Yaşam

'Yeniden dindar bir kimlik inşası için üst baş meselesini bırakıp ruhları onarmaya, ihtiyacımız var'

Dindar gençlerin kapitalist yaşam tarzını eleştiren Ayşe Böhürler: Yeniden dindar bir kimlik inşası için hayata anlam katmaya ihtiyacımız var

01 Aralık 2014 22:15

Ayşe Böhürler, Diyanet Dergisi'ndeki yazısında, dindar kesimin değişen hayat tarzını eleştirdi. Artık stil, yaşam tarzı gibi kapitalist dünyanın etkisinde olan tesettürden ve Hristiyan sembollerle şekillenmiş tüketim nesnelerinin Müslüman yaşam tarzlarına girmesinden bahseden Böhürler, "'Felsefesi olmayanın dinî yaşantısı da olamaz' gerçeği ile ne zaman yüzleşiriz bilmiyorum" dedi.

Böhürler'in Diyanet Dergisi'nde "Dindarlaşıyoruz Derken Uzlaşmaz Çelişkilerimiz" başlığıyla yayımlanan (Kasım 2014) yazısı şöyle:

 

Bir zamanlar

 

Bizim nesil için başını örtmek zor bir karardı. Böyle bir kararın; o zamanki toplumun ön kabullerine zıt bir kuralı yerine getirmek dışında zorlukları vardı.

Nasıl örtecektik başımızı? Ne giyecektik, nereden bulacaktık tesettüre uygun kıyafetleri? Hem dinî kurallara hem de zevkinize uygun kıyafet bulmak zordu. Örtünme kararı ile birlikte derme çatma bir giyim hâline alışmanız gerekiyordu. Belki de bu nedenlerle o yıllarda örtünme tarzı fazlasıyla kişiseldi. Tasarlanmış ve üretilmiş tesettür kıyafetleri henüz ortalarda yoktu.

Diğer taraftan da o yıllarda zaten; modernizme, kapitalizme, Batı hayat tarzının bizi kuşatmasına karşı olmak, dindar kimliğimizin özünü oluşturuyordu.

Modaya ve de külliyen tüketim toplumuna, konfor sahibi olma çabasına karşıydık. Robadan bol elbiselerle, büyük baş örtüleri kullanmak muteber bir şeydi. Estetik beğenilerimizi rafa kaldırarak ya da en asgaride tutarak örtündüğümüz yıllardı. Sadece örtünme biçimlerimiz değil hayatlarımız da böyleydi. Evlere halı-koltuk-yatak odaları falan alınmazdı. Hz. Fatıma’nın çeyizi, Hz. Ayşe’nin hayatı gibi konular gündemimizi daha çok meşgul ederdi.

 

Çok şıksınız!

 

Bu ifade o yıllarda iltifat değil, hakaret içeren bir kavramdı. Yeterince dindar olmamayı çağrıştırırdı. Şık olmak ne demekti? Modernizm, kapitalizm, moda endüstrisi… Analizler bu sözün arkasından bir araba laf olarak önümüze düşerdi. “Anti şık” olmayı dindarlığımızın bir parçası olarak görüyorduk. Başımızı örtmek ile birlikte gelen bagaj: Sade bir hayat+az eşya+konfor talep etmemek+bol yardımlaşma+idealizmdi. O yıllarda mütedeyyin kesim dinî kimliğini korumanın yanı sıra, tedirginlik ve kompleks taşımayan özgüvenli bir dinî kimlik oluşturmanın mücadelesinin içindeydi.

 

Hayat tarzı

 

Statü kaygısı da arzusu da o yıllarda henüz güçlenmemişti. Toplum bizi onaylasın diye bir dert yoktu. Cahiliye toplumundan bu beklenmezdi. “Hayat tarzı” kavramı gündemimize girmemişti. Zira bu “tarz” meselesi kapitalizmin tuzağı değil miydi? “Style” kavramını külliyen reddediyorduk. Yeni evlenen arkadaşlarımızın eşyasız, düğünsüz, giysisiz, takısız (yokluktan değil, ilkesel olarak) gelin gidişlerine isyan eden annelere “Allah böyle sadelik emrediyor, biz de ona uygun yaşayacağız” derdik.

Yaşantımız; dinî kuralların yanı sıra içinde modernizm ve kapitalizm eleştirisini barındıran bir felsefeyi taşıyordu. Tarihi, siyaseti, kuramları içeren kitapları okuyup tartışmalar yapma önceliğimizin de bu süreçlerde payı büyük.

Bunları; geçmişe bir övgü olarak yazmıyorum. Değişimin boyutlarını idrak etmek için geçmişe bir projeksiyon tutmanın önemine inanıyorum. Nereden nereye derken ölçütüm para ve konfor ya da giyinmek ve kuşanmaktan ziyade eşyaya bakış.

 

Şimdiki zamanlar

 

Aradan çok zaman geçti. Bir asır değil elbette. Ancak dünyanın belki de en hızla değişen zaman diliminde mütedeyyin kesim de değişti. Örtünenler çoğaldı, “style” örtünmeyle ilgili temel kavramlarımızdan biri hâline geldi. Artık hepimizin bir ‘hayat tarzı’ var. Evimizden bahçemize, giysilerimizden ibadet mekânlarımıza, dinî kurallara uygun yaşayalım derken bir anda kendimizi tasarımcıların, üreticilerin, modanın kısaca “style” üreten her şeyin ve en özetiyle kapitalizmin dişlilerinin içinde buluverdik. “Ah çok şıksınız” sözü artık bir iltifat.

Çünkü artık şıklık aynı zamanda bir statü sembolü!

Artık ‘din anlayışımız’ modernizm eleştirisi ya da kapitalizme karşı geliştirilen argümanlardan şekillenmiyor. Kendimizi kapitalist dünyanın bir parçası hissederken bir suç işliyormuş duygusu kaplamıyor artık benliğimizi. Zengin sahabiler imdadımıza yetişiveriyor. Küreselden bireysele, sistem eleştirisine kapattık zihinlerimizi. Neyin doğru olduğu konusunda kafalarımız karışık.

 

Yaşam tarzımıza sızan Hristiyan sembolleri

 

Doğru ve yanlışı tek bir açıdan bakarak tanımlayamayız. En doğruyu ararken kişilere değil ilkelere bakmak gerekiyor. Bu nedenle bugün mütedeyyin kesimde görülen değişikliğin sebepleri konuşulurken, ekonomik imkânlardaki artışın ötesinde analizler yapılması gerekiyor.

Belki de geçmişteki anlayışımız /dünyadan vazgeçerek dindarlaşma modeli / doğru değildi. Ya da İslam’a tamamen siyasal bir proje olarak bakmak.

Belki de bunların arasında bir orta yol bulmamız gerekiyor. Diğer taraftan ise dindarlığın ameli kısmına odaklanarak, felsefesine bigane kalmanın sonuçlarına da bakmak gerekiyor. Diğer taraftan dindar yaşantımıza mikslediğimiz âdetlerin kültürel dinî kodlarını da bilmek gerekiyor ki ortaya çıkan absürd hâlleri fark edelim.

Kapitalizmin; üretim-tüketim kısırdöngüsünün içine insanı hapseden felsefesini bilmezsek, neye niçin karşı olmamız gerektiğinin farkında olamayız. Bize sunulan içeriklerin bizi dönüştüreceği biçimleri göremeyiz.

Mesele tüketmenin ötesinde bu dünyanın temsil ettiği ve ruhumuza sızan semboller. Burada sınırı nerede ve hangi ilke ile koyacağız. Hristiyan dünyasına ait sembollerle ve kültürle şekillenmiş tüketim nesnelerini bir Müslüman olarak hayatımıza sokarken çelişkilere hiç kafa yormayacak mıyız?

 

Absürd 'party'

 

Katar’da bulunduğum zamanlardan birisinde Sevgililer Günü’ne denk gelmiştim. Yerlere kadar siyahlar giymiş, peçeli kadınların eşleriyle mumlar, güller dolu masalarda Arapça çalan St. Valentine müzikleri eşliğinde kutlama yapması bir Müslümanın absürd anları olarak zihnimde yer etmişti.

Geçenlerde örtülü bir genç hanımın, İslami kesimde baby shower partileri yaptığını, bunun için bir site açtığını söylemesi de bana aynı çağrışımı yaptı.

“Müşterin var mı bari” diye sorduğumda iyi para kazandığını söyledi. “Nasıl yani, bebek mevlidi mi” derken, “Öyle bir şey işte” diyerek konsept tasarımlarını anlatmaya girişti: Baby shower, doğumdan bir iki ay önce konseptli parti olarak hazırlanıyormuş. Bizim evlerde güzel bir gelenek olarak yaşattığımız bebek mevlitleri ise artık düğün salonlarında, büyük organizasyonlarla âdeta annenin ikinci bir düğünü gibi gerçekleşiyormuş. Bir ‘party’ havasında yani.

Üzerinde Kâbe ya da cami resimli doğum günü pastaları, sosyetik umre turları, lüks ve israf içinde dinî şova dönüşen İslami hayatlara artan ekonomik refah değil, sığlaşan din algısı üzerinden bakmak gerekiyor.

Ya da her geçen gün sayıları artan Instagram hesaplarında baş örtülü kıyafetlerle kombin denemeleri yapıp bunu takipçileri ile paylaşan genç hanımlar.

Hafızlık bitirirken ‘party’ yapmak mesela! Üzerinde Kur’an-ı Kerim’in ilk iki sayfasının olduğu pastaları yapan pastaneler bu yeni ‘concept’i üretime sokmuşlar bile. Hayır davetleri de artık bir ‘party’ havasında geçiyor. Bu davetler vesilesiyle giysiler ya da kırmızı tabanlı ayakkabılar, hayır gündeminden daha fazla konuşuluyor. Tesettür defileleri ise hayır davetlerini daha bir cazip kılıyormuş!!!

Tabii ki tüm ‘party’lerin mutlaka fotoğraflanması ve paylaşımı gerekiyor. İşte bakın biz buradaydık “Elhamdülillah hayır da yaptık!”

"Rabbim sana şükürler olsun" hashtag’iyle paylaşılan umre ziyaretleri ise ayrı bir konu.

‘Good Bye Boys’ yazılı maskelerin takıldığı bekarlığa veda partileri yapmanın yanı sıra, parti kızlarının baş örtülerini takıp çektirdikleri fotoğrafları ille de paylaşmaları üzerine söylenecek söz kalmıyor.

Moda haftalarındaki defilelerde baş örtülü sayısının çokluğu bir vaka iken bir de bununla övünülmesi ortaya çıkan ‘absürd’ hâlleri çok iyi ortaya koyuyor. Diğerlerini böyle mekânlarda baş örtülü görmeye alıştırmanın gururu ve sevinci ise ayrı bir ‘çelişki ‘meselesi. “Bar”da bir baş örtülü görmeninyadırganacak bir tarafı olmamalı mı? Olmamalı mı?

Gösteri toplumuna odaklı çağa mütedeyyin kesimlerin ve gençlerin elbette bigane kalması mümkün değil. Ancak dindarlık da hayata bakış ve yaşayış konusunda iki-üç ritüel dışında bir fark ortaya koyabilmek iddiası taşımalı.

 

Mesele giyim kuşam mı?

 

Bugünlerde mütedeyyin çevrelerden hangi genç kızla konuşsam “moda tasarımcısı” olmak istediğini söylüyor. Takip ettikleri ünlüler modacılar, rol modeller, oyuncular. Sohbette kıtlık çekilmiyor. Bilgi birikimi süper. Süper de biz Müslüman kimliği ile bunun neresindeyiz? Bu soruyu her sorduğumda yüzüme uzaylı gibi bakanları görüp kendimi tarihin sayfalarına gömmek istiyorum. Baş örtüsüyle stil ikonu olmak isteyen ‘baş örtülüler’ uzaydan gelmedi.

Bu nedenle öz eleştiriye kendimizden başlamalıyız belki de. ‘Dini anlatmaya nereden başlamalı’ sorusunu sormamız gerekiyor.

Kendi kafamıza göre sevdiğimiz kıssalardan bir kuple ile dinî eğitim olmayacağını ne zaman görürüz?

“Felsefesi olmayanın dinî yaşantısı da olamaz” gerçeği ile ne zaman yüzleşiriz bilmiyorum.

Yeniden dindar bir kimlik inşası için üst baş meselesini bırakıp ruhları onarmaya, hayata anlam katmaya ihtiyacımız var. Dışımızı imar ettik ama içimiz bomboş. Bugün örtünen bir kız çok güzel kıyafetler bulabiliyor. Hem tesettürlü hem şık. Bu da dinî o kadar cazip hâle getiriyor ki. Ama başımızı örttüğümüzde sihirli bir değnek dokunmuyor. Burada Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’nun “Şov ve Mahrem” kitabını tavsiye ederim. Sanırım ilk baskısının üzerinden bir 10 yıl geçti ancak hâlâ güncel ve bugüne dair önemli şeyler söylüyor.

 

21. yüzyılın dindarlık modeli ne olmalı?

 

Diğer taraftan İslam dünyasında; kadınların, eğitim, çalışma hayatı ve toplumsal rollerinin artması ile birlikte dinî kurallara uygun giyim kuşam tarzları oluşturma süreçlerini de bir realite ve ihtiyaç olarak önemli buluyorum. Yaptığımız işler giysilerimizi de hayatımızı da şekillendiriyor. Bundan kaçmak da mümkün değil. Gençlerin giyinmeye ilişkin arayışları, kendilerine stil oluşturma çabaları da elbette takdire şayan. Endonezya’da yaşayan bir Müslüman hanım elbete 21. yy insanı olarak kendine göre bir tarz oluşturacak, Türkiye’de yaşayan da. Burada kurallar koymak “O yanlış bu doğru” klişeleri oluşturmak ve bundan sonuç almayı beklemek de mümkün değil. Dindar olmanın tek bir kalıbı yok. Dışardan müdahele ile içerde değişim yapmak mümkün değil.

Elbette gençler kendilerine bizden farklı bir yaşam kurgulayacaklar. Ancak Müslümanım diyorlarsa İslam’ın felsefesini benimsemeleri gerekiyor. Bunu yapan ve burada mevzubahis etmediğimiz çok genç olduğunu da biliyorum. Bunları da ayrıca görmek. gerekiyor. Ataların dinini taklidi yasaklayan İslam’ın müntesiplerinin de bu tuzağa düşmemesi gerekiyor.

Semboller ile ‘yaşam tarzı’, ‘style’, ‘dizayn’, ’tasarım’ gibi kavramlarla hayatımıza sızan kültürü tanımak farkındalık oluşturmak gerekiyor. Burada bir farkındalık geliştirmeden yanlış ve doğruyu anlatmak mümkün olmaz. Kimin nasıl örtündüğü ya da örtünmediği üzerine kafa yormadan önce belki de yapmamız gereken bu! İlkeleri ve fikri öne almaz, eylemlere odaklanırsak içeriği boş dindarlık şovları etrafımızı kuşatacak…