Bunu anlamakta büyük güçlük çekiyorum. Başbakan’ın siyasi kariyeri önüne ne gibi setler çekilmeye çalışıldığını, nasıl kesif bir nefret ve hiçleştirme kampanyasına maruz bırakıldığını, ne medya barikatları aştığını ta başından beri birinci derece tanıklıkla izlemiş, paylaşmış bir gazeteci olarak söylüyorum bunu. Her şeyi bir yana bırakın, böyle bir medya iteklemesiyle, bir şiirden alıntı yaptı diye, yani ifade özgürlüğünü kullandı diye mahkum ettirilmiş, feleğin çemberinden geçmiş bir şahsiyet var karşımızda. Aradan 10 yıl geçmiş ve her iki seçmenden birinin güvenine hala sahip. Yürüttüğü siyasetin artıları, eksilerin çok üzerinde. Militarist-elitist reflekslerle eskiden karşısına dikilen medya artık havlu atmış durumda. Hatta oradaki can düşmanlarının bir kısmı şimdi etrafında yeni bir dalkavuk çemberi kurmaya başlamış, saf değiştirmiş.
Bunları yan yana koyduğumuzda, niye bu kadar değiştiği sorusunu biz, eskiden beri doğrulardan hiç şaşmadığını çok iyi bildiği bazı gazeteciler soruyor ise, o da kendi kendisine sormalıdır bence. Başbakan dürüstlüğe ve dobralığa -çoğu kez kızsa da- önem verir.
Bu seslere artık kulak vermesi gerekir. Çevresinde medya isimleriyle ilgili cadı kazanı kaynatılıyor, entrika pişiriliyor mu bilemem. Ama ciddi şüphelerim var. Türkiye, Başbakan iyi bilir ki, tek sesliliği asla kaldırmaz. Burası ne Kuzey Kore, ne Azerbaycan ne de Çin’dir. Burada insanlar, farklı düşüncelerin kıymetini, farklı yaradılışın bir zenginlik kaynağı olduğunu biliyor. Ayrıca ortada onlarca gazetesi, yüzlerce TV kanalı, binden fazla radyosu, internetiyle koskocaman bir medya var. Bırakalım bu medya kendiliğinden doğruları bulsun, işini iyi yapar hale gelsin, yolsuzlukları uğursuzlukları yanlışları dikkate getirsin.
Başbakan her eleştirel görüşü muhalefet ile özdeşleştiriyor. Evet, etrafımızda ‘gazeteci dediğin muhalif olur’ diye saçmalayıp duran birçok cahil, ezberci, misyoner meslektaşımız var. Ama buna paye vermeyip, ‘gazeteci olgulara eleştirel gözle, kritik akılla bakar’ diyerek, doğruları ve yanlışları hakkaniyetle ele alan gerçek meslektaşlarımız da çok var.
Hükümetin yayın organı konumunda olan gazeteler bir yana diğer ulusal gazeteler de Erdoğan’ı eleştirmek konusunda son derece temkinli davranıyor. Türkiye’de medyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin özgürleşmesi için medyanın özgürleşmesi gerekir. Bunun içinde yapılması gerekli, yapılmayan işler var. TRT, demokratikleşmenin gerektirdiği kadar özerk değil. Bu, dürüst bir medyanın oluşumunu da frenlemekte. Medyamızın bağımsız ve özgür olabilmesi için, sektörün ‘sürüm’ünü güncellemek de şart. Medya dışı işlerdeki patronların kamu ihalelerine girmesi, medyada çapraz mülkiyet, sahiplikteki gayrı şeffaf hal, sendikal hakların zayıflığı, medya editorial denetimi ve hatta istihdamın siyasetpatronaj ilişkileri üzerinden yönetiliyor olması, ‘Yeni Türkiye’nin medyası’ vizyonunu bulandıran problemler. Medyanın üzerindeki siyaset-işveren baskısı kalkmadan bu vizyona ulaşmayı çok zor görüyorum.
Ali Bayramoğlu kendisini ve pek çok yazarı hedef gösteren Akit gazetesine hükümetin akreditasyon yaptırımı uygulaması gerektiğini söyledi. Hem Akit gazetesi hem de Erdoğan’ın basına yönelik tutumuyla ilgili basın örgütleri ve gazeteciler neler yapmalı?
Dilimizde tüy bitti. Türkiye’de medya üzerinden yayılan nefret söylemi en büyük sorunlarımızdan biridir. Andıçlar, fişlemeler, kara listeler, cinayetler, sosyal kutuplaşmalar hep buna bağlı. Başbakan, ülkenin nerelerden geçip bugünlere geldiğine bakarak, kendi şahsi tarihine de bakarak, nefret söylemine karşı kayıtsız kalmamalıdır. Bu bir suçtur, ve bu ülke gerçekliği hesaba katılarak, sıfır toleransla, kanun maddeleri değiştirilerek, savcılar tarafından üzerine gidilmelidir. Basın örgütlerine güvenim yok. Her biri kendi meşrebine göre bir seçilmiş grup meslektaşın davasını izliyor. Hiçbiri hak ve özgürlüklere bütün olarak bakan kalibreye, cesarete ve kapsayıcılığa sahip değil. Saf tuttular, kutuplaşmayı besleyip durdular. Biri Silivri diyor, başka bir şeyi umursamıyor; öteki KCK diyor, gerisine kör kalıyor. İnandırı-cılıkları çok sorunlu. Akreditasyon yasağı uygulaması çok yerinde bir öneri. Başbakanlık ve bakanlıklar nefret söylemi yayan, hedef gösteren medyayı yasağa tabi tutmalıdır. Gerisi de bize, bireysel olarak, doğrusuyla yanlışıyla yazmamıza anlatmamıza kalıyor.