Cumhuriyet'ten Esra Aliçavuşoğlu, pornografik olduğu gerekçesiyle eleştirilen yapıtlarıyla son haftalarda gündemden düşmeyen Taner Ceylan'ı ve sanatını kaleme aldı...
Londra Sotheby’s müzayedesinde rekor fiyata satılan “Ruhani” ve müzayede kataloğunun kapağındaki “Boksör” adlı yapıtı ile gündeme gelen Taner Ceylan ismi birkaç haftadır pek çok gazete sayfasında karşımıza çıkıyor. Özellikle onun da pek alışık olmadığı türden, olumlu ve “kutsayıcı” başlıklarla. Oysa çok değil, birkaç yıl öncesinde resimlerindeki cinsel temalar nedeniyle öğretim görevlisi olarak görev yaptığı okuldan uzaklaştırılmış, kişisel sergisinde yer alan bir resim, kataloğu basan matbaa tarafından reddedilmiş, Dan Cameron’un küratörlüğünü yaptığı 8. Uluslararası İstanbul Bienali’nde sergilenen “Taner Taner” yapıtı 18 yaşından küçüklere yasaklanmıştı... Kısaca sanatçı, bir süre önce yaptığı işlerle değil, bu işlerin muhafazakar yaşamımıza bir tehdit gibi algılanması nedeniyle anılıyor, konuşuluyordu. Sanat tarihimizde politik işleri nedeniyle yasaklanmaya, bastırılmaya çalışılan sanatçılara rastlamamıza karşın cinsel politikaların baskıcı yapısıyla Taner Ceylan’dan önce bu denli yüzleşmemiştik. Ayrıca, bir sanatçının bu türden heteroseksist baskılarla yıldırılmaya ve üretiminin göz ardı edilerek “müstehcen” ve “pornografik”e indirgenmesine de pek çok kişi ses çıkarmamıştı. Ama bugün yapıtlarının “çok para etmesi” ve uluslararası sanat piyasasında kabul edilmiş olmasıyla Taner Ceylan, bir zamanlar onunla aynı akademi partisinde eğlenmiş olmalarından pay çıkarmaya çalışan gazete yazarlarının köşelerinde yer alıyor. Bunun nasıl bir iki yüzlülük olduğundan söz etmeye sanırız gerek bile yok. Taner Ceylan o gün olduğu gibi bugün de ortasında yer aldığı durumu çözmekte zorlanıyordur herhalde.
Peki Taner Ceylan kimdir ve sanatsal tavır olarak günümüz sanatı içinde nerede yer almaktadır? 1990’lar Türkiye’de çağdaş sanatın büyük bir sıçrama yaptığı, söylem çeşitliliğinin yoğun olarak hissedilmeye başlandığı yıllar olarak tanımlanabilir kabaca. Başkalaşım süreci olarak özetlenebilecek bu dönemde, yenilikçi süreç ivme kazanır. 1990’larda sanatçılar kendilerinden önceki yılların birikimlerini olgunlaştırmış; bir tavır ortaya koyabilmiş; ele aldıkları temalar ve biçimsel çeşitlilikle bu yılları dönemsel bir üsluba dönüştürebilmiştir. Bu döneme bir üslup özelliği katan, asıl olarak içeriksel değişim ve çok dilliliktir.
Sınır tanımaz sanatçı
Teoriden; felsefe ve sosyolojiden beslenen sanatçılar farklı disiplinlerle yoğun bir ilişki içindedir. Sanatta kültürel kimliklerin, coğrafyanın, yerleşik kalıplara karşı geliştirilen düşüncelerin ele alınışı, postmodernizmin bu yıllarda Türkiye’de yavaş yavaş etkin olmasına da bağlanabilir. Teori bu yılların sanatçıları için temel başvuru kaynağıdır.
İşte bu çerçevede Türkiye’de 1990’lardan itibaren küreselleşme ve postmodernist teorilerin aracılığıyla çeşitlenen, sanatçının kendi dünyasını ve toplumsal olanı merkeze alarak kültürel kimlik, cinsel kimlik, toplumsal bellek, kişisel mitoloji, kurmaca kimlik gibi, kimi zaman politik yönelimleri de içine alan, farklı mecraları kuşatan işler ürettiği görülür. Bu dönemin sanatçıları evet kendilerini merkeze alırlar ama toplumsal olanla bağları da bir o kadar güçlüdür.
1980’lerin ehlileştirilmiş görünen içe dönük yapısı, 1990’lardan itibaren dışavurumcu bir dinamizmi, çeşitliliği, çok yönlülüğü ve deneyciliği içerir. Tüm bunlar disiplinlerarası ve politik bir içerikle farklı eksenlere taşınır.
1990’lardan itibaren yeni bir görsel kültür de oluşur. Bu dönemin sanatçısı sınır tanımaz, hatta sınırlardan nefret eder. Hayatı kavramayı her şeyden daha çok ister! Ciddiyet ve ironinin atbaşı gittiği işler üretilir; her şeyi tartışmak, her konuya eleştiri getirmek isteyen yeni bir dönemdir artık yaşanan. Eleştirel bilinç belki de hepsinin ortak noktasıdır.
Daha sahici ve daha az pornografik
Kültürel kimliklerin yanı sıra cinsel kimlik de 1990 sonrası sanat pratiklerinde sanatçıların irdelediği konuların başında gelir. Kısaca tanımlamaya çalıştığımız 90’lar kuşağının isimlerinden biri olan Taner Ceylan ise ifade biçimi olarak, geleneksel bir malzemeyi, tuvali kullanır; ancak ele aldığı tema, cinsel kimlik ve dolayısıyla kullandığı imgeler, sanat ortamımızda daha önce bu denli açıkça ifşa edilmemiş olmasıyla hem yeni, hem de ilktir. Ceylan’ın yapıtlarının birçok kişi tarafından “ahlaksız”, “cüretkar”, “çirkin” gibi hayli olumsuz sıfatlarla eleştirilmiş olmasını çıplaklığı ve dolayısıyla sanattaki karşılığını salt kadın bedeni ile sınırlandıran ikiyüzlü bir anlayışa bağlayabiliriz. Sanat tarihinin pek çok başyapıtının kadın bedenine odaklanan “uzanan çıplak” ve “nü” resimlerden oluştuğu düşünülürse, Ceylan’ın bunu ters yüz ederek kullanması hem yerleşik algımızı kesintiye uğratıyor, hem de kadın bedenini metalaştıran anlayışı rahatsız ediyor. Ceylan’ın kullandığı eşcinsel imgeler, özellikle de bunların pornografik nitelikler taşıması, aslında cinselliği salt çıplaklık ve kadın bedeni olarak gören anlayıştan çok daha sahici ve daha az pornografiktir denebilir sanırız.
Pornografik ya da daha zarif bir ifadeyle erkek bedeninin estetik yapısını en ince ayrıntısıyla ele alan Taner Ceylan’ın oto-portreleri ise, bu imgelere takılıp kalan pek çok kişi tarafından arka plana atılıyor. Oysa sanatçının kendi portreleri sanat tarihindeki oto-portre geleneği içinde çok farklı ve daha önce karşımıza çıkmayan bir içeriği görselleştiriyor. Özellikle de bu resimleri gerçekleştiren sanatçı olarak tanımladığı oto-portreleri...
Özel ve mahrem gibi kavramları tekrar düşünmemezi sağlayan, kendi olma sürecini resimlerinin ana teması yapan Ceylan’ı kaygan zeminli sanat ortamında dirençle durduğu için kutlamak gerek. Bu kutlamayı uluslarararası sanat camiası bir süredir yapıyordu zaten. Kendi topraklarında ihtiyacı olmadığı halde “iade-i itibarı” bazı çevreler tarafından verilmeye başlanan sanatçının “kabul görmesi” için, muhafazakarlaşan bu ülkede daha ne kadar zamana ihtiyaç olduğunu kestirebilmek çok zor.