20 Eylül 2015 18:55
40 yılı aşkın süredir sinema eleştirmenliği yapan ve bu alandaki en deneyimli isimlerden sayılan Atilla Dorsay, Atatürk Kültür Merkezi'ni bilmemesi ve "Topkapı Sarayı'nda şaraplı minderli konsere izin vermem" açıklamasıyla gündeme gelen Kültür Bakanı Yalçın Topçu'ya "Allah böyle bir kültür bakanı vereceğine, bütün bu Kültür Bakanlığı’nı kaldıralım çok daha iyi" açıklamasıyla tepki gösterdi.
Sanatçıların Ak Saray'da düzenlenen resepsiyona katılmalarını eleştirdi. "Beştepe’de adı konmamış bir diktatörlük var. Adı konmamış bir tek adam otoritesi var. Dolayısıyla Beştepe’ye gitmek bütün bu Anayasa’yı aşan bir şekilde yetki kullanma olayına katılmak demektir" ifadelerini kullanan Dorsay, "şahsen yaldızlı davetiyeler bile gelse oraya ayağımı atmam" dedi.
"Cüneyt Arkın çok iyi bir oyuncu olamadı" diyen Atilla Dorsay'ın Bugün gazetesinden Hüseyin Keleş'in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
-Siz sinema yazmaya 71 muhtırasından hemen önce başladınız. O sert ortamda sinemaya odaklanmak nasıl bir tecrübe kazandırdı.
66’da başladım yazmaya. Türk Sineması’nın çok kötü dönemlerini yaşadım. 60’larda bizim sinemamızı yakından tanıdım. Daha önce merakım Batı sinemasına yönelikti. Sonra 1970’te Umut filmle başlayan bir Türk Sineması eleştirmenliği dönemine girdi. Birkaç yıl gayet iyi gitti. 70’lerin başı çok parlaktır aslında. Ama 74-75’lerden itibaren erotik filmler dönemi geldi. Sinemanın en güçsüz, en bunalımlı dönemleridir o dönemler. Ama ne oldu, o da atlatıldı. 80’lerden sonra bambaşka bir sinema geldi. Bir yandan 12 Eylül’ün getirdiği kısıtlamalar… Sol, hatta bir anlamda sağ fikirler doğru dürüst dolaşamaz, savunulamaz oldu.
Ama 80’lerin Türk Sineması’na getirdiği birçok şey var. Her şeye rağmen yani genel baskı ortamına rağmen yeni yönetmenler geldi. Hem kadın yönetmenler geldi, hem de filmlere kadın kahramanlar geldi. Birey ortaya çıktı. 90’lar malum büyük bunalım. Ama 1995’ten itibaren yeniden başlayan bir canlanma olayı var ki, o da çok önemlidir. Ve 2010’dan itibaren sinemamızın artık yükselmesi, parlaması, dünyada tanınması bugünkü döneme bizi getirdi.
-12 Eylül’den sonra birçok politik film yapıldı aslında. Bu bir başkaldırı mıydı?
Tabii ki. Ama politik filmler hemen başlamadı. İlk başlarda hiç yapılamadı. Yılmaz Güney Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştı zaten. Onun filmleri uzun süre Türkiye’de gösterilemedi. 79-80’lerde yapılan kimi filmler, ya çok zor koşullarda gösterildi ya da hiç gösterilemedi. Ama ne oldu? Toplumsal yasalar yine işledi. Dünyada uyanış yıllarıydı zaten. Türkiye’nin de tümüyle bunun dışında kalması mümkün değildi. 1984-85 yıllarından başlayarak, bırakın sol fikirleri falan bizatihi 12 Eylül’ü konu olarak alan ve eleştiren filmler yapılmaya başladı. Onların arasında önemli filmler vardır. Mesela ‘Dikenli Yol’ vardır, İsveç’ten gelen Muammer Özer’in filmleri vardır.
-Bu politik filmlerin rahatça yapılabilmesinde Özal’ın bir etkisi var mıydı?
Evet vardı. Özal ekonomi açısından aslında yararlı işler yaptı. O yıllarda ‘Anti-Özal’ bir kampta idik hepimiz. ‘Türk Parasını Koruma Kanunu’ döneminde, Türkiye’ye çok çağ dışı bir çerçeveyle bir hapishane haline getiren yasaların iptal edilmesi, serbest ticaret, liberal ekonomi o yıllarda bize öcü gibi gözüküyordu. Sonra anladık ki dünyanın gidişatıyla birlikte zaten 80’lerin sonunda Komünizm yıkıldı, Sovyet Rusya yıkıldı ve Kapitalizm tek ekonomik çözüm oldu. Liberal ekonomi de toplumların tek çaresi haline geldi. Komünizmin çökmesinden de önce Özal sayesinde Türkiye’de bu liberal ekonomi ve daha özgür bir atmosfer ortaya çıktı.
-Hani o sizin bahsettiğiniz 84-85’lerde yapılan politik filmler, aynen o sertlikte şu anda yapılabilir mi?
Şu anda politik filmler yapılıyor zaten. Politika hayatımızın içine o kadar girdi ki… Politik filmler her dönem yapıldı. 60’larda başlandı,
70’lerde 12 Mart’ın getirdiği koşullarda da yapıldı. 70’lerin ikinci yarısında hızla 12 Eylül’e doğru kayan son derece karmaşık bir dönemde de yapıldı. Yani politikayla sinema, Yeşilçam’da kuramadığı ilişkiyi 60’lardan itibaren tekil örneklerle kurabildi.
Şimdi de politik sinema var. Hiç politik gözükmeyen filmlerde bile en azından fonda Türkiye’nin toplumsal koşullarını gayet sağlıklı biçimde saptayan filmler var.
-Bir röportajınızda 12 Eylül için ‘Sansürün en sert yaşandığı dönemdi’ diyorsunuz. O günden bugüne gelindiğinde, bugün sansürün etki alanı nedir?
Şu anda sansür yok gibi bir şey. Bizim bildiğimiz anlamda bir kurul toplanacak da filmleri yasaklayacak. Türk Sineması yıllarca bunlarla boğuştu. Üstelik senaryo sansürü denen korkunç bir şey vardı. Ben yıllar boyu sansür üzerine yazılar yazdım. Bugün böyle bir şey yok. Sansür kurulları sembolik olarak var. Bazen festivallerde olaylar oluyor. Özellikle AK Parti’nin her şeye rağmen sinema üzerinde de estirmeye çalıştığı terör olayı yok değil. Ama tabii köprülerin altından o kadar sular aktı ki, eskisi gibi bir sansür ü yeniden hortlatmaya, canlandırmaya imkânı yok.
-Peki, böyle bir canlandırma yapılmak isteniyor mu?
İstiyorlar. Çünkü toplumu git gide otokrat bir yönetime, tek bir kişinin iktidarıyla yönetilen bir toplum haline getirmeye çalışıyorlar. Gidişatımızın nereye olduğu malum. Bundan 2-3 yıl önce Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde, Dolmabahçe Sarayı'nda bir toplantı yapılmıştı. Bütün sinema âlemi çağrılmıştı. Ben de gittim. Erdoğan bize çok güzel bir konuşma yaptı. Kendi kaleminden çıkmadığı belli, iyi bir konuşmaydı. Yılmaz Güney’i de rahmetle anan bir konuşmaydı. Dedim ki, bu iktidar tek tük de olsa olan sansürü kaldıracak. Ama nerde! Son iki yıldır gidişatın tam tersine olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla herhalde bunların da akıllarından o eski sansürü, belki daha da görkemli bir biçimde hortlatmak geçiyor. Ama bunu artık yapamazlar.
Tabii yapılamaz denilen ama yapılan o kadar çok şey oldu ki, aman Ya Rabbi! Düne kadar hayal bile edemeyeceğimiz antidemokratik, anti çağdaş, son derece baskıcı olaylar vuku buluyor. Türkiye’nin en büyük gazetesinin önüne iki günde iki kez insanlar gelip gazeteye girmeye kalkıyorlar. Neredeyse şans eseri giremiyorlar. Girseler birkaç kurban verilecek orada. Türkiye olarak bir daha silinemeyecek bir leke oluşacak. Allah’a şükür olmadı ama bunların olabildiği olaylar, iktidar tarafından ciddi bir biçimde kınanmıyor. Tam tersine orada en terbiyesiz bir biçimde konuşan bir AKP milletvekili onurlandırılıyor. Belki iyi oluyor.
Önemli bir toplumsal tecrübe kazanıyoruz. Türkiye şu anda bir laboratuvar. Olumlu yönde çalışan bir laboratuvar değil ama toplumsal dönem böyledir. En olumlu ve en olumsuz şeyler iç içe girmiştir.
-12 Eylül de bir laboratuvar mıydı?
Tabii ki. Ama ne pahalı bir laboratuvar! Allah bize öyle bir laboratuvarı bize bir daha yaşatmasın. 2-3 kuşak gitti. Yalnız idamları falan da kastetmiyorum. İnsanlar rahatça yazamadılar, düşünemediler, seyahat edemediler, fikirleri yüzünden ülkeyi terk edip dışarıda yaşamak zorunda kaldılar. Sürgüne gitmek zorunda kalmayabilirlerdi. Yılmaz Güney Türkiye'de kalır ve son birkaç filmini burada çevirirdi.
-Sürgün dediniz de Mehmet Ali Alabora'nın yurtdışına gitmek zorunda kaldığı aklıma geldi.
O da sürgüne gitmek zorunda kaldı. Neymiş 'Gezi olaylarına destek vermiş', pırıl pırıl bir insanı dışarıda yaşamaya yöneltti. Nazım Hikmet örneği Türkiye'de hâlâ yaşanıyor. 17-25’in esprisi dahi yapılamıyor
-Şu anda Yılmaz Güney hayatta olsa kendi dönemindeki gibi sert filmler yapabilir miydi?
Onu söylemek zor tabii. Bugün sol fikirleri savunabiliyorsunuz. Çünkü sol 'heyula' olmaktan çıktı. Bugün filmlere getirilmek istenen yasaklama, Türkiye'nin hali pürmelalini işleyen filmler için oluyor. Bugün iktidarda olup bitenleri, o 'ayakkabı kutusu' olaylarına, 17-25 Aralık'a temas eden filmleri ya da bunların espri olarak bile senaryoda kullanılmasını yasaklayan bir zihniyet var. Bu meselelerde çok hassaslar. Çünkü bu onlar için var olma, yok olma meselesi. Biliyorlar ki bunlardan dolayı kendilerini ciddi bir sorgulama içinde bulabilirler. Bundan korkuyorlar.
-2013’te Ayşe Arman’a verdiğiniz röportajda kültür konularında AK Parti ye karşı olduğunuzu söylüyordunuz. Şimdi o kategoriye başka alanlar da girdi mi?
Artık AK Parti'yi hiçbir anlamda desteklemiyorum. ‘Suudilerden Fatih Belediye Başkanı'na: İslamcılığı ranta alet edenler’ başlıklı bir yazı yazdım. Ben bu tür şeyler üzerinde duruyorum. Çünkü ülkemizde her şey o kadar kötü gidiyor ki, kendilerine İslamcı süsü veren bir iktidar bugün her şeyi yapıyor. Ne yazık ki, harcanan ‘Barış Süreci’nin böylesine bir kişinin kibrine feda edilmesini, dolayısıyla başlayan Türk-Kürt düşmanlığını ki bu toplumdaki en tehlikeli şeylerden biridir.
-Kibre mi feda edildi süreç?
Gayet tabii. Kibirden de öte çıkarlara feda edildi. Çünkü bunlar iktidarını mutlaka ama mutlaka korumak içgüdüsünü öylesine edindiler ki… Korumadıkları zaman iş çok başka yerlere gidecek. Birtakım şeylerin hesabını vermek zorunda kalacaklar. İktidardan düştükten itibaren açık bir şekilde bazı şeylerin hesabını vermeye başlayacaklar. Bu duruma düşmemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bütün bu kan dökülmesi, iç savaşa giden durum da tümüyle bu iktidarın eseridir diye çok katı bir yargıda bulunmak istemiyorum ama hataları olmuştur. O resmiyete dökülmüş Dolmabahçe toplantısı için Cumhurbaşkanı çıktı da ‘Biz bunu tanımıyoruz’ dedi. Neredeyse o insanlar orada bir araya gelmedi diyecekler. O zaman biz hayal gördük. Bunlar hatalı şeyler. Bakın toplum çığırından çıktı.
Ne yaparsam pişman oluyorum. Bir filme gittim içimde bir pişmanlık hissi var. Bir yazı yazdım bugün pişmanlık duydum. Haberlere bakıyorum, televizyonlara bakıyorum, Türkiye’de 24 saat içinde her şey değişiyor.
Yani şimdi artık Fatih Belediye Başkanı’nın bütün o eski kente el koyma, betonla doldurma projesi bile şu anda önemli değil artık. Bir yanda hâlâ polise, askere, vatandaşa yapılan saldırılar devam ediyor. Her gün şehit vermeye devam ediyoruz.
Öte yandan binlerce Suriyeli Edirne’den sınırı geçip Avrupa’ya gitmeye çalışıyorlar. Böyle şeylerin yaşandığı bir ülkede artık bizim gelip burada film görmemiz, bu konuları işlememiz de gereksiz kaçıyor. Emin ol, yaptığım her şeyden belli bir utanç duyuyorum. Çünkü bunun yanında çok daha önemli şeyler oluyor. Ama herkes kendi alanında bir şeyler yapmak ve yazmak zorunda.
-Biraz önce birkaç sene önce Dolmabahçe’de sanatçılarla yapılan görüşmeden bahsettiniz. 30 Ağustos’ta Zafer Bayramı nedeniyle Cumhurbaşkanlığı sarayında bir resepsiyon verildi. Birçok sanatçı gitti. Eleştirenler de oldu, doğal karşılayanlar da. Siz nasıl değerlendirdiniz?
Saray’a giden sanatçıları tasvip etmiyorum. Çok yakın dostlarım da olsalar, kendilerine göre mazeretleri de olsa tasvip etmiyorum. Bakın ben ‘Akil İnsanlar’a karşı çıkmadım. Çünkü o dönemde işler o kadar yozlaşmış değildi. O tanıdığım sanatçılar grubunun ki, içlerinde Hülya Koçyiğit’ten Kadir İnanır’a kadar çok sevdiğim insanlar vardır. Bu kadar ağırlıklarını koyarak ve toplumdaki sempatilerini kullanarak ‘Barış Süreci’ne katkıda bulunacaklarını düşünüyordum. Ama bugünkü durum başka. Çünkü Beştepe’de adı konmamış bir diktatörlük var. Adı konmamış bir tek adam otoritesi var.
Anayasal yetkilerini çok geniş bir biçimde aşmış bir cumhurbaşkanı var. Bu kullanılan yetkiler Anayasa’ya ihanet eden yetkiler. Dolayısıyla Beştepe’ye gitmek bütün bu Anayasa’yı aşan bir şekilde yetki kullanma olayına katılmak demektir. Beştepe’deki bir resmi kabul, bir tören, bir yemek bence bugün Anayasa sınırları içinde, demokrasinin yaşatılması idealine gönül vermiş hiç kimsenin kabul edebileceği bir durum değildir. Dolayısıyla kimse oraya gitmemelidir. Ben, şahsen yaldızlı davetiyeler bile gelse oraya ayağımı atmam.
-Şehir tiyatrolarında büyük bir kaos olduğu görülüyor. Son olarak Levent Üzümcü ihraç edildi. Nasıl karşıladınız bu durumu?
Bu da baskının bir başka şekli. Şehir tiyatroları, eski adıyla Darülbedayi, Türkiye’nin en eski kuruluşlarından biri. Geçen yıl 100. yılını idrak etti. Böyle bir kurumu bir çiçek gibi korumak gerekirken, ha bire baskı yapılıyor. Kimi Gezi eylemlerine destek vermiş, kimi daha çok özgürlük istemiş, kimisi bir tweet atmış… Bir Kültür Bakanı geliyor, gelir gelmez gafları art arda sıralıyor. Allah böyle bir kültür bakanı vereceğine, bütün bu Kültür Bakanlığı’nı kaldıralım çok daha iyi.
-Jönler iyi aktör olamadı dediğinizi hatırlıyorum. Tarık Akan, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın, Ediz Hun vs... Var mı bu isimlerle ilgili bir sıkıntı?
E doğru. Yeşilçam’ın jönleri yakışıklı oldukları için geldiler. Hepsi kapak yıldızlığından gelmedirler. Kapak yıldızlığında da ne oyun yeteneği araştırılır ne kültür, bilgi ve eğitime bakılır. Kadınlar için de aşağı yukarı öyle. Ama kadınların kendine özgü bir yeteneği var. Onlar daha çok öğrendiler mesleği. Türkan Şoray’ıyla Fatma Girik’iyle, Hülya Koçyiğit’iyle, Selda Alkor’uyla, Filiz Akın’ıyla hepsi çok iyi bir oyuncu oldu.
-Sinemayla ilgili birçok kişi, eleştirileriniz nedeniyle sizinle konuşmuyor. Mesela Mehmet Ali Erbil’i sert eleştirdiniz. Bu mesleğinizin kaderi midir?
Kaderi tabii. Adı üstünde eleştiriyorsunuz ve genelde eleştiri olumsuz anlamda yorumlanır. Değil, eleştiri çok olumlu bir bakış da içerebilir. En azından benim eleştirim öyledir. Çünkü ben sinemayı o kadar fazla severim ki, her filmde mutlaka savunacak bir şey bulurum. Yaşım bilmem kaça ulaştı ama hala gelirim haftanın 5 günü buralarda film izlerim, evimde de klasikleri izlerim. Sinemayla yaşayan bir insanım. Dolayısıyla sinemaya ve sanatçıya o kadar menfi bakmam, yıkıcı bir eleştiri yapmam. Ama her şeyin de doğrusunu söylemem lazım. Mehmet Ali Erbil’i eleştirdim, bana neler söyledi. Bir keresinde Şerif Gören’in bir filmi için bir laf etmiştim. Telefon açıp, herhalde sarhoş kafayla, beni ölümle tehdit etti. Böyle bir sürü polemiklerim var. Yakında anılarımı yazacağım. Şöyle olacak: İki cilt çıkacak. Biri benim anılarım diğeri onunla bağlantılı polemiklerim.
Mesela Fikret Hakan çok iyi bir oyuncu oldu. Aytaç Arman da öyledir. Tarık Akan da zaman içinde iyi bir oyuncu oldu. Kadir de öyle. Cüneyt Arkın’ın bile çok iyi oyunları vardır. Öğrendiler. Ama hiçbir zaman çok iyi bir oyuncu oldular mı? Özellikle Cüneyt için bu soruyu sorarsak, sanmıyorum. Bence olamadılar. Ama burada adını anmayayım, ne kadar ünlü de olsalar iyi oyuncu olduğu söylenemez. Evet, jönler genelde iyi oyuncu olamadılar. Ama Batı’da da böyledir.
© Tüm hakları saklıdır.