Ekonomi

'Bank Asya olayı gibi kin ve nefretle hareket eden politikacılar totaliter rejimlerde olur'

Eski SPK Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın eski Ekonomi Başdanışmanı Ali İhsan Karacan, Bank Asya'ya uygulanan politik baskıları yorumladı

29 Ağustos 2014 01:09

Eski SPK Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın eski Ekonomi Başdanışmanı Ali İhsan Karacan, "Bank Asya’nın uygulanan politik baskılara batırılmaya çalışıldığını" öne sürerek, “Ülkemizde bankacılığın 1933’de ilk kez özel olarak düzenlendiğinden bu yana “ bankacılık sisteminin istikrarını ve sağlamlığını koruma misyonu ve görevini “  yüklenmiş olan kamu yönetiminin denetim standartları açısından mali yapı sorunu olmayan bir bankayı açıkça politik olarak hedef tahtasına oturttuğuna, onu sorunlu hale getirmeye hatta batırmaya çalıştığına ilk kez şahit oluyorum” dedi.

"Batması gerektiği halde korunup kollanıp batırılmamış olan bankalar biliyorum. Ama  iyi durumdayken  özellikle  kamu yönetimince  zayıflatılıp batırılmış bir banka bilmiyorum. Sadece ülkemizde değil demokratik gelişmiş bir ülkede  böylesi bir davranış örneğini açıkçası bilmiyorum" ifadelerini kullanan Ali İhsan Karacan’ın  thelira.com’da “Bank Asya meselesi” başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

Günlük politik kavga konusu haline dönüşmüş işlerden  olabildiğince uzak durmak isterim. Bu tür bir kavganın ortasında kalan bir konuya taraflar önyargı ve taassub içinde yaklaştıklarından bir şeyler söylemek çoğunlukla anlamsız oluyor.  Bank Asya konusu da günlük politik tartışma ve mücadelenin ortasında kaldığı için pek ele almak istemediğim bir sorun idi. 

Ancak Ziraat Bankası ile sonlandırıldığı açıklanan görüşmeler nedeniyle konuyu ele alabileceğimi düşündüm.
 
Ziraat Bankası’nın  Banka Asya ile olan ve  Hükümet yakını bir kesim tarafından yalanlanan ancak varlığı ve doğruluğu KAP’a yapılan açıklama ile anlaşılan (SPK tarafından bilgi suistimali ve/veya piyasa dolandırıcılığı açısından özellikle bazı kamu görevlileri hakkında inceleme yapılması gereken) satın alma görüşmeleri ve ilişkisi kanımca aslında ciddi bir  satın alma girişimi ya da ilişkisi değildi. Sanırım amacı sadece konuyu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonrasına taşıyabilmekti. Diğer yandan ben Sayın Babacan’ın her kamu bankasının bir katılım bankası sahibi olması konusundaki düşüncesini de çok anlamlı bulmuyorum. İçine faiz karışmış bir parayı katılım bankasına nasıl sermaye olarak koyacaklarının fetvasını acaba aldılar mı? Katılım bankacılığının özel bir iş olarak kalmasında  kamusal yarar var. 

Gelelim konumuza.

Önce 1970 li yılların ortasındaki bir olayı hatırlatmalıyım.
 

Petrol şoklarının derinden etkilediği bir dünya ekonomisi. Batıda birçok ülkede bile faiz oranları ve enflasyonun  yüksek değerli çift haneli rakamlarda ilerlediği yıllar. Dünya da ekonomileri kriz içindeler. Soğuk savaş olanca hızı ile sürüyor. Sıcak paracılar ve likidite bolluğu bugünlerde olduğu gibi dünyayı sarmamış. Kambiyo kontrol sistemlerinin egemen olduğu  ve buna bağlı kurumsal yapı var. Böyle bir ortamda bir de Kıbrıs nedeniyle cezalandırılmış ve 70 sente muhtaç olmuş bir Türkiye. Petrol ithalatını büyük zorluklarla yapabiliyor. Petrol akreditifleri peşin yatmadan açılamıyor. Bu dönemde  sıkıntının tepe yaptığı günlerde petrol ithalatı akreditifleri  açılması Hazine tarafından  gayrı-resmi olarak sıraya konulmuş ve sırasıyla her banka kendi kaynaklarını kullanarak bu akrediitifleri açıyor. Sıra o günkü (bu günde öyle) özel bankaların en büyüklerinden birisi olan bir aile bankasına geliyor. Banka akreditifi açmak istemiyor. Gemiler açıkta bekliyor, ama banka  biraz da mali açgözlülükle direniyor.  O zamanki Maliye Bakanı rahmetli Yılmaz Ergenekon. Hazine ve banka denetimi Maliye Bakanlığının bünyesinde ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu gibi bir düzenleme de var. O zaman Bakanlık bir  karar alıyor ve Bankanın kambiyo yetkisini kaldırıyor. Kambiyo yetkisi o günlerde bir banka için önemli ancak bugün daha da önemli ve yaşamsal. O günlerde Kambiyo yetkisi ile ağırlıklı olarak ithalat ve ihracat işlerine aracılık edip akreditif açıyorsunuz. Bu gün ise bu yetki ile yapılan işler saymakla bitmez. Bu yetki kalkınca hem bankanın  hem de grubun repütasyonu önemli ölçüde etkileniyor.  Banka tamam artık kurallara uyacağım diyor ve yetkisi bir hafta sonra geri veriliyor. Banka ve aile artık o günden bu yana devletle hiç didişmemek, zıtlaşmamak  gerektiği ilkesinin sadık bir takipçisi. 

Bu sütünlarda  daha önce “Bankacılar Politkacıdan Ne Beklerler?’’ başlığı taşıyan bir yazı ile bankacıların ekonomi politikaları açısından bekleyişlerini hem eski bir özel banka yöneticisi hem de eski bir banka denetleyicisi ve  kamu görevlisi deneyimi ile aktarmaya çalıştım.

Bu yazıda Bank Asya ile ilgili olarak yaşanan süreçle ilgili bazı düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Ancak, en sonda söylemem gereken dört düşüncemi ya da değerlendirmemi daha  baştan söylemek istiyorum. 

Birincisi, çağdaş demokratik bir sistemde  iş başında olan  politikacılar  ne  kendileri  intikam ve kin ile hareket ederler ne de devletin kurumlarını ve gücünü bu duygularla kullanırlar. Bu ancak  devrimle iş başına gelinmiş ülkelerde ve devlet diyemeyeceğimiz grupların iktidarı ele geçirdiği yerlerde ve otoriter/totaliter rejimlerde olan bir şeydir.

İkincisi ise, gelişmiş demokratik bir ülkede bile mali sektörde özellikle de bir bankada kamu yönetiminin istemediği ya da uygun görmediği kişiler kontrol eden pay sahibi olamazlar ve/veya pay sahibi iseler de kamu yönetimi uygun görmedikçe de bu sahipliği sürdüremezler. Ancak bu uygun görmeme ya da istememe nedenleri ile bu iradenin kime ait olduğu ve bunun ifade biçimi ülkeden ülkeye kurumsal farklılıklar gösterir. 

Üçüncüsü, politik niteliği ve hedefi olan kişiler ya da grupların mali kurum kurmalarının ya da mali kurumda kontrol eden hissedar konumunda olmalarının hem kendi kurumları hem de sektör için sorun yaratabileceği ve risk oluşturabileceği gerçeğidir. Bu nedenle  politik niteliği olan ve günlük  politika ile aktif bağı olan kişi, grup ya da topluluklar mali sektörde kontrol eden hissedar konumunda olmamalı ve olamamalıdırlar. Bu tür sahipliği olan kurumlar politik ortamdaki gelişimlerden kaçınılmaz biçimde olumsuz etkilenirler. Bunun için işbaşında olan politik gücün ve yetkili otoritelerin herhangi bir tavır ya da davranışta bulunmalarına  çoğu kez gerek bile yoktur. Mali kurumun sahipliği ile politikacı arasındaki uyuşmazlığı bilen kamu oyunun beklentilerinin değişmesi ve bunun davranışlara yansıması bile kötü duruma düşmek için yeterli olur. Mali kurumların “uyumsuzluklara’’ (mismatch) dayanan iş modelleri ve bilançoları  onları kırılgan ve duyarlı kurumlar haline getirmektedir.  Sahiplerin politik niteliği  bizim gibi Ortadoğu toplumlarında bazı ortamlarda ve dönemlerde yarar sağlar gibi görünse de bu avantaj süratle hayatta kalmayı tehdit eden bir riske dönüşebilir. 

Dördüncüsü, iktidar ile Bank Asya’yla ilgili görüldüğü iddia edilen cemaat birbirleriyle mücadele içinde olabilirler ve her iki taraf da birbirine karşı ellerindeki tüm olanakları ve araçları  kullanmak istiyor da olabilirler. Ancak Bank Asya bir mali kurum olarak karşılıklı  bu mücadelenin dışında tutulması gereken  bir örgüttür. Kamu yönetiminin, bir an önce ve sorunsuz olarak Bank Asya’nın sahiplik konusunun çözülmesini sağlamasının en doğru ve akılcı çözüm olacağı kanısındayım.

Bank Asya konusunda bir süredir yaşananları, politikacıların söylem ve eylemlerini meslek eski deneyimlerim ışığında baktığımda  kaygı ile hatta deyim yerinde ise  endişe ile  izliyorum.

Birincisi, böyle bir yaklaşımın kamu yönetimince  ülkemizde ilk kez sergileniyor olmasıdır. 

Ülkemizde bankacılığın 1933’de ilk kez özel olarak düzenlendiğinden bu yana “ bankacılık sisteminin istikrarını ve sağlamlığını koruma misyonu ve görevini “  yüklenmiş olan kamu yönetiminin denetim standartları açısından mali yapı sorunu olmayan bir bankayı açıkça politik olarak hedef tahtasına oturttuğuna, onu sorunlu hale getirmeye hatta batırmaya çalıştığına ilk kez şahit oluyorum.

Batması gerektiği halde korunup kollanıp batırılmamış olan bankalar biliyorum. Ama  iyi durumdayken  özellikle  kamu yönetimince  zayıflatılıp batırılmış bir banka bilmiyorum. Sadece ülkemizde değil demokratik gelişmiş bir ülkede  böylesi bir davranış örneğini açıkçası bilmiyorum. Bilen var ise  ve hatırlatır ise ben de öğrenmiş olurum. 
 
Tersi davranışlar olmuştur. Hem de çok yaygın ve çeşitli bir biçimde. 
 
Bazı dönemlerde bazı  özel banklar çeşitli nedenlerle ve etkenlerle politikacılar tarafından korunup kollanmışlar, bürokratik kurumlardan müsamaha (finans yazını bunu regulatory  forbearance olarak niteliyor) görmüşlerdir.  Bu gelişmiş ülkelerde de olmuş, yükselen ekonomilerde de.  Demokrasilerde de olmuş otoriter rejimlerde de. Bu koruma ve kollama bazen normal dönemlerde olmuş bazen da kriz dönemlerinde. Bakın son krizde ABD haklı olarak Lehman’ın iflasının yolunu açarken tersine bir davranışla ve koruyucu/kollayıcı yaklaşımla AIG ile güçlü politik bağları olan Goldman’ı krizden çekip çıkarmıştır.(Bu satırların yazarı ABD’de krizin hala sonlandırılmasının önemli nedenlerinden birisi ve gelecekteki kriz için ekilen tohum olarak AIG’in kurtarılması  ya da batmasına izin verilmemesi olduğu kanısındadır.)  
 
Bazen bu koruma kollama  devlet bankaları ile özel bankalar arasında farklılaştırma yaparak da uygulanmıştır. Bir başka deyişle devlet kendisine ait bankalara koruyucu kollayıcı bir anlayışla yaklaşmıştır. Kuralları özel bankalara ayrı bu bankalara ayrı uygulamıştır. 
 
Ülkemizde bankacılık tarihinde korunup kollama uygulamasının çok  sayıda örneği    var. Kamu ve özel bankalar arasındaki ayırım hep ola gelmiştir. Bu ayırım hem mevzuatta hem de pratikte yaygın biçimde kullanılmıştır. Ancak bu koruma kollama uygulaması bazı özel kesim bankalar için de   söz konusu olmuştur. 2000 Krizi bunun yakın canlı örneklerini taşımaktadır. Burada bankacılıkta koruma ve kollama tarihinin anlatacak bir kitap yazılmasını sağlayacak kadar  çok malzeme var.  

BDDK kurulana kadar, ülkemizde kimin banka sahibi olacağına ya da olamayacağına karar vermek politik  bir tercih idi. O tarihten bu yana ise bu , en azından kağıt üzerinde, teknik bir tercih haline geldi. Bu işleri günlük politik tercihlerin dışına çıkarmak için BDDK çağdaş bir anlayışla özerk bir kurum olarak  kuruldu. Yani düzenleyici ve denetleyici otorite banka sahipliğinin objektif kriterlerini belirler ve bu kriterleri de subjektif bazı yargılarla da süzgeçten geçirir. Bu daha ziyade o kişi ya da kişilerin bankacılığı  sadece yazılı kurallara uygun biçimde değil aynı zamanda bankacılığın ruhunda olan  ilke ve kurallara göre de yapıp yapmayacağıdır. 

Bu kriterler arasında   banka sahip ve kurucuları ile iktidardaki parti arasındaki politik düşünce farklılığı konusu yoktur. Demokratik bir sistemde  olmaz,  zaten olamaz da. Ayrıca bankaların da günlük politik tartışmalar içinde yer almaları zaten  söz konusu bile olamaz. Bankalar, politikacı ile kol mesafesinde olmaları gerekirken düzenleyici denetleyici kurumlarla, para otoritesiyle yakın ilişki ve temas içinde olmalıdırlar. 

İkincisi Bank Asya konusunda meslek örgütlerinin davranış tarzıdır. Türkiye Bankalar Birliği yaşananlara karşı görüş açıklamıyor, sesini çıkarmıyor. Bir bankanın sahiplerinin başka bir politik görüşlere olan yakınlığı  kanısı ya da iddialarının  o bankaya karşı bir kampanya yürütme, kamu yönetimi  tarafından ayırımcılığa tabi tutulma için  bir gerekçe oluşturamayacağı açıkça ve yüksek sesle söylenemiyor. Bir kamu bankasının genel müdürünün yönetim kurulu başkanlığında oturduğu bir meslek örgütünden zaten ne bekleyebiliriz ki? Katılım Bankaları Birliğinden de ses çıkmıyor.

 

TOBB nerede? 
 
 

Üçüncüsü, sistemi düzenlemekle ve denetlemekle görevli olan  ve özerk  olarak kurulmuş olan kurumların durumu. Kapalı kapılar ardında neler oluyor  elbette bilmiyoruz. Ancak, kamuya açıklanmış bilgilerden değerlendirme yapmak olası. Değişik zamanlarda ifade ettiğm gibi, düzenleyici denetleyici kurumlar sadece sektörün düzenleyici ve denetleyicisi olan kurumlar değildirler. Bunlar aynı zamanda sektöre dışarıdan hatta politikacıdan gelebilecek olumsuzluklar ve dostane olmayan davranışlara karşı da  sektörü ve kurumları koruması, onlara kalkan olması gereken kurumlardır.

Ancak mali piyasaları düzenleyici ve denetleyici kurumların Bank Asya konusunda en hafifinden mahalle baskısı olmak üzere önemli bir psikolojik baskı altında oldukları izlenimine sahibim. 

Gazetelerde bir internet hesabına dayanılarak verilen bilgiye göre BDDK Başkanı “devlet eliyle bir banka batırılırsa dışarıdan gelecek yatırımların ve sıcak paranın sonu olur’’  demiş. Bu değerlendirmeyi çeşitli açılardan ele alabilirsiniz. 

İyi niyetli bir şekilde bakarsanız  bankacılığı denetleyen kurumun başkanının  Bank Asya konusunda politikacıyı,  tavrının yanlış olduğu ve bunun yaratacağı riskler konusunda uyarmış diyebilirsiniz. Belki de politikacının  davranış tarzı nedeniyle de elinden daha fazlası gelmiyor diyebilirsiniz. Daha fazlasını yapmasının gereksiz kişisel risk almak olduğunu da söyleyebilirsiniz (Hükümete yakın medya zaten bu kurumları hedef gösteriyor). 

İleriye sürülen gerekçeye politikacı itibar eder mi? Sanmıyorum. Önce hırs ve kızgınlık baskın bir duygu haline gelmiş olabilir. Diğer yandan sıcak paracıların Bank Asya’ya takınılan tavrı pek umursayacaklarını da sanmıyorum. Onların ülkemiz piyasası ile bağlantıları başka esaslara dayanıyor. Politikacı ve çevresi de sanırım bu gerçeği biliyor. Bu nedenle BDDK Başkanın ileriye sürdüğü gerekçenin  hem gerçekçi olmadığını hem de politikacı nezdinde pek caydırıcılığı olmadığı kanısındayım. 

Ama ileriye sürülen gerekçeyi de açıkçası pek içime sindiremiyorum. Yani tersten okuyalım. Yabancı yatırımlar ile sıcak paranın gelişini etkilemiyor ise bugün Bank Asya’ya yarın benzeri bir şekilde bir başkasına   takınılacak bu tarz bir tavırı mazur   mu göreceğiz? Yabancı yatırımcıların ve sıcak paracıların davranışlarını etkilemeyecek her şeyi mübah mı göreceğiz , hukuka ve ahlaka uygun mu kabul edeceğiz? 

 
Kuşkusuz mali sektörde kontrol eden hissedar olarak düzenleyici ve denetleyici otorite ile politikacının istemediği kişilerin kalması zaten kolay değil. Bu,  sektörün biraz da niteliğinden kaynaklanıyor. Ancak mali sektörde   bir kişinin ya da gurubun sahip olarak kalmasını istememenin nedeni yukarıda belirttiğim gibi politik nedenlere dayanmaz ; zaten  mali sektörde böyle bir neden  ortaya  bile çıkmamalıdır. Bu tutum bütünüyle  teknik nedenlere dayanıyor olmalıdır. Zaten bunların önemli bir kısmı sektörü düzenleyen yasada bile açıkça yer almıştır.

Mali bünyesi normal olan ve sorunu olmayan bir bankada  bir kişi ya da gurubun kontrol eden hissedar olarak kalması istenmiyorsa  ona makul bir süre verilerek hisselerini satıp sektörden çıkması istenir. O da zaten resmi ya da gayrı-resmi böyle bir istem nedeniyle ya da verilen sinyal karşısında gereğini yapması gerektiğini bilir, bilmelidir. Ancak tam tersine gazetelerde yer alan haberlere göre bu bankanın  hissedar  değişikliği yolu , yabancı sermayeli grupların bankayı alması politikacının  olumsuz davranışı ile tıkanmış. Hiç kimse, yerli ya da yabancı olsun bu ülkedeki iş başında olan politikacının onların bir bankaya hissedar olma niyet ve  düşüncesinden vazgeçin mesajını ciddiye almamazlık edemez, bu mesaja rağmen ısrarcı olamaz. Zaten ciddiye almasa da sonunda işlemin yapılması için bürokratik makamlara izin için gidecektir. 

Eğer bir bankanın mali bünyesinde sorun  var ve denetim standartları açısından  TMSF’ye devri gerekiyor ise zaten  devredilir. Ama burada değerlendirme kriteriniz öncelikle sizin önceden ilan ettiğiniz denetim standartlarıdır ; bankanın sahibinin kim olduğu değil.

Mali bünye sorunu olmayan bir bankayı politik ve bürokratik yetki ve otoriteyi elinde bulunduranlar sırf sahip ve yöneticilerine sempati duymadıkları ve onlar ile politik uyumsuzluk içinde oldukları için yetkilerini ve görevlerini bu bankayı zayıflatmak ve sorunlu hale getirmek için kullanabilirler mi ve kullanmalı mıdırlar? 

Kuşkusuz bu sorunun yanıtı hayırdır. 

Böyle bir davranış akılcı olmadığı gibi devlet gücünün adil kullanımı ilkesine de  uygun düşmez. Böyle bir davranış hukuk kurallarına da uygun değildir. Böyle bir davranış hangi seviyede olurlarsa olsunlar kamu yöneticilerince   bir çok yasanın hükmü defalarca ihlal edilmedikçe de gerçekleştirilemez (bu ayrı bir inceleme konusu). 

Ancak, belirttiğim türde gücü kontrol edenlerin ellerindeki bu gücü bazen yasalarda kendilerine verilmiş takdir yetkisini kullanarak yasanın şekline uygun (ancak ruhuna ve özüne aykırı ) bazen da yasa hükümlerini  açıkça ihlal ederek ya da kendilerine emanet edilmiş bir gücü hırs ve yararlarının rehberliğinde kullanarak sağlam ve sorunsuz bir bankayı sorunlu hale ve/veya batırma  noktasına getirmeleri mümkün müdür? 
 
Evet. 
 
Bu yetkileri  ve gücü bilinçli ve uyumlu bir biçimde kullanarak dünyanın en büyük,  en iyi ve en sağlam bankasını bile iki hafta içinde batma noktasına getirebilirsiniz.  Ben size bu amaçla yapılacak islerin kısa ve etkili sonuç alacak  bir listesini  ve bu listedeki işlerin sıralamasını verebilirim.  Ama böylesi bir davranış rasyonel olmadığı gibi akla ziyan bir davranış biçimi olur. 
 
Normal olarak kamu yönetiminin hiç bir bankanın TMSF’ye devrini istememesi, devrolması için çaba göstermemesi gerekir. Bir bankanın TMSF’ye devrinden de hiç hoşlanmaması gerekir. Çünkü bu devir kamuya mali ve idari bir yük getirir. Çünkü bu ekonomide bir sorun olduğunun sinyalini verir. Çünkü bu kurulan düzenleme ve denetim sisteminde bir başarısızlık göstergesidir.  Çünkü bu sonunda politik bir bedel olarak politikacıya şu veya bir şekilde geri yansır. Çünkü bu ekonomide bir krizi tetikleyici bir olguya dönüşebilir. 
 
Belki de Bank Asya’nın TMSF’ye  devrinin bu olası sorunlara yol açmayacağı düşünülüyor olabilir. 

Ama bütün bunlara ragmen kamu yönetimi  sorunsuz bir bankayı sorunlu hale özellikle getireyim diye çabalıyor ise  bunun doğurabileceği  sonuçların da kuşkusuz farkındadır. Bir kısmı yukarıda değindiğim olası sonuçlardır. Kamu yönetimi bunları olası sonuçlar görerek çekinmeyeceği gibi bu maliyetlerin bir kısmını da göze alıyor olabilir. 

 Ama bunların yerine yani kamuya gelecek maliyetleri değil de özel kişiler üzerinde  gerçekleşecek bazı sonuçları  ve etkileri daha fazla önemsiyor olabilir. 
 

 Bu etkiler  neler olabilir?
 

Bunun sırrı Bankacılık Kanunu’ndadır. 
 
Bu satırların yazarı  her fırsatta  hem 1999 yılında çıkarılan 4389 sayılı Bankalar Kanunu’nu hem de  2005 de çıkarılan 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nu “ ileriye, geriye ve yana doğru bir müsadere kanunu “ olarak nitelemiştir.  Belki de Bank Asya  zor duruma düşürülüp TMFS’ye devredilmek isteniyordur ki kanundaki müsadere kuralları ve diğer yaptırımlar bankanın mal varlığı, hissedarları, yöneticileri ve hatta ondan kredi kullanan firmalara ve onlarla ilişkilendirilecek herkese karşı işletilsin.