AKP Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu’nun başkanlığını yaptığı 12 Eylül döneminin işkenceleriyle ünlü Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi İnceleme Komisyonu’nda ağır işkencelerden geçen isimlerden Nuri Sınır’ın Türk edebiyatının önemli ismi Aziz Nesin’le ilgili iddiaları herkesi şaşırttı.
1987 yılında cezaevi gerçeğini öğrenmek için Diyarbakır’a gelen Aziz Nesin’le şair Yılmaz Odabaşı’nın ısrarı nedeniyle yanında Mesut Baştürk’le kaldığı otelde ziyaret ettiklerini anlatan Sınır, yazara cezaevi ile ilgili 27-28 tane olay anlattıklarını ve yazarın “Ya, çocuklar, ben kendimi hayali çok geniş bir insan olarak biliyordum ama ben bakıyorum bu Kürtlerin hayali benimkinden çok daha geniş" dediğini iddia etti. Sınır, "Orada ben müdahale ettim, hocam vallahi ben çocukken sizin hikâyelerinizle başladım ama gerçekten bu kadar hayalperest olduğunuzu düşünemedim dedim” dediğini aktardı.
Alt Komisyon Başkanı Orhan Miroğlu, Sınır’a “Yani yaşananların gerçek olduğuna inanamadı” diye sorunca Sınır’dan “Tabii, inanamadı. Yani bu inanmama olayı çok değişik tarihlerde benim önüme çıktı” yanıtı aldı.
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi dosyasının alt komisyon çalışmasıyla açılması tarihin ilginç notlarını gün yüzüne çıkarıyor. Komisyonun aralıklarla yapılan toplantısında yazar Aziz Nesin’le ilgili anılar çeşitli tarihlerdeki toplantılara damgasını vurdu. Ağır işkencelerden geçen Nuri Sınır’ın anlattıkları şöyle:
NURİ SINIR – Ben özellikle Sayın Komisyon Başkanının belirlediği siyasal kimliğimin ötesinde bir insan olarak, bu vahşeti yaşamış bir insan olarak, o vahşetin bir tanığı olarak olayları anlatacağım. Yani siyasal kimliğim bu işin tamamıyla dışındadır, onu özellikle belirteyim arkadaşlara. Çünkü benim kendi inancımda bu ülkede siyaset neye bulaşmışsa o iş rayından çıkmış, kendi amaçları doğrultusunda işleri götürmeye çalışan siyaset adamlarının bu ülkeye hediye ettiği buhran, kriz ve bu savaştır. Yani bu sabahleyin top sesleriyle uyandık. İşte, eşim de burada, alana gelene kadar “güm, güm, güm ” diye tank ve top sesleri geliyordu. Ben savaşanların şeyine bakmıyorum açıkçası ama benim o tarihimin, o tarihî kentimin binlerce, yedi bin, sekiz bin yıllık tarihinin tank atışlarına ve top atışlarına tabi tutulmasının açısını içimde yaşıyorum. Yani savaşanların bu savaşı kentlere taşımasının, kentlerin içerisinde bu savaşı acımasızca başlatmalarının benim ve bir sürü insanın yani kentte herkes bizar olmuş. Esnafından tut, iş yerlerini kapatanlardan tutun, Diyarbakır’ı terk edenlerden tutun, bu savaşın getirdiği nefret içerisinde insanlar dolmuş durumdadırlar.
Ben bu acımı özellikle belirttikten sonra değineceğim konularla ilgili bir anekdot yapmak istiyorum. 1987 yılında –ona rahmetli diyeceğim, tabii kendisinin öyle bir inancı yoktu- Aziz Nesin Diyarbakır’a gelmişti. Şair Yılmaz Odabaşı beni aradı. “Ağabey, Aziz Hoca cezaevinin tanıklarından birisiyle canlı görüşmek istiyor.” dedi. Ben hatta o tarih itibarıyla Yılmaz Odabaşı’na şöyle bir şey demiştim: Ya Yılmaz, bugüne kadar Diyarbakır Cezaevinde olup bitenleri duymamış bir Aziz Nesin’e benim bu saatten sonra anlatacağım bir şey olmamalı. Çok ısrar etti, rica etti. İşte, Musa Anter’le kaldığımız otelin karşısında Derya Oteli vardı, oraya gittim. Bir kış günüydü, akşamüzeri kar yağıyordu. Oturduk. Mesut Baştürk’le beraber gitmiştik. Bir kahve istedi bize. Ondan sonra “Çocuklar, ne oluyor burada?” dedi. Biz de anlattık. Bizim o olayı yaşayan yani o cezaevini yaşayan insanların psikolojisinde gerçekten tuhaflıklar vardı. Yani aslında ağlayacağımız yerde gülüyorduk. Çünkü öyle ilginç olaylar vardı ki neticesi bir fıkra şeklini alıyordu yani bir fıkra şeklinde bağlanıyordu, hikâyeler o şekilde gidiyordu.
Ben ona bir olay anlatıyorum. İşte, mahkemeye giderken Mesut Bey görüşmeye giderken banyo, havalandırma, eğitim, şu bu falan 27-28 tane olay anlattım kendisine. O ara Aziz Hoca daldı, pencereden dışarı bakarken Yılmaz Bey dedi ki: “Hocam neye daldınız?” “Ya, çocuklar, ben kendimi hayali çok geniş bir insan olarak biliyordum ama ben bakıyorum bu Kürtlerin hayali benimkinden çok daha geniş.” Orada ben müdahale ettim, hocam vallahi ben çocukken sizin hikâyelerinizle başladım ama gerçekten bu kadar hayalperest olduğunuzu düşünemedim dedim.
BAŞKAN – Yani yaşananların gerçek olduğuna inanamadı.
NURİ SINIR – Tabii, inanamadı. Yani bu inanmama olayı çok değişik tarihlerde benim önüme çıktı. 1996’da ben Berlin’deki üniversiteye Kürdoloji Bölümüne davet edildim, Ahmed-i Hani’nin bir gecesi vardı, oraya gittim. İşte Ahmed-İ Hani edebî durumu, bu, şu falan, Abdurrahman Mizuri Dahok’tan gelmişti. Orada sohbetten sonra işte “direktör” onlar diyorlardı, bizde herhâlde “dekan” olmalı karşılığı. Benden Türkiye’yle ilgili sorular sordu. İşte, o dönem faili meçhuller, şunlar, bunlar falan, bir de cezaeviyle ilgili sorunca bir şeyler anlattım kendisine. En sonunda tercümanına şöyle bir şey diyor, diyor ki: “Nuri Bey’e bir önerimiz var. Eğer şartları müsaitse, burada kalabilme durumu varsa üç ay ücreti bizden onu bir rehabilitasyon merkezine yatıralım, masrafı da bizden olsun.” Tabii, söylenince ben güldüm çünkü ben onlara da söyledim. Ben kendimi sağlıklı bir insan görüyorum. Bilmiyorum, burada da konuştuğumda belki birileri benim ruhsal dengemin bozukluğundan, ses tonumun yüksekliğinden beni normal bir insan olarak algılamayabilirler. Ama bir şey var arkadaşlar: 12 Eylül 5 No.lu Cezaevinde yapılan işkenceler ben ve benim durumumda olan insanların tümünün ruh hâllerinde bozukluklar yarattı, psikolojilerinde bozukluklar yarattı. Benim sesim kendi kendine yükselir. Yani o eski ağa radyoları vardı, böyle kendi kendine sesleri yükselirdi. Benim de kendi kendine yükselir yani. Bazen toplantılara falan girdiğimde insanları kusura bakmayın, ses tonum yükselirse beni sinirlendi, sinirlenmekle itham etmeyin falan şeklinde uyarmak zorunda kalıyorum.