13 Eylül 2013 20:16
Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ
Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Departmanı
Dünyada ulus devletler ile örgütler arasında gerçekleşen barış süreçlerine baktığımızda bunların iki amaç güttüğünü söyleyebiliriz. Bu amaçlardan birincisi egemenliğin yeniden paylaşımı, diğeri ise toplumsal barışın inşasıdır.
Devletler ve devlet olmayanlar arasında çıkan çatışmaların büyük bir çoğunluğu ülke içerisinde bir grubun, egemenliği, ulusun kimliğini ve yönetim hakkını tekelleştirmesinden kaynaklanmıştır. Nitekim Başbakan Erdoğan, PKK’ye, kendisinin ve arkadaşlarının rejimle sürdürdüğü silahsız mücadeleyi örnek gösterirken, PKK’nin temsiline soyunduğu Kürtlerin, kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayan ve kamusal alanda bu şekilde var olmak isteyenlerin ve Türkiye’deki bir çok diğer kesimin tarih boyunca devlet yönetiminden ve ulus kimliğinden dışlandığını kabul etti. Hatta denebilir ki AKP’den CHP’ye Türkiye’deki bir çok siyasal ve toplumsal kesim bugün, Kürtlerin Türkiye’de sistematik olarak haksızlığa uğramış olduğuna, toplumsal ve siyasal manada dışlanmış olduğuna dair yaygın bir kanıya sahip. İşte barış sürecinde tartıştığımız aslında bu kanının hangi siyasetlere tercüme edileceği. Yani yeni düzende Türk egemenlik tekeli hangi yöntemlerle yeniden bölüşülecek, siyasi ve kültürel iktidar nasıl paylaşacak, Türkiye’nin siyasi kimliği ve vatandaşlık anlayışı nasıl değişecek?
Türkiye’de bu “nasıl” sorusunun cevabı “demokratikleşme” olarak verildi.
Belirtmek gerekir ki; dünyada benzer sorulara çok farklı cevaplar veriliyor. Örneğin bilindiği gibi İrlanda’da egemenliğin paylaşım yöntemi olarak İrlandalıların özyönetimi benimsendi, Kolombiya’da ise toprak reformu. Bugün itibarıyla Türkiye’de bu tür ulusal/otonomist ve sınıfsal talepler siyasi alanda daha az seslendiriliyor. Çözüm, anadilinde eğitim ve vatandaşlık tanımının değişmesi de dahil olarak, tüm kesimlerin kendilerini ifade etme ve yeniden üretme haklarının tanınması olarak tarifleniyor. Sınıfsal ya da demokratik özerkliğin de bir çeşidi olduğu öz yönetim, barış süreci sonrasında yürütülecek siyasi mücadelenin parçası olarak tanımlanıyor. Zaten bundan dolayıdır ki açıklanacak olan demokratik reform paketi bağlamında tartışmalar, anadilde eğitim ya da seçim barajı gibi bireysel ve siyasi hakların dışına çıkmıyor.
Toplumsal barışın inşasına gelince; toplumsal barış çatışma ve hak ihlalleri sebebiyle tahrip olmuş toplumsal ilişkilerin tamirini içeriyor. Yine bu konuda da dünyada farklı yaklaşımlar sergilenmiş. Düşmanlaşmış gruplar arasında toleransın geliştirilmesi için programlar, eğitim müfredatının değiştirilerek sadece bir etnik grubu değil o ülkede yaşayan tüm etnik grupları içerecek şekilde yenilenmesi, yakın tarihte yaşanan hak ihlallerinin ve buna karşı mücadelelerin resmi tarih anlatılarına katılması, yakın geçmişte yaşanmış gerçeklerin ortaya çıkması ve toplumda yayılması için komisyonlar kurulması, rehabilitasyon ya da tazmin ve telafi programları, toplumsal barışın inşası için oluşturulmuş yöntemlerden bazıları. Nitekim Türkiye’de süren savaş sırasında ve sonrasında, bir çok İnsan Hakları Örgütü ve STK ,hem devleti bu konularda adım atmaya zorluyor hem de aslında devletin yapması gereken bu tür işlerin bir kısmını gerçekleştirmek için çaba harcıyor. Yine bu son süreçten evvel, bu konu ile ilgili eksik de olsa devlet tarafından yapılmış yegane sistematik düzenlemenin köy boşaltmalarla ilgili olduğunu hatırlamak gerek. Bu düzenleme sayesinde Türkiye ilk kez devletin işlediği suçların (köy yakma, boşaltma, köylüleri kurşuna dizme, kaybetme) varlığını yasasına yazmış oldu.
Dünyadaki barış süreçlerinde, yani örgütler ve devletler “masaya” oturduğunda, yukarıda bahsi geçen iki amacı gerçekleştirmek için genellikle dört strateji benimsenmiştir. Bu yöntemler 1) Yasal ve anayasal düzenleme 2) Ateşkes, Çekilme ve Silahsızlanma 3) Hakikatlerin ortaya çıkarılması, faillerin yargılanması ve çatışmaların yol açtığı zararların tazmin ve telafisi ile 4)Devletin askeri güçlerinin daha önce işlediği suçları işlemelerini engelleyecek çapta geniş güvenlik reformlarıdır.
Bu stratejilerin ilk ikisi daha çok egemenliğin yeniden paylaşımı/demokratikleşme bağlamında ele alınabilecekken, son ikisi ise toplumsal barışın inşası açısından önemlidir. Bilindiği gibi Türkiye’de Ocak ayından itibaren esas olarak tartışılan ilk iki strateji olmuştur. Dünkü yazımda bunlardan yasal ve anayasal düzenleme konuları söz konusu olduğunda asıl anlaşmazlığın içerikten çok yöntem olduğunu belirtmiştim. AKP’nin demokratikleşme sürecini dahi bir egemenlik gösterisi haline getirdiğini anlatmıştım; bunun ise ancak barış süreci uluslararası kriterleri benimseyen yasal bir çerçeveye oturtulduğunda ve toplumsal tartışma kanalları açıldığında engellenebileceğinden bahsetmiştim. AKP’nin bugüne kadar açtığı toplumsal kanalların toplumu, hassasiyetli, duygusal, fevri, heyecanlı bir kırmızı çizgiler üreticisi haline indirgediğini söylemiştim. (Yrd. Doç. Bülent Küçük buna müşteri memnuniyeti yaklaşımı ismini veriyor.) KCK’nin esas itirazının barış sürecini güvensizleştiren, muğlaklaştıran bu yasasız ve toplumsuz yönteme olduğunu belirtmiştim. Nitekim bu yüzden paket açıklandığında içeriği ne olursa olsun toplumsal gerilim yaratacağı kesin. Bugünkü yazısında Cengiz Çandar’da benzer bir saptamada bulunmuş.
Çekilmeye gelince: Yasal düzenleme egemenliğin demokratikleşmesini sağlıyorsa; ateşkes, çekilme ve silahsızlanma ise devletin bölgesel olarak kaybetmiş olduğu egemenliğin yeniden tesisi anlamına geliyor. Ondan bu iki süreç birbirleri ile son derece ilintili. PKK’nin biri olmadan diğeri olmaz konusundaki ısrarının arkasında yatan da bu. Yani PKK eğer ki bölgede silahla kendine ve Kürtlere açmış olduğu alandan vaz geçecekse bunun yasal bir güvencesi ve sonucu olmalı.
Öte yandan Türkiye’de şu anda ateşkes, çekilme ve silahsızlanmaya bir çerçeve ve bir takvim oluşturacak; böylelikle de konuyu Suriye-Ortadoğu vs. bağlamından göreceli bağımsızlaştıracak hiç bir yasal düzenleme bulunmuyor. Oysa örneğin Kolombiya’da daha görüşmeler başlar başlamaz söz konusu edilenlerin başında bu konular ile ilgili düzenlemeler geliyordu. Elbette silahsızlanma başlı başına son derece zorlu ve uzun soluklu bir konu. Ancak şunu söyleyelim: çekilmenin olması demokratikleşmeye bağlıysa, silahsızlanma da silahlı militanların yasa ile düzenlenmiş toplumsal katılımı ile gerçekleşebilir. Ayrıca bu konu elbette Abdullah Öcalan’ın geleceği meselesini de içeriyor.
Akil İnsanların Raporlarından medyaya yansıdığı ölçüde anladığımız ise Türkiye’de Kürtler ve Türkleri en azından görünürde en keskin ayıran konunun bu olduğu. Yani hem Öcalan’ın durumu, hem de silahsızlanma ve sonrası, toplumsal barış ile yakından ilgili.
Türkiye’de barış sürecinin gidişatında, daha önceden tartıştığımız ve egemenliğin paylaşımının hangi içerikle olduğundansa hangi yöntemle olduğu konusundaki büyük sorunların yanı sıra bir sorun daha bulunmakta. O ise toplumsal barış ayağının tamamıyla boş bırakılması.
Türkiye’de sürecin daha baştan “barış” yerine “çözüm” olarak tanımlanması --ki bu Türkiye Devleti tarafından “terör sorunun” çözümü olarak anlaşılırken, Kürtler tarafından “Kürt sorunun” çözümü olarak anlaşılıyor—toplumsal barış meselesinin daha az gündeme gelmesine sebep oluyor elbette. Ancak çatışmanın bir egemenlik ve güvenlik sorunu dışında tartışılması için kanalların açılmaması, savaş sırasında yaşanan büyük felaketlerin hala bir kamusal sorun olarak değil birer özel sorun olarak görülmesi de, toplumsal barış sorunsalının lafta değil ama özde konu dışı kalmasına sebep oluyor. Kayıplar, katliamlar, faili meçhuller, dışlanmalar, tacizler, tecavüzler, ancak kişisel çabalarla, anlatılar, romanlar, projeler vasıtasıyla gündeme geliyor. Savaşın büyük hakikati ve felaketinin toplumları yarması halihazırda bir “empati” sorunu olarak görülüyor. Oysa ihtiyacımız olan ciddi bir hakikat ve telafi politikası. Aksi takdirde ne Öcalan, ne de bir çok başka mesele hakkında uzlaşma geliştirmek mümkün olmayacak. Ne de yeni anayasa konusunda.
Yukarıda da belirttiğim gibi dünyada toplumsal barışın sağlanması ile ilgili benimsenmiş stratejilerden biri hakikatlerin devletin kurduğu ve sivil toplumun katıldığı hakikat komisyonları ile ortaya çıkarılması ve bu minvalde yargılamanın yapılması. Bu bir yandan ortak bir tarihin oluşmasını sağlar, bir yandan savaştan zarar görmüşlerin deyimi yerindeyse gönüllerini soğuturken, bir yandan da devletin demokratikleşmesini, şeffaflaşmasını ve sorgulanabilir olmasını sağlıyor. Türkiye’de bugün itibarıyla ne devletin bölgede işlediği suçlar ne de sivil kurumların ve kişilerin bu suçlara iştiraki ile ilgili sistematik bir sorgulama yapılmış değil.
Bilindiği gibi AKP’nin bu konu ile ilgili tavrı 1990lar ile 2000leri ayırmaktan geçiyor. Buna göre Türkiye’de 1990’larda hak ihlalleri yaşandı yaşanmasına ancak AKP iktidarı ile birlikte durum değişti. AKP’ye göre zaten bir zamanlar mazlum ve mağdur olanları temsil eden AKP’nin iktidara gelmesinin kendisi geçmişle bir çeşit kopuşu kanıtlıyor, simgeliyor ve icra ediyor. Oysa hak ihlalleri; özellikle sivillerin askeri güçler tarafından öldürülmesi ya da gösterilerde polisler tarafından öldürülmesi AKP iktidarında da sürdü. Çocuklara yönelik devlet şiddeti ve tacizi arttı. Ancak bunlar olmasaydı dahi sorun bitmezdi. 1990larda suç işlemiş ya da mülki amirlikler tarafından suç işlenirken otorite pozisyonunda bulunmuş onlarca kişi bugün hükümetin içinde veya gözetiminde. Yani bu açıdan AKP bir kesintiyi değil devamlılığı icra ediyor.
AKP hakikatlerle yüzleşmeyi sistematik bir siyasetin parçası yapmamasını kültürel bir başka savla da destekliyor. Buna göre örneğin “hakikat komisyonları” ve benzerleri Türkiye kültürüne uygun değil; Türkiye kültürüne “helalleşme” uygun. Kültürcülükle ilgili yapılabilecek eleştiriler bir yana, helalleşmenin ya da kan davalarında “barışmanın” eşitler arasında olduğunu unutmamak gerekir. Dünyada hakikat komisyonlarının ortaya çıkması devlet ve halkın; ya da farklı halkların devlet nezdinde eşit olmamasından kaynaklıdır. Üstelik kimi modeller bağlamlarını aşarak evrenselleşir. Nasıl ki devlet terörü (faili meçhuller, koruculuk sistemi, Jitem gibi paramiliter örgütlenmeler, kayıplar, köy boşaltmalar) evrenselleşmiştir; hakikat komisyonları da buna karşı halkların evrenselleştirdiği bir modeldir.
Hakikatlerle ilgili ve bunların hangi mekanizmalarla toplumsallaşacağı ve bunun barışa katkısı ile ilgili söyleyecek çok şey var. Ancak kısaca başka bir konuya değinelim. Türkiye’de ne yazık ki toplumsal barış mekanizmaları şehitler ve gaziler için de çalıştırılmıyor. Ailelerin bugün kendilerine barışla ya da savaşla ilgili anlatabilecekleri tutarlı bir toplumsal ve siyasi hikaye yok. Tam tersine: onlarca savaşmış erkek bir yandan bölgede yaptıkları hak ihlallerini sır olarak saklamaya devam ediyor ve bu sayede devlete rağmen devlet egemenliğiyle özdeşleşiyor. Bir yandansa acıyla, sakatlıkla, travmalara, şimdi üstelik bir de anlamsızlıkla boğuşuyor. Hakikatler ve hakikatlerin toplumsallaşması, kamusallaşması ,yakın tarihe ortak bir anlam verilmesi onlar için de elzem. Oysa Türkiye’de benimsenen politika helalleşme kisvesi altında dahi olsa hakikatlerin hala ört bas edilmesi: Böylelikle zamanı geldiğinde Kürtlere, muhaliflere karşı kullanılacak acılarını, sırlarını özel yaşama hapsetmiş, kırgın bir sivil/militer ordu kenarda tutuluyor.
Dünyada toplumsal barışın diğer bir ayağı geniş güvenlik reformlarının gerçekleşmesinden güç alır. Türkiye’de, “çekilme” dendiğinde, bu sadece PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çıkması olarak anlaşılıyor. Ancak dünyada çekilme ve silahsızlanma sadece örgütlere yönelik değildir. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi egemenlik ihlali örgütler tarafından yapılsa da; hak ihlallerinin çoğu devletin askeri güçleri tarafından gerçekleşir. Bu sebeple barış süreçlerinde geniş güvenlik reformları yapılır. Bu güvenlik reformlarında amaç, 1) çatışma nedeniyle militarize edilmiş bölgelerde silahlı kuvvet sayısını normale çekmek 2) güvenlik güçleri ve sivil vatandaşlar arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemek, 3) paramiliter güçleri tasfiye etmek olarak sıralanabilir.
Halihazırda içinde onlarca askeri tesis bulunan ve onlarca sivil katliama tanıklık etmiş Lice’de, Yüksekova’da, Cizre’de, Bingöl’de yeni karakol yapmak, var olan karakolları büyütmek, askeri güç ve sevkiyatı her yerde arttırmak, yeni korucular almak bu anlamıyla barış sürecini ve daha önemlisi toplumsal barış imkanını esastan sabote etmek anlamına geliyor. Nitekim gazetelere azca yansısa da bölge halkı özellikle de kadınlar, sabah akşam ayakta, gergin, öfkeli, onlara en fazla ölüm ve taciz olarak geri dönmüş bu karakolların yapımını engellemeye çalışıyor.
KCK’nin çekilmeyi durdurmasında etken olan sebeplerden biri bu. KCK bunun kendine yönelik bir tehdit, bir çeşit savaş hazırlığı olduğu kanısında. Yine sürecin nesnel kriterlerle izlenmesini engelleyen çerçeve yokluğu, anlaşma yokluğu, sivil gözlemci yokluğu süreci muğlaklaştırıyor, karşılıklı niyetler, el yoklamalarla yürüyen bir güç oyununa döndürüyor.
Dünkü yazıda da belirttim. Barış sürecinin tüm bu zorluklara rağmen yürüyeceğine inananlardanım. Ancak sürecin kalıcı ve sürdürülebilir olması için dünyada onca birikmiş deneyimin göz ardı edilmesi anlaşılır gibi değil. Özellikle bölge denklemlerinin bu hızla değiştiği bir durumda sürecin bir an evvel yasal bir çerçeveye kavuşması, bir zaman tablosu çıkarılması ve toplumsal müzakere ve barış kanallarını açacak komisyonların kurulması gerek. Süreci izleyecek nesnel kriterlerin ortaya çıkmaması ve bununla ilgili kurumların kurulmaması hepimizi sinir uçları açık bir biçimde spekülasyona, heyecana ve umutsuzlukla umut arasında hızla yalpalamalara itiyor. Daha da kötüsü süreci tamamen uluslararası siyasetlere en çok da Suriye’deki gelişmelere endeksliyor. Ne Türkiye’nin Suriye’ye bu kadar endekslenmesi ne de Suriye’nin buraya, bölge açısından faydalı değil. Çatışmalar yayılarak değil ancak ve ancak çerçevelenerek çözülebilir, küçültülebilir.
© Tüm hakları saklıdır.