Gündem

Babası, banka soygunundan aranan Deniz Gezmiş'e hangi sözlerle seslendi?

Can Dündar, banka soygunu nedeniyle aranan Deniz Gezmiş ile babasının gazete üzerinden mesajlaşmasını köşesine taşıdı...

09 Kasım 2014 19:20

Cumhuriyet gazetesi yazarı Can Dündar, 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş’in hiç yayımlanmamış mektuplarını ortaya çıkardı. Deniz Gezmiş'in kardeşi Hamdi Gezmiş, banka soygunundan aranan Deniz Gezmiş ise babası Cemil Gezmiş’in Cumhuriyet gazetesi aracılıyla haberleşmesini anlattı. 

Deniz Gezmiş’in kardeşi Hamdi Gezmiş’in 40 yıldır sakladığı mektupları ve o döneme dair hatıraları gün yüzüne çıkaran Can Dündar’ın yazı dizisinin “Biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş savaşçılarıyız” başlığıyla yayımlanan (9 Kasım 2014) dördüncü bölümü şöyle:

Fen Fakültesi’nde silahlı saldırı sonucu bir hafta içinde iki öğrenci yaşamını yitirdi. Arkadaşları, Mülkiye’de katafalk kurup ölülerinin başında nöbet tuttu. Yollara dökülüp sloganlar attılar, intikam yeminleri ettiler.

Deniz ve arkadaşları için bunların anlamı kalmamıştı.

“Söz bitti” diye düşünüyorlardı. Artık eylem zamanıydı. Şimdi Che Guevara’nın Latin Amerika’da yaptığı gibi bir öncü harekete ve gerilla savaşına ihtiyaç vardı. Bir kıvılcım yakmak için Hamdi Gezmiş o dönemi şöyle değerlendiriyor:

Bugünden bakınca, bir avuç gencin bu şekilde yola çıkması macera gibi gözüküyor. Ama Türkiye’nin geldiği şartlar, dönemin kıyıma uğrayan gençliğini bu noktalara yöneltti. Demokratik mücadelede önlerine duvarlar örülmeseydi, belki de silahlı mücadele yöntemleri benimsenmezdi.

Bu gençler çok zeki insanlardı; daha eylemlere başlarken, sonlarının ne olacağını biliyorlardı. Abim o günlerde bir sohbette “Darbeden sonra herkesin bir koğuşu olacak, ama bizim olmayacak; çünkü biz ölmüş olacağız” demişti.

Gerçekten bilerek ölüme gittiler. Bir kıvılcım yakmak, ileriye dönük bir ışık olmak için…
ABD elçiliğine kurşun 

Yeni kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), öldürülen gençlerin hesabını Amerika’dan sormaya karar verdi. Bu, ilk silahlı eylemleri olacaktı. Deniz ve 4 arkadaşı, Ankara’da Amerikan elçiliği önündeki nöbetçi kulübesine ateş açtı. Kurtuluş Savaşı sırasında Karakol teşkilatının emperyalist İngiliz polisine saldırışını örnek almışlardı. Amaçları öldürmek değil, uyarmak, korkutmaktı. 

Polisler yaralandı. Şimdi şehri bir an önce terk etmeleri, kıra çıkmak için erzak, mühimmat ve para bulmaları gerekiyordu.

 

‘Vur emri’ geliyor! 

 

Bir bankayı soymaya, daha doğrusu “el koymaya” karar verdiler. Bunun için de “yabancı sermaye ile işbirliği yapan” bir bankayı seçtiler. 

Demirci Mehmet Efe de, Bozdoğan’da bir bankadaki paraya el koymamış mıydı?”

Kaldı ki, bu parayı halk için kullanacaklardı. Aynı beşli, Emek’te bir banka şubesini basıp kasadaki 124 bin liraya “el koydular”. Ancak olay gazetelere adi soygunculuk vakası gibi yansıdı. Kısa bir süre sonra da soygunu yapanların kimliği ortaya çıktı. Zaten baskın sırasında yüzlerini saklamamışlardı.

Bunun üzerine polise, “Vur emri” verildi. Deniz’lerin gerçek niyeti bilinmediğinden,banka soygunu sadece “gangster işi” sayıldığından, herkes şaşkına dönmüştü.

En çok da Gezmiş ailesi… Nasıl olur da Deniz gibi bir politik eylemci, banka soyardı?

Babam müfettiş olduğu için ona emanet bir daktilo vermişlerdi. O daktilo evde dururdu. Arada teftişe, tahkikata gittiği zaman onu da yanında götürür, rapor yazardı. Bir gün o daktiloyu önüne çekip doğrudan Deniz abime hitaben bir mektup yazdı.

Sonra da doğruca güvendiği gazeteye, Cumhuriyet’e götürüp Yazı İşleri Müdürü Oktay Kurtböke’ye teslim etti. Cumhuriyet de 18 Ocak 1971’de birinci sayfadan yayımladı. İronik ifadelerle dolu o mektupta bilge bir eğitimcinin, olup bitenlerden dolayı gençleri suçlayanlara karşı, hem kendine, hem topluma, hem devlete tuttuğu bir ayna vardır. Politikacılara hem “Gençleri anlayın” mesajı, hem de hukuk dersi verir. 

Cemil Gezmiş'in mektubu şöyle:

“Oğlum Deniz, 12 Ocak’tan beri Türkiye radyolarında ve basında banka soygunu ile ilgili haberleri büyük bir üzüntü içinde takip ediyorum. Kendi kendime bu suçun faili olup olamayacağını düşünüyorum ve bunun için çok önceleri yeniden yaşamış gibi canlandırıyorum hayalimde.

Karlı bir şubat sabahı Ayaş’ta dünyaya gözlerini açtığın zaman ilk işin ağlamak olmuştu. Şimdi anlıyorum, karşında canlı yaratık olarak ilk defa bizi görmüştün; insanları...

Ve içinden, ‘Ben bütün ömrümü bu nankör yaratıklar arasında mı geçireceğim’ diye düşündün, onun için ağladın. İnsanlar... Yani bütün istikbalini onların daha mutlu olmaları uğrunda feda ettiğin insanlar... Canavarların en korkuncu olan bizler… Tanrı’nın bahşettiği zekâ ve yetenekleri zehirli birer hançer gibi hemcinslerinin azap çekmesinde kullanılan uygar canavarlar...

Neden böyle yaptın oğlum? Günlük kazancı ile geçinen bir aile topluluğu içinde, tuzuna haram karışmamış bir çorba bulurdun. Giyecek bir elbisen, yatacak bir yatağın vardı. Hem zaten sen hiç kendini düşünmeyen bir çocuktun. Kardeşlerine alınan bir giysi için kıskanmaz sevinirdin. Diğergâm bir yaradılışın vardı; paraya hiç kıymet vermezdin. Hatta bir gün yapmayı tasarladığım bir iş konusunu sofrada konuşurken beni kınamış ve şöyle demiştin: ‘Baba, hayatta paraya değer vermeyen insan olarak seni bilirdim.’

Benimle anlaşamıyordun. Benim görüşlerimi beğenmiyor, yarınki Türkiye’nin size ait olacağını söylüyordun. Beni tutuculukla itham ediyordun. İçten içe sana hak vermekle beraber, artık iki ayrı dünyanın insanları olduğumuzu kabul ediyor ve susuyordum.

Bundan sonraki olaylar belli... Sen kaderin çizdiği yolda hızlı adımlarla ilerliyordun. Benim hayat tecrübem, senin bu hızını kesmeye yetmedi. 18 yaşını bitirmiş, kanun nazarında reşit olmuştun, ama benim gözümde henüz ilk gençlik çağının en hassas ve tehlikeli bir döneminde idin. Benim şefkatim, çevrenin hoyrat davranışı ile meydana gelen tahribatı onarmaya yetmiyordu. (..)

Bütün bunları yazarken içimin kan ağladığını tahmin edersin. Bu duyguyu sen değil, yalnız baba olanlar bilir. Sağlıklı, yakışıklı, boylu poslu bir delikanlı idin. Sen gelecekten, biz de senden neler beklerdik. Nasıl oldu da seni bu hale getirdik? Suça itmek için elimizden gelen her şeyi yaptık. Başta üniversitenin büyük hocaları, ana, baba, bizler, toplumun her kesimi, politikacılar ve tüm yönetim sorumluları... Anlamadık seni; anlamak işimize gelmedi, çıkarlarımıza aykırı düştü! Her çıkış yapışında kendi hesabımıza bir yararlanma yolu aradık senden… 

Hâlâ öyle değil miyiz? Bak bizim felaketimizin üstünde kâşâneler kuranların ağızları kulaklarında... Her öğrenci kurşunlanmasında, ‘Darısı diğerlerinin başına’ diye demeç veren çok muhterem usule uygun banka soyguncusu bile şimdi ne parlak demeçler hazırlar bilinmez. 

Senin için ‘Cezaevine girdi çıktı’ dediler. Bildiğim kadarıyla polis koydu, yargıç çıkardı, ama sen de durmadın. Polis seni döverken elini kaldırır, başını korursan elbette emniyet mensubuna mukavemet eder ve girersin içeri. Hatta bir defasında emniyet mensuplarından birinin başına kiremit parçası atmış, yaralamıştın. ‘Yarasında hayati tehlike vardır’ kaydıyla bir ay rapor almış, iki gün sonra da emniyet müdürlüğüne tayin edilmiş, göreve başlamıştı. 

Sen gençlik teşkilatında otururken, Yıldız’da asansör boşluğunda bulunan av tüfeği sana mal edilmiş ve bunun için 9 ay içeride kalmıştın. Belki de öyledir, sen onlardan iyi mi bileceksin? Hem ne diye sen ifade verirken arkadaşların dışarıdan, ‘Surlardaki toplar da Deniz’indir’ demişlerdi? Ben ondan şüpheliyim!

İşte böyle oğlum... Üç yıldan beri yaşantımızı zehreden, toplumu tedirgin eden bu olaylar zinciri başladığı yerde çözülür ve bugünkü elem verici sonuca varmazdı. Bunun için biraz anlayış, sağduyu ve ihtiraslardan arınmış, gençlik psikolojisinin genel kurallarına  uygun bir politika yeterli idi. Böyle olmadı. 

Şimdi sen ve senin kader çizginde giden on binlerce genç bu metotla birer toplum ve düzen kırgını olup çıktınız. Ben bir evlat kaybettim, fakat toplum kendi geleceği üzerinde  bir kumar partisini kaybetmektedir. 

Korkunç bir ihmaldir bu... Bir gün ‘Suçlu ayağa kalk’ derlerse, senden başka hepimiz ayaktayız! 

Mektubumun sonundaki teklifimi iyi dinle: İçişleri Bakanlığı, Türkiye radyoları ile seni suçlu ilan etti. Ben evdeki yığın hukuk kitaplarına baktım, orada ‘kendisine suç isnat edilen kişi yargıç kararı ile suçu sabit oluncaya kadar sanık sıfatını haizdir’ diyor, ama ben hukukçu olmadığım için belki de bildiri doğrudur, bilemem. Eğer sen bu suçun faili isen bulunduğun yerde adaletin hükmünü beklemeden kendini cezalandır. Eğer suçsuz isen çık, adalete teslim ol. Korkma, memlekette yargıçlar da var.”

Baban, Cemil Gezmiş

 

'Biz, Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız'

 

Deniz, babasının mektubunu Cumhuriyet’te okudu. Gizlendiği yerde cevabını da aynı yerden, Cumhuriyet’ten verdi.

Yaptıklarının referansının bizzat kendisi olduğunu hatırlattı babasına… Kişisel menfaat için değil, inandıkları dava için yaptıklarını da yazdı. Mektubu gazeteye Hüseyin İnan götürdü.

Bu mektup da 29 Ocak 1971 tarihli Cumhuriyet’te yayımlandı. Bu mektubu okuduktan ve yakalananlara yapılan işkenceleri gördükten sonra Cemil Gezmiş, “Teslim ol” çağrısından vazgeçecek, oğluna ve arkadaşlarına, “Sakın teslim olmayın” diye haber gönderecekti.

İşte o mektup:

‘Ya vatan, ya ölüm’

“Baba,

Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız. Elbette ki hapse atılacağız, kurşunlanacağız da… Tıpkı birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi… Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları…

Düşün baba, bugün hükümet işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda… Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmış durumdadırlar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız. 

Baba, Mektubuma son verirken seni, annemi, Bora’yı, Hamdi’yi devrimciliğimin olanca
ateşiyle kucaklarım. 

Ya vatan ya ölüm!” 

Deniz Gezmiş

İlhan Selçuk, 19 Ocak 1971- Cumhuriyet

 

Deniz;

Birkaç günden beri gazetelerde boy hedefi gibi dizili resimlerini görüyorum. İddialara bakılırsa Ankara’da bir bankayı arkadaşlarınla birlikte soymuşsun. 124 bin lirayı alıp kaçmışsın. Hakkında ‘Vur’ emri çıkmış. Binlerce polis peşinde imiş. Ben bu satırları pazartesi sabahı yazıyorum. Salı sabahı yayımlanacak. Kim bilir? Aradan geçen zaman içinde belki teslim olacaksın, belki yakalanacaksın ve belki de öldürüleceksin. Seni tanıdığım için kaygılı gözlerle her sabah gazeteyi açıyorum. İçimde bir kuşkuyla ‘Acaba Deniz bu işi yaptı mı?’ diyorum.

Senin sonuna kadar ülkücü bir genç olduğundan en küçük bir tereddüdüm yok. Ne var ki, bazen ülkücülük insana dengesini kaybettirir; olmadık işler yaptırır. Toplumun bozuk düzenine duyulan büyük tepkinin genç kişilikleri kanun dışı eylemlere itelediği çok görülür. Salt okumuşlarda değil, halk arasında haksız düzene başkaldırıp dağa çıkanlara çok rastlanmıştır. Bütün bunları düşündükçe: ‘Deniz bir yanlış yola mı saptı?’ sorusunu kafamdan silkip atamıyorum.

Oysa polis tertibinin işaretleri de apaçık ortada… Senin son üç yılın iki senesini içeride geçirdiğini biliyorum. 23 yaşındasın henüz… Heyecanlarını frenlemeye de alışık değilsin. Aşırı duyarlı bir insansın. Bütün bunlar üst üste birikince aklıma ister istemez bir soru takılıyor: ‘Acaba?’

Ve iktidar, bu acabaların üstüne, üniversite gençliği aleyhine bir propagandayı bina etmek olanağını buluyor. İçişleri Bakanı, radyolardan senin suçlu olduğunu ilan ettiriyor. Anlaşılan senin kişiliğinde bütün üniversite gençliğini mahkûm etmek hevesine kapılmıştır. Oysa biliyorum ki sen, kendi menfaatin için banka soymazsın. O kadar akılsız olacağını hiç tahmin etmem.

Tez vakitte bu güç durumdan kurtulman dileğiyle…

İlgili Haberler