Yaşam

Batı Akdeniz sizi çağırıyor

Hürriyet Gazetesi yazarlarından ünlü gezgin Mehmet Yaşin, sohbaharın gelişiyle iyice ıssızlaşan Batı Akdeniz'de gerçekleştirdiği geziyi kaleme aldı.

27 Ekim 2008 02:00

Hürriyet Gazetesi yazarlarından ünlü gezgin Mehmet Yaşin, sohbaharın gelişiyle iyice ıssızlaşan Batı Akdeniz'de gerçekleştirdiği geziyi kaleme aldı.


Artık yazla vedalaşma vakti geldi. Onun için herkesin evine çekilmesini bekleyip tekrar yollara düştüm. Önce kuzeyden güneye inip Antalya ile selamlaştım. Sonra kıyıdan yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden yola bıraktım kendimi. Yemekleri hatırladım, cennet koylarda denizle vedalaştım, sessizliğin ve sonbahar güneşinin tadını çıkardım.


Sonbahar yolculuklarını çok severim. Bu mevsimde yollarda aceleci otomobillere pek rastlanmaz. Sizin de pek telaşınız olmaz aslında. "Aheste beste" bir hız tutturup, radyonuzdaki müziğe eşlik ederek hedefe doğru ilerlersiniz. Sahillerde de tenhalık kendini hissettirir. Gürültücü kalabalıklar gitmiş, kasabalılar kendi kendileriyle baş başa kalmıştır. Hepsinin yüzünde tatlı bir yorgunluk okunur. Kahve önü sohbetlerinde konu, geçen yazdır. Sezonun maddi manevi dökümü yapılır. Sonra sohbet sırası politikaya, ekonomiye, kışa gelecektir. Bir iki hafta öncesinin kalabalık sokaklarında şimdi çocuklar koşturmakta, kadınlar kapı önü oturmalarında gelin adaylarına damat, damat adaylarına gelin aramakta, kediler, köpekler sonbahar güneşiyle sarmaş dolaş tembelliğin keyfini çıkarmaktadır.

Ben tatil yörelerinin bu halini severim ve bu mevsimde oralara gidip yaşamın tadını çıkarmaya çalışırım. Yine öyle yaptım. Ramazanın ortasında yollara düştüm. İznik, Adapazarı, Geyve, Bilecik... Bu yol, virajlı ve dar bir yoldur. Önünüze bir kamyon düşerse uzun süre birinci viteste takılı kalırsınız. Ama yine de Antalya’ya giden en kestirme rotadır. Bu yolu aşmakta biraz zorlandım ama, yol genişletme çalışmalarının sonuna geldiğini görmek beni rahatlattı. Yani gelecek yıl bu yol artık işkence olmaktan çıkacak demekti.

Porselen diyarı Kütahya’yı bir solukta geçtim, Afyon’da kaymaklı ekmek kadayıfını, Bacaksız Aşçı’nın pişirdiği kuzu kebabını hatırlamamaya çalıştım. Burdur’da, şiş köftenin o muhteşem kokusuna burnumu tıkadım. Korkuteli’ne sapıp, Şişçi Ramazan’da doya doya kebap yememek için kendimi zor bela ikna ettim. Tüm bunları yapsaydım, Antalya’ya iki, üç günden önce inemezdim.

Sabah yolculuğu

Antalya’da, The Marmara Oteli’nin manzarası durmadan değişen döner otelindeki odama vardığımda, yorgunluğun omuzlarıma insafsızca bastırdığını hissettim. Vakit geçirmeden mayomu giyip, plaja indim ve Akdeniz’in lacivert sularıyla kucaklaştım. Deniz çarşaf gibi değildi. Dalgalar rüzgarla oynaşıyordu. Ben de bu oyuna katıldım. Tahterevalliye binmiş bir çocuk gibi bir yükseldim, bir alçaldım. Güneş, Bey Dağları’nı mora boyayıncaya kadar kıyıda kaldım. Bir yanda yorgunluk, bir yanda dağların muhteşem görüntüsü, öte yanda ucu bucağı görülmeyen Akdeniz’in çağrıştırdığı hayaller... Göz kapaklarımı kapanırken yakalayıp odama döndüm.

Ertesi sabah erkenden yola çıktım. Öylesine erkendi ki, Konyaaltı Plajı’nda bile bir Allah’ın kulu yoktu. Denizin kıyısından kıvrım kıvrım giden yoldan ilerleyip önce Kemer’i geçtim. Buradan ne zaman geçip gitsem, hep 30 yıl önceki anılarımı hatırlarım. Caminin çevresinde küçük bir köy ve onun biraz uzağında, İtalyanların işlettiği ve Türklerin giremediği Valtur tatil köyü aklıma gelir. Kemer o zamanlar böylesine küçücük bir köydü. Şimdi neredeyse bir kente dönüşmüştü.

Kemer’den sonra turist otobüsleri göründü. Sabah turları erken başlamıştı. Arada bir de cip konvoyları geçip gidiyordu. Çamyuva, Tekirova, Olympos sapaklarını geçip Kumluca’da bir ıhlamur gölgesinde sabah çayını içtim. Domates diyarı yeni uyanmış, yavaş yavaş güne karışıyordu. Finike’den sonra yol kıyısındaki davetkar lokanta tabelaları dikkatimi çekti: "Mavi yengeç bulunur", "Mangalda mavi yengeç". Tahrik olmaya başladım. Aklıma birden Dalyan’da yediğim mavi yengeçler düştü. Ağzım sulandı. Bu yüzden balık lokantalarının önünden geçip gitmekte zorlandım. Ama öğle yemeğini, Kaş’ta Mustafa Eriş’in Mercan Restoranı’nda yemeyi aklıma koymuştum bir kere.

Noel Baba'nın mucizeleri

Demre’den önce seralar göründü. Ova, camdan, naylondan oluşmuş pırıl pırıl bir denizi andırıyordu. Arabayı, Ermiş Nikolaos Kilisesi’nin (Noel Baba) biraz ötesinde park ettim. Turist otobüslerinin biri gelip diğeri gidiyordu. Kiliseyi ziyarete gidenlerin hemen hepsi Rus turistlerdi. Kilise, eski bir Bizans mabedinin üzerine on birinci yüzyılda yapılmış ve bugüne kadar bir çok restorasyon geçirmişti. Kilisenin duvarlarında ve kubbesinde çeşitli freskler yer alıyordu. İçerisi öylesine kalabalıktı ki, etrafa bakmakta güçlük çekiyordum.

Noel Baba’ya (Ermiş Nikolaos), yaşamı boyunca çeşitli mucizeler yakıştırılmıştı. Bunlardan en bilineni de, "Doğranmış Çocukların Hayata Döndürülmesi"ydi. Üç yoksul çocuk, zalim bir kasap tarafından öldürülüp, parçalara ayrılmıştı. Kasabın amacı bu etleri satmaktı. Olayı öğrenen Nikolaos, çocukları yeniden hayata döndürmüştü. Başka bir öyküye göre ise, Myra’da yaşayan adamın evine, evlenmemiş üç kızına çeyiz olsun diye onlar uyurken üç kese altın atmıştı. Onun bu yardımseverliği bütün dünyaya yayılmış, o günden beri çocuklar, Noel geceleri bacadan girip onlara hediyeler getirecek Noel Baba’nın yolunu gözler olmuşlardı.

Kimilerine göre, 1087 yılında kiliseye baskın yapan İtalyan gemiciler, Ermiş Nikolaos’un kemiklerini mezarından çıkartıp Bari’ye götürmüşlerdi. Bugün San Nicolo Kilisesi’nde sergilenen kemikler bunlardı. Kimilerine göre de, İtalyan gemiciler başka ölülerin kemiklerini götürmüşlerdi. Onun için Antalya Müzesi’nde sergilenenler orijinal kemiklerdi.

Oradan biraz ilerideki Myra’ya geçtim. Burası MÖ 5. yüzyılda bile önemli kentlerden biriydi. Antik yazıtlarda Myra için şunlar yazılmıştı: "Lykialıların mür kokulu kenti, Tanrı’nın hizmetkarı kudretli Nikolaos’un adına yaraşır biçimde etrafa mür saçtığı o kent tekrar tekrar kutsansın." Bu kenti 26 Nisan 1840 yılında keşfeden Charles Fellows günlüğüne şu notu düşmüştü: "Şu sahnenin güzelliği ve eşsizliği nedeniyle duyduğum heyecanın verdiği yorgunluk, bu antik kente ulaşmış olmamın beni ne kadar mutlu ettiğinin bir göstergesi."

Önce kayalara oyulmuş, bir bal peteğini andıran mezarlara baktım. Bunların birçoğu ince bir işçilik ürünüydü. Bu kaya mezarlarının görüntüsü, insanı kendinden geçiriyordu adeta. Rus turistler bu mezarların önünde poz yarıştırıyordu. Fotoğrafları ülkelerinde eşlerine dostlarına gösterirken neler anlatacaklardı kim bilir?.. Sonra antik tiyatroya geçip sıralardan birine oturdum. Yelpaze gibi açılarak yukarıya doğru tırmanan tam 35 basamak saydım. Çarptım, böldüm, topladım ama, bu sıralarda kaç kişinin oturduğunu hesap edemedim. Yakıcı güneş, bu tiyatroda yapılan kanlı gladyatör dövüşlerini ve diğer barbarca gösterileri düşlememe izin vermedi. Güneşle inatlaşmadım, dönüp arabama bindim.

Cennete benzeyen plaj

Kaş’ta bu mevsimde pek rastlanmayan bir kalabalıkla karşılaştım. Bunun sebebinin pazar olduğunu öğrendim. Karşıdaki Meis Adası’nda oturanlar da bu pazardan alışveriş ediyorlardı. Onun için Kaş sokaklarında Türkçe kadar Yunanca kelimeler de uçuşuyordu. Pazarı şöyle bir dolaşıp, eski dostların hatırını sorduktan sonra soluğu hemen Mercan Restoran’da aldım. Zaten açlıktan artık yürüyecek halim kalmamıştı.

Yoldan telefon ettiğim için Mustafa Eriş, lağos buğulamayı çoktan ateşin üstüne koymuştu. Eriş’e göre Mercan Restoran, Likyalılardan sonra yörede kurulan ilk lokantaydı. Babası balık pişirme sanatının piriydi. Şimdi bu sanatı kendisi ve çocukları icra ediyorlardı. Gerçekten de buğulama bir sanat eseri gibi olmuştu. Bir yandan çok yemek istemiyor, diğer yandan da yemeğin cazibesine dayanamıyordum. Onun için iki tabakla yetindim. Sonra Mustafa’ya veda edip yoluma devam ettim.

Niyetim Kapıtaş Plajı’na kadar gidip geri dönmekti. Bu plajın kuş bakışı görüntüsü aklımı başımdan alırdı hep. Altın sarısı kumun bittiği yerde turkuvaz renkli deniz başlar, beş on metre sonra da turkuvaz sular Akdeniz’in lacivert sularıyla kucaklaşırdı. Tatil denince gözümün önüne gelen ilk görüntü bu olurdu. Plaj, yukarıdan gerçek olmayan bir tabloya benzerdi. Oraya vardığımda aynı manzarayı eksiksiz buldum. Çıkarken zorlanacağımı bile bile merdivenleri inip, turkuvaz sularla sarmaş dolaş oldum. Denizin beni laciverde boyadığı hissine kapıldım. Akdeniz’le hasret giderdikten sonra gerisin geri Kekova’ya doğru dümen kırdım.

Kaleköy, Kumlubük, davetkar deniz, sırtıya atlayan palamutlar, mehtap, yemekler tekmili birden haftaya bu sayfada sizi bekleyecek.

İsli dondurma

Demre’de Nikolaos Kilisi’nden çıkıp arabaya doğru yürürken birden "Nur Pastanesi"ni gördüm. Bu, Korkuteli merkezli bir pastaneydi ve tüm Akdeniz’de şubeleri vardı. Bu adın aklımda kalmasının nedeni de "İsli Dondurma"ydı. Sütün altı tutturularak yapılan dondurmayı, bir kere yemiş bir daha unutamamıştım. Aynı şekilde yapılan Denizli’nin "Yanık Yoğurdu" da damağımı şenlendirmişti. Küçük bir külah isli dondurma alıp özlemimi giderdim. Damağıma ve burnuma sıvazlanan, vanilyayla karışık duman kokusu, dondurmadaki isli ve yanık tatlar bana bir mucize gibi geldi. Bu Noel Baba’nın bana sunduğu bir mucizeydi sanki.