T24 - Edirne, Kars, Mardin derken MİHA’nın genç muhabirleri objektiflerini bu kez de Ege’deki antik kentlere çevirdiler: Aphrosias, Laodikea, Hierapolis…Ege'de objektiflere takılanlar.../GaleriMarmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı (MİHA) muhabirleri olarak istedik ki Anadolu’da gidemediğimiz yer kalmasın: Edirne, Kars, Mardin, Çanakkale, Bursa… Adım adım bir dantel gibi işledik Anadolu’nun dört bir yanını. Şimdi sıra Ege’de!
MİHA atölyesinde olgunlaşan ve geleceğe umutla bakan muhabirler olarak İstanbul’u arkamızda bırakarak kendimizi yine Anadolu yollarında bulduk. Uçmayı yeni öğrenen kuşlar gibi büyük bir heyecanla çıktık yola. Hedefimiz, Batı uygarlığının tohumlarının atıldığı Ege’ye, insanına, geçmişine bugününe tanıklık etmek.
Yaşanılan mutluluk, duyulan heyecan üniversitelilerin parlayan gözlerinde. Soğuk havaya kimsenin aldırış ettiği yok. ‘’Kahvaltı yaptın mı?’’ sorusunun köşe kapmaca oynadığı bir anda dolmalar, kekler zulalardan çıkıyor.
Yolculuğa başladıktan kısa bir süre sonra, kar yağışı yerini yağmura bırakıyor. Sonrasında ise yalancı güneşe…
Sakarya’nın Pamukova ilçesindeki Mekece köyü yolu üzerinde bir kıraathanede kısa bir mola veriyoruz. Buharlaşmış camlardan içerisinin kalabalık olduğu anlaşılıyor. Ahşap kapıyı açıp içeriye girdiğimizde bütün gözler bir anda üzerimizde kilitleniyor.
Bir yanda batak ve okey oynayan köylüler, diğer yanda ise televizyonun karşısına kurulmuş haberleri seyreden sanayi işçileri… İnce bellide çaylar yudumlanıyor. Kahveci omuzunda el havlusu, elinde çay tepsisi masaların arasında dolaşıyor.
'Var mı çay isteyen?', 'Tavşankanı çek!'Nihayet yolluk olarak akşamdan özenle hazırlanmış zeytinyağlı dolmaları ve kekleri yeme vakti gelmişti. Masaya getirilen çıtır çıtır ekmek ise farklı olduğunu hissettiriyordu tadanlara. Hele de bütün yolculuk boyunca kendisinden söz ettirecek olan içmeye doyamadığımız tavşankanları…
‘’Akçaabat Köftecisi’ne 300 metre’’, “250 metre’’, “200 metre’’, “150 metre’’, “100 metre’’, “50 metre’’, “10 metre’’, ve işte o tabela: ‘’AHA DA BURAYADUR!’’ Akçaabat Köftecisi’nin yol boyunca koyduğu tabelalar yüzlerde hiç eksilmeyen tebessümleri bir anda kahkahalara dönüştürüveriyor.
Pamukkale Üniversitesi öğrenci yurdunda yerimiz çoktan hazırlanmış. Yol yorgunu gençler bırakıveriyorlar kendilerini yatakların üzerine. Yolculuk boyunca direksiyon sallamış şoför Nihat Önemci de onlardan aşağı kalmıyor, atıyor kendini ranzaya. Ancak Mihalıları uyku sarmıyor hemen. Bitmek tükenmek bilmeyen kıkırdamalar, fısıldaşmalar… Kayıhan Güven hocanın “Koğuş yat!’’ komutuyla bıçak gibi kesiliveriyor aniden her ses.
Odanın yüksek ısısı, şoför Nihat ağabey dışında herkesi rahatsız ediyor. Bir sağa bir sola dönüşler de fayda etmiyor uzunca bir süre. Neyse ki camlardan birini açmayı akıl ediyoruz da hocamız Kayıhan Güven’in sabah saat 08:00’de ‘’Koğuş kalk!’’ komutuna dek huzurlu bir uyku çekiyoruz.
Roma’nın ünlü heykeltıraşlık okulu Aphrodisiasİlk durağımız Aphrodisias antik kenti. Kentle ilgili tarihi
bilgiyi Aphrodisias Müze Müdürü Sanat Tarihçi Yusuf Yılmaz’dan alıyoruz:
“Kent adını eski Yunan mitolojisindeki bereket, bolluk, estetik, aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodithe’ten almış. Bir tanrıça adına kurulmuş olması nedeniyle çok önemli bir kent olan Afrodisias, sözcük anlamıyla ‘Aphrodithe’in yeri ve yöresi’ demek. Tabii ki daha önceleri de burada yerleşim vardı. Pekmeztepe ile Akropoltepe Höyükleri’nde yapılan arkeolojik kazılarda ele geçirilen buluntuların tarihi M.Ö. 4600 yıllarına kadar uzanıyor. Geç Neolitik, Erken Kalkolitik, Eski Tunç çağı, Demir Devri, Helen, Karia uygarlıklarını yaşayan kent, M.Ö. 3. yy'da Geç Hellenistik Dönem’de ve 2. yy’da Roma’nın güçlenmesiyle, kutsal yöre olarak önem kazanmış ve ‘Aphrodisias’ ismini almış. 1. ve 3. yy’lar arası buradaki heykeltıraşlık okulunun ünü her yere yayılmış. Öyle ki çok uzaklardan bile Aphrodisias’a ziyaretçiler gelmiş. Antik Salbakos (Babadağ) Dağı eteklerinden çıkartılan nitelikli mermerler hem kentin imarında hem de yontu sanatında kullanılmış.”
Aphrodisiaslı sanatçılar birçok yerden gelen heykel siparişlerini karşılayabilmeye özen göstermişler. Yontulardaki doğallık, anatomik detayların orijinalliği, giysilerin kumaş havası vermesi ve fizyonominin kişinin haleti ruhiyesini çok güzel yansıtması, Aphrodisias yontuculuk sanatının en önemli stil özelliklerinden.
Aphrodisias’ın büyüleyici havası kapıdan içeri girildiği andan itibaren etkisini hissettiriyor. Mimari yapılar, çok sayıda heykel ve kabartma bütün görkemiyle gözler önünde. Aphrodisias’ın büyüsüne kapılan Mihalılar da ufak gruplara bölünüp çevreyi gezmeye başlıyor. Kimi güney yolundaki Aphrodithe Tapınağı’na, kimi binlerce yıllık tarihin ağırlığını hissettiren tiyatroya, kimisi de olimpiyatların ve ihtişamlı gladyatör dövüşlerinin düzenlendiği stadyumun sütunlu yollarına bırakıyor kendini. Roma’nın ünlü heykeltıraşlık okulu olduğunu vurgulamak istercesine antik kentteki her yapı, her duvar, her sütun irili ufaklı pek çok heykelle süslenmiş.
1958 yılında bir haber gezisi sırasında yöreyi tesadüfen fark ediyor ünlü foto muhabirimiz Ara Güler, antik kenti fark edişini şu sözlerle anlatıyor: “Bir tesadüf oldu, önce taşları gördüm; otların arasından bir taş yüz bana bakıyordu, ona yaklaştım ve sonra içindeki gizemli tarihi hissettim.”
Sonrasında ise, Ara Güler’in girişimiyle, yörede New York ve Oxford üniversiteleri tarafından arkeolojik kazı çalışmaları başlatılmış. Aphrodisias dendiğinde, 1960 yılı başında çalışmalarına başlayan ve ömrünün 30 yılını antik kentin gün yüzüne kavuşturulması için harcamış olan arkeolog Prof. Dr. Kenan T. Erim’i anmadan olmaz. Bugün kış ayları nedeniyle ara verilen kazı çalışmalarının mayıs- eylül ayları arasında yeniden başlanacağını öğreniyoruz.
Geyre Vakfı ve Koç ailesinin desteklediği kazılardan çıkarılmış eserleri Müze’de de görmek mümkün; “kaya üzerinde oturan çıplak Aphrodithe’’, ’’Aphrodisias’ın kurucusu olduğuna inanılan Likya’lı kahraman Bellerophontes’’, “annesini öldürdükten sonra Delphi’deki Apollon tapınağına sığınan Orestes.’’
Yalnız biz değildik büyülenen. Bu eşsiz güzelliğe tanıklık eden Japon ve Alman turistlerin de büyülendiği kontrol edemedikleri mimikleri ve çıkardıkları seslerden belliydi: “vaaauuu!’’, ‘’aaaa!’’.
Jeolojik olarak bir fay hattı üzerinde bulunan Aphrodisias, tarihi boyunca depremlerle uğraşmak zorunda kalmış. Günümüzde bu depremlerin izlerini, restorasyon yapılan yapılarda görebiliyoruz. Sadece on dört sütunu ayakta kalabilmiş Aphrodithe Tapınağı da bunlardan biri.
Aphrodisias’ın stadyumu ise, Ege bölgesinde yüzyılların yıpratıcı etkisine meydan okurcasına ayakta kalmayı başarabilmiş nadir antik stadyumlardan. Kentin kuzeyinde bulunan yapı, 262 metre uzunluğu, 50 metre genişliğiyle 30 bin izleyici alabilecek oturma düzenine sahip. Elips plan, tüm seyircilerin atletizm ağırlıklı etkinlikleri rahatça izlemesine olanak tanıyor.
Tapınağın hemen doğusunda, kuzey-güney caddesi üzerinde yer alan Tetrapylon, M. Ö. 2. yüzyıla dek uzanıyor. Korinth nizamında yapılmış olan bu yapının adı, Hellence, “tetra” dört, “pylon” kapı, “dörtkapı” anlamına geliyor. Dört tarafındaki dörder sütun, adının ne için verilmiş olduğunu belirtir nitelikte.
Tetrapylon'un hemen doğusunda ise Aphrodisias’ın beyaz mermerlerinden yapılmış mütevazı bir mezar yer alıyor. Merak edip yaklaşınca, bu mezarda Aphrodisias kentinin gün yüzüne kavuşması ve tanınması için büyük emek vermiş Prof. Dr. Kenan T. Erim’in yattığını öğreniyoruz.
Kolonlarının onarımı ve yeniden inşaası 1990 yılında tamamlanan Tetrapylon'un restorasyonu, şimdiye dek Anadolu'da yapılmış en önemli restorasyon çalışması olarak biliniyor. Antik devirde kullanılmış olan özgün parçaların yüzde 80'i kazılarda bulunarak yerlerine konulmuş. Yapının onarımında Avusturyalı mimarlar, Türk arkeolog ve ustaları görev almışlar.
Aphrodisias kentinin dikkat çekici bir diğer yapısı da tiyatrosudur. Bugünkü tiyatro M.Ö. 300’de yapılmış. Denizden yüksekliği 525 m olan iki kademeli tiyatronun üzerinden kuzeye doğru baktığımızda Aphrodisias'ın tüm yapılarını görebilirsiniz. Hemen tiyatronun altında yer alan ve ortasında büyük bir havuzun yer aldığı geniş alan ise Tiberius Portikosu olarak anılıyor. Portikonun doğusunda yer alan anıtsal yapı da frizleri ile de dikkati çeken Agora Kapısı olarak anılıyor.
Suriye caddesinin açıldığı LaodikeiaGezimizin ikinci durağı, Denizli’ye yaklaşık 6 km uzaklıkta olan Laodikea antik kenti. Sabah aralıklarla yağan yağmura adından, sapsarı bir güneş kendini gösteriyor. Heyecanla doluştuğumuz minibüsten indiğimizde bizi kendisine çağıran yol: Suriye Caddesi. Caddenin etrafı gün ışığına kavuşturulmuş sütunlarla çevrili. Suriye Caddesi’nin taş döşeli yollarında ilerlerken, sütunların arkasındaki iş makinesi dikkatimizi çekiyor.
Laodikeia Kazı Bilimi Başkanı Prof. Dr Celal Şimşek, “Leodikeia, kış ayları olmasına rağmen kazıları aralıksız devam eden Türkiye’nin tek ören yeri,” diyor. Sonra da kentin tarihi hakkında bize bilgi veriyor Şimşek. “Antik kent, Seleukoslar (Suriye) kralı tarafından eşi kraliçe Laodikea adına M.Ö. 3. yüzyılın ortalarına kurulmuş. Ticaret yolları üzerinde bulunan Laodikeia, geniş tarım arazilerine sahip olması nedeniyle tarih boyunca sürekli bir cazibe merkezi olmuş. Burası bugün de bir cazibe merkezi. Ege Bölgesi’nde yer alan kutsal yedi kiliseden biri olan Laodikea’daki ‘Büyük Kilise’ hacı olmak isteyen Hıristiyan turistler tarafından yoğunlukla ziyaret ediliyor. Antik kent tekstiliyle de ünlüymüş. Bir zamanlar Roma ordusunun ihtiyacı olan giysileri hazırlayan Laodikea bugün bu işlevini Babadağ’a bırakmıştır. Kazı çalışmalarına verilen desteklerde özel sermayenin katkısı yüzde 0’a indi. Devlet, özel sermayeyi çalışmalara katkı sağlaması amacıyla teşvik edici protokoller uyguluyor.’’
Prof. Celal Şimşek, kazı çalışmalarının bu ören yerimizde en az 6 yüz yıl daha devam edeceğini söyleyince pek şaşırıyoruz. Çevreye şöyle bir göz atınca Şimşek’e hak vermemek elde değil. Laodikea’da gün yüzüne kavuşmayı bekleyen daha çok eser var.
Beyaz Cennet PamukkaleEge’ye yolculuğa çıkmışken, Pamukkale travertenleri’ni görmemek olmaz. Denizli’ye ışık saçan pamuktan travertenlerden gözlerimizi alamıyoruz. Üzerinde oluşturduğu su kütleleri ve göz kamaştırıcı beyazlığından yansıyan güneş ışınları, kendisine bakan gözleri rahatsız ediyor ilk anda. Yöreyi ziyaret eden yerli ve yabancı turistler pek şen. Sıcaklığı en az 35 derece olan suyun içinde çıplak ayakla yürüyor, neşeli kahkahalar atıyorlar. Bir de travertenlerin üzerinde yürürken kayıp düşenler var tabii. Ama kızmaca yok! Pamukkale travertenlerinin sıcak sularını çıplak ayakla hissetmek herkese nasip olmaz. Turistler ayrıcalıklı olduklarının farkındalar.
Travertenlerden kuzeye doğru çıkan toprak yolun sonunda Hierapolis Tiyatrosu bulunuyor. Pamukkale Travertenleri’ne gölge çökmüş, tiyatro ise kızıllığın altında adeta yanıyor. Gün batımını fotoğraflamak isteyenler tiyatroya çıkan yolda kalabalık oluşturuyorlar. Hierapolis’in arkasında bulunan tepeden yamaç paraşütleri iniyordu kanat çırpmadan.
Çin’e rakip Babadağlı ÇarşısıDenizli’de gezmeye devam ediyoruz. Horozu, tekstiliyle
ünlü Denizli, modern yapılarıyla da bizi şaşırtıyor. Buraya kadar gelmişken tekstilin kalbinin attığı Babadağlılar Çarşısı’na uğramadan olmaz.
‘’Beslemele çek gir çarşıya, selamı da unutma ha! Kiloyu eksik çekme ha! Metreyi kısa tutma ha! Halka hizmet eylemektir Hakka hizmet eylemek. İyi belle sen bu sözü. Sakın unutma ha!, Alış derken, veriş derken, ölçü tartı satış derken, paraya pula tapma ha! İnsanlığı unutma ha!’’
M. İlhan Canbaba’nın bu dizelerini okuduktan sonra giriyoruz Babadağlı Çarşısı’na. Ziyaretçilere bir otoparka benzeyen mimari yapısı ilginç geliyor. Vitrinler çeşit çeşit; rengarenk kumaşlar, allı pullu danteller, el işlemeleri, yöreye has Kadıköy Kumaşları, Buldan Bezleri... 1976-1979 yılları arasında inşa edilen Babadağlılar Çarşısı Laodikeia’nın antik çağdaki tekstil işlevini günümüzde devam ettiriyor.
“Denizli, Çin’e rakip!” Bu sözlerin sahibi Babadağlı Çarşısı esnafı Muammer Demir.
Kır saçlı, kısa boylu Muammer Demir, çevredeki vitrinlere göre daha sade bir vitrin seçmiş. Demir’in dükkanında Babadağ Çarşısı’na da giren Çin malları bulunmuyormuş. Bir yandan elindeki masa örtüsünü müşterisine gösteriyor, bir yandan da Çin ince işçiliğinin de rekabet oluşturarak bölgede üretimin çeşitlenmesine yol açtığını anlatıyor.
Bir ara çarşının daire şeklindeki boşluğundan bir ses yükseliyor.
'İki tane Zafer!'Ne acaba bu derken! Denizlilinin severek içtiği “zafer”in yerel bir gazoz olduğunu öğreniyoruz. Yöre halkı çok benimsemiş “zafer gazozu”nu. Alt kata iniyoruz içinde su olmayan havuzun etrafında küçük masalar ve sandalyeler dizilmiş, çaylar ve gazozlar yudumlanıyor muhabbet aralarında. Kimisi ailesiyle birlikte oturmuş, kimisi ise arkadaşlarıyla, zar atıyorlar. “Şeş beş!”
Yazı: Mahmut Engintepe (MİHA)Fotoğraflar: Behlül Çetinkaya, Eray Aksoy, İrem Ahmetoğlu, Kayıhan Güven, Mahmut Engintepe, Murat Ekinay, Semra Dursun