Gündem

Atatürk Orman Çiftliği arazisinin üçte ikisi gitti; 102 bin dekardan elde kalan 33,8 bin dekar!

Prof. Keleş: Anayasa ve yasalara aykırı işlemlerle AOÇ'yi bu hale getirenler devlet kurumları...

19 Ağustos 2014 18:35

Kentbilimci Prof. Dr. Ruşen Keleş, son olarak toprakları üzerinde Başbakanlık hizmet binası yapılan Atatürk Orman Çiftliği arazisinin, Anayasa ve yasalara aykırı olarak yapılan devir, temlik ve satışlarla 102 bin dekardan 33 bin 891 dekara düştüğüne dikkat çekti. AOÇ arazilerinin başlangıçtaki varlığının üçte birinden de az bir düzeye düştüğünü vurgulayan Keleş, "AOÇ’nin bugünkü duruma gelmesi sürecinde karşı karşıya olduğu asıl tehditlerin, devletin kendi kurum ve kuruluşlarından geldiği"ne işaret etti.

Prof. Ruşen KeleşProf. Keleş, bu görüşleri, ODTÜ Mimarlık Fakültesi AOÇ Araştırmaları kapsamında kaleme aldığı makalede dile getirdi. Keleş'in "Hukuk ve Ahlak Kuralları Acısından Atatürk Orman Çiftliği" başlıklı makalesi şöyle:

AÇIK VE YEŞİL ALANLAR, KENTBİLİMCİLERİN GÖZÜNDE KENTLERİN AKCİĞERLERİDİR. İnsanın kentiyle birlikte soluk almasına fırsat veren açıkalanlara Batı’nın önem vermesi bundandır. Kentlerin imar planlarıyla, hem varolan yeşil alanları korumaya, onları sanayileşme ve kentleşmenin yıkıcı etkilerinden kurtarmaya, hem de onlara yenilerini katmaya bu nedenle özel önem verilir. Kentbilimdeki “yeşil kuşak” (green belt) ve “bahçekent” (garden city) gibi kavramlar, insanın kent için değil, kentin insan için varolması gerektiği anlayışını yansıtan çağdaşdüşüncelerin ürünüdür.

Günümüzün az gelişmiş ülkeleri, ne yazık ki, kentlerini, çağdaş değerleri gereği gibi yansıtan, kentleşmede insanı ve toplumun uzun dönemli çıkarlarını ön planda tutan bir anlayışa sahip olmak gereğini henüz kavramış görünmüyorlar. Birçoğunun kentlerinde, 21. Yüzyılın başlarında dahi, Batı’nın 19. yüzyılda bile tanık olmadığı kent ve çevre yıkıcılığının akıl almaz önekleri yaşanıyor. Her alanda olduğu gibi, kent toprağında da, ona sahip olmanın sınırsız bir özgürlük bahşettiği anlayışı, kentleri bencillik ve çıkarcılığın biçimlendirmesine yol açıyor.

Akıl çağının bütün toplumlar için sağladığı önemli bir kılavuz başkalarının deneyimlerinden ders almaktır. Kalkınmanın ve kentleşmenin maliyetini azaltabilmek için, bu ülkelerin elinde bulunan en değerli fırsat, başka ülkelerin geçmişte işledikleri hataları görmüş olmalarıdır.

Ankara’yı başkent yapma kararının ardında, Cumhuriyeti kuranların her alanda çağdaşlaşma özlemleri yatıyordu. Çağdaşlaşmayı, dinin ve dindarlığın değil, bilimin ve ussallığın gereklerine her zaman bağlı kalmak biçiminde algılayan Atatürk ve arkadaşları, bu dünya görüşlerini, başta Ankara olmak üzere, kentlerin planlı, düzenli ve sağlıklı gelişmesine de egemen kılmak istediler. İşe, insanların kılık kıyafetinden, kentlerin temizlik ve güzelliğinden başlamış olmaları boşuna değildir. Bu tavırlarını yadırgayanlar olmuştur. Nasıl fesin yerine şapkayı koymakta, kafaların içinde, düşüncede ve dünya görüşünde devrim yapmanın ön koşulunu görmüşse, kentleri çağdaşlaştırmayı da, toplumu çağdaşlaştırmanın başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla, Atatürk’ün, ilk bakışta biçimsel çabalar olmaktan ötede bir anlamı yokmuş gibi görünen kimi çabaları, gerçekleştirmek istediği devrimin özüyle doğrudan doğruya ilgili adımlardır [1].

Atatürk’ün öngördüğü kentsel yaşam, bütün bireylerin insan haklarının tümünden özgürce yararlandıkları ve özdeksel (maddi) ve tinsel (manevi) kişilik ve değerlerini rahatça geliştirebildikleri bir uygar kent yaşamıydı. Gerçekten, Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kent topraklarının iyeliğinin kamu denetimi altına alınması, günümüzde gelişmekte olan ülkelerin özenle sahip çıkmaları gereken çok önemli Kentbilim ilkeleridir. Yeryüzünde çok az sayıda başkent, Ankara gibi, yönetimin ve önderlerin dünya görüşleri ve ideolojileriyle bu ölçüde açık bir özdeşleşme içinde olmuştur.

Atatürk’ün Ankara’yı çağdaş bir anakent olarak görme özlemi, kenti olabildiğince yeşillendirmekle hemen hemen özdeşleşmiştir. Ankara imar planında bu ilginin sayısız örnekleri vardır: Gençlik Parkı, Hipodrom, Ziraat Fakültesi Yerleşkesi ve Atatürk Orman Çiftliği bu yakın ilginin ürünleridir.

11 Haziran 1937’de, özel çiftliklerini Hazine’ye, taşınmaz mallarının bir bölümünü de Ankara Belediyesi’ne bırakmış, böylece, bunların, gelecekte de yeşil alan olarak korunmasını ve bakımını güvence altına almak istemiştir. Zamanın Başbakanı’na o tarihte yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Çiftliklerin yararına dikkati çekmeye değer. Toprağın planlanması ve geliştirilmesi, çevrenin güzelleştirilmesi, eğlenme ve dinlenme amaçlarıyla halka açık alanların sağlanması bunlar arasındadır”.

Atatürk’ün bütün isteklerine karşın, yakın zamanlara değin, Ankara’da aktif yeşil alan kişi başına 2 metrekareyi geçmiyordu. Viyana kentinin toplam alanının % 50’den çoğunun yeşil alanlardan oluştuğunu bilmeyen yoktur. Ünlü ekonomist Benjamin Higgins, 1960’ların başında yazdığı bir makalede, Avustralya’nın yeni başkenti Canberra’nın, bir bahçe-kent (garden city) değil, fakat “kentsiz bir bahçe” olduğunu vurgularken, kentin tümünün yeşil alanlardan oluştuğuna dikkat çekmiş oluyordu. “Berlin’de 3 milyon insanın yanı sıra 14 milyon ağacın yaşamakta olduğu”, çağdaş batının yeşile bakışını anlatmak üzere verilen örneklerden biridir [2].

Önemi nedeniyle, Çiftlik’teki taşınmaz malların gerçek ve tüzel kişilere devir ve temlik edilebilmesi özel yasalarla izin alınmasına bağlı kılınmıştır. Buna karşın, AOÇ’nin kimi bölümleri zamanla özgün kullanım biçiminden çıkarılarak konut, ticaret ve hizmet etkinliklerine ayrılmıştır. 1938’de 3308 sayılı yasayla Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu’na bağlanan AOÇ topraklarından Yönetim Kurulu kararlarıyla satış yapılmasını önlemek için, 1950’de 5659 sayılı yasa çıkarılmıştır. Buna göre, Çiftlik arazisinden gerçek ve tüzel kişilere devir ve temlik işlemleriyle kamulaştırmalar özel yasa çıkarılmasını gerektiriyordu.

Özellikle Demokrat Parti iktidarı döneminde, 6000 ve 6238 sayılı yasalarla Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na, çimento sanayi tesislerine, kömür depolarına, fabrikalara, spor tesislerine ve konut kooperatiflerine toprak satışları yapılmıştır.

Bu eğilim 1960’larda, 70’lerde,  80’lerde, 90’larda da sürdü. Bugünlerde ise dayanılmaz boyutlara ulaştı. 1970’lerde, Tarım Bakanlığı’nca Ankara Belediyesi’ne, hal yeri için arazi (167 hektar) satışına ilişkin yasanın Cumhurbaşkanı’nca veto edilmesi üzerine, hemen iki yıl sonra (1976) 2015 sayılı yasayla bu istek gerçekleştirildi. “Kemalist” görünümlü askeri müdahale dönemlerinde bile AOÇ korunamadı. 1980’lerin başında, Nurettin Ersin orduevi yapılması için Milli Savunma Bakanlığı’na verilmek üzere Çiftlik’ten 747 metrekarelik arazi alınmasına ilişkin bir öneri yaptıysa da tepkiler üzerine önerisini geri çekti. Ama, 1981’de, 2549 sayılı Devlet Mezarlıkları Yasasıyla 150 hektardan daha büyük bir alan söz konusu Bakanlığa satıldı. 1983’te de yine ayni Bakanlığa 2823 sayılı yasayla satışlar yapıldı. Bunları, üniversitelere, hastanelere, otogarlara, karayollarına ve kooperatiflere yapılan satışların izlediğini görmekteyiz.

Sayılarla anlatmak gerekirse, şöyle bir tablo karşısında olduğumuz açıkça görülür:

YILLAR                   ELDEN ÇIKARILAN ALAN (Dekar)

1938-1945……………………………5.250

1950-1960…………………………..11.153

1960-1976…………………………… 1.145

1981-1993…………………………..50.561

Toplam……………………………….68.109

AOÇ’nin bugünkü duruma gelmesi sürecinde karşı karşıya olduğu asıl tehditlerin, devletin kendi kurum ve kuruluşlarından geldiği herkesçe kabul edilmektedir [3]. Bu kurumların başında Tarım ve Orman Bakanlıkları yer almaktadır. Yöntem olarak,  AOÇ’nin toprak kaybı,

a) ya özel yasalarla devir ve satış yapılmasına izin verilerek; ya;

b) kar ortaklığı ve yap-işlet-devret gibi neo-liberal yöntemlerle; ya

c) kiralama yoluyla, ya da

d) herhangi bir protokole dayanmaksızın, yasalara aykırı olarak

gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmektedir. İlk grupta yer alanlara, yıllara göre, 6238 (1954), 6947 (1957), 7310 (1959), 2015 (1976), 2549 (1981) ve 2823 (1983), 4046 (1994) sayılı yasalar örnek olarak gösterilebilir. Bu yöntemle, yalnız 1939-1983 tarihleri arasını kapsayan 44 yılda, 22 bin dekar arazi Çiftlik’ten koparılmıştır. İkinci gruptaki uygulamaların en çarpıcı örneği, Ankara Şehirlerarası Otobüs İşletmesi için Çiftlik arazisinden yer ayrılmasıdır. Son grupta yer alan yasa dışı uygulamanın en önemli örneklerinden biriyse, bir siyasal partinin genel başkanı için Çiftlik toprağı içinde mezar yeri yapılmasıdır. Bu işlemin, 5659 sayılı yasanın 9 ve 10. maddelerine göre “suç” oluşturan bir eylem olduğu görüşüne katılmamak olanağı yoktur [4].

Son olarak, 2006 yılında, 5524 sayılı yasayla, AOÇ, sınırlı bir biçimde Ankara Anakent Belediyesi’nin kullanımına açılmıştır. Bu yasanın verdiği yetkiye dayanarak, Ankara Anakent Belediyesi’nce hazırlanan Koruma (?) Amaçlı Nazım İmar Planı (1/10.000 ölçekli) ile AOÇ, bütün arazileri Belediyenin etkinliklerine terk edilerek, neredeyse yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır [5]. 1992’de (2436) “sit alanı”, 1998’de (5742) ise, “1. derecede doğal sit alanı” olarak belirlenen AOÇ’nin bu niteliği, 2011 yılında değiştirilerek, “3. derecede doğal sit” düzeyine indirilmiştir. Doğal sit niteliğiyle ilgili değişiklik kararının yargıya taşınmış olduğunu biliyoruz.  Kuşkusuz yapılaşma açısından belli adımların atılabilmesine bir hazırlık anlamına geldiği için bu girişim önem taşımaktadır. Sözde koruma amaçlı nazım imar planına ilişkin kararın yürütmesi 2008 yılında durdurulduğu halde, 2011 yılında, 661 sayılı Yasa Gücünde Kararnameyle (m.21), 2015 sayılı yasaya şöyle bir ekleme yapıldı: “Ancak, adalet hizmetlerinde veya Bakanlar Kurulu’nca belirlenecek diğer kamu hizmetlerinde kullanılması amacıyla bu arazinin tamamı ya da bir kısmı, ilgili kamu idaresine tahsis edilmek üzere bedelsiz olarak Hazine’ye devredilebilir”.

Bu konudaki en son gelişmeye ise, Nisan 2012’de tanık olduk. Şöyle ki, Bakanlar Kurulu, 16 Nisan 2012 tarihinde aldığı bir kararla, Atatürk Orman Çiftliği sınırları içinde bulunan Orman Genel Müdürlüğü’nün kullanımındaki Gazi Yerleşkesi arazisini, Başbakanlık Hizmet Binası yapımı amacıyla, 5393 sayılı Belediye Yasasının 73. maddesinin verdiği yetkiyle “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı” olarak ilan etmiştir. (R.G. 27 Nisan 2012, Sayı: 28276).

Bundan böyle atılması tasarlanan adımlar bir yana bırakılırsa, Çiftlik arazisinden bugüne değin yapılan devir, temlik ve satışlar sonucunda elden çıkarılan arazi, AOÇ’nin toplam taşımaz mal varlığı olan 102.000 dekardan düşüldüğünde, geriye 33.891 dekarlık bir alan kalmaktadır ki, bu toplamın üçte birinden azdır (% 33.2).

Bu gelişmeyi, “Atatürk sevgisiyle” bağdaştırmak olanaksızdır. Bu bağlamda, “Atatürk sevgisizliğinden” de ötede, bir “Atatürk düşmanlığından” söz edilmesi abartma olmayacaktır. Ülkemizde de, tersine dönmüş bir değerler düzeni karşısında bulunduğumuz açıktır. Kamu malı üzerinden varsıllaşma, günümüzün geçerli davranış kalıplarından biri olmuştur. Devlet elindeki taşınmaz malların “kamunun sırtında bir yük olduğu”, “satılarak ekonomiye kazandırılması” gerektiği gibi yeni söylemlerden, AOÇ de payına düşeni almaktadır.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi, Çankaya Belediyesi ve Koleksiyoncular Derneği’nce 2008 yılında bir sergi vesilesiyle Atatürk Orman Çiftliği adıyla yayımlanan bir kitapta, AOÇ’e karşı yürütülen “yağma ve talan düzeninin”, Cumhuriyet devrimlerine karşı yürütülen saldırıdan ayrı olarak düşünülemeyeceği, geleneksel değerlerimiz arasında “emanetin kutsal olduğu”, emanete “hıyanet edilmemesi gerektiği görüşlerine yer verilmiştir [6].

Geçmişte (1980’ler), Kemalist Atılım Birliği adlı dernekle AOÇ yöneticileri mahkemelik olmuşlardır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri, dernekler, vakıflar ve benzeri sivil örgütlerin ulusun değerlerine sahip çıkmaya çalışmalarında büyük yarar vardır. Ama, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet aygıtının temel öğelerini oluşturan kurumlar üstlerine düşeni yapmayı savsakladıkları takdirde, sorun yalnız sivil örgütlerin ve meslek kuruluşlarının başa çıkamayacakları kadar ciddi boyutlara ulaşır. Ve şimdiden ulaşmıştır bile. Ama unutmamalıyız ki, devlet aygıtını oluşturan güçlerin de siyasal bilinç ve kültür düzeyleri, toplum yararı anlayışları, dünya görüşleri ve bağlı oldukları sınıfların çıkarlarının bu sonuçta önemli payı vardır. Toplum yararının yanı sıra, hukukun üstünlüğü ilkesine duyulan saygıda da bir erozyonla karşı karşıya olduğumuz dikkat çekmektedir.

Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş amaçları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, çiftliklerle ilgili vasiyetinde yer almaktadır. Tarımsal uygulamalar gerçekleştirmek, ekoloji ile uyumlu tarımsal üretimi ve tarıma dayalı sanayii geliştirmek,  AOÇ’nin bütün gelirlerini yatırıma dönüştürmek, iç ve dış pazarların istemlerine uygun üretim modelleri geliştirmek, üreticilerin örgütlenmesi için örnek oluşturabilecek uygulamalar yapmak, arazi iyileştirmesine ve düzenlemesine önem vermek, sağlıklı bir kentsel çevre yaratmak, gıda güvenliği için model oluşturmak, tarımsal ve kırsal kalkınmaya katkıda bulunmak bu amaçlar arasında özellikle dikkat çekenlerdir [7].

HUKUK KURALLARI ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİNİ KORUMAYA YETERLİ DEĞİL Mİ?

AOÇ arazisinde Çiftliği özgün amacından uzaklaştırarak çeşitli etkinliklere ve yapılaşmaya olanak sağlanırken, ge-nellikle, gerçekleştirilmek istenen yasa kurallarına biçimsel olarak uydurulmuş olduğundan söz edilse bile, hukuk kurallarına biçimsel olarak uygunluğun, yani yasallığın (legality) hiçbir zaman “meşruiyet” (legitimacy) adı verilen, kamu vicdanında rahatlık ve huzur sağlayan, adalet duygularına ve ahlaki anlayışlara ters düşmeyen bir sorumlulukla örtüşmekte olduğundan söz edilemez. Bu nedenle, AOÇ ile ilgili her yasal işlemin, amaç yönünden ussal ya da savunulabilir olup olmadığının sorgulanması onun meşruiyetinin ön koşulu olarak anlaşılmalıdır.

Atatürk Orman Çiftliği, Atatürk’ün özel yaşamı ile özdeş sayılması gereken bir değerler bütününü simgeler. Çiftlik sınırları içinde bulunan Atatürk Evi, İstasyon Binası, Saat Kulesi ve eki Marmara Köşkü gibi yapılar, yakın tarihimizin belli bir dönemini simgeleyen önemli yapılardır. AOÇ ayrıca, tarımsal üretim ve denemeler, tarımsal sanayi ve kentsel rekreasyon işlevleri yönünden de Ankara’nın tarihsel, kültürel ve doğal kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kanımca, başta Anayasa olmak üzere, korumaya ilişkin yasalarımız, bu tür değerlerin gereği gibi korunması için yeterli kuralları içermektedir. Anayasa’nın 63. maddesi aynen şöyledir: “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır”.

AOÇ’nin başına gelenler, Anayasamızın toprak mülkiyeti ile ilgili 44. ve 45. maddeleriyle ile de bağdaştırılamaz. Çünkü,  Anayasa, bu maddeleriyle, devlete, “toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek”, “tarım arazileriyle çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak” ödevini vermiştir. Adından da anlaşıldığı üzere, Atatürk Orman Çiftliği orman niteliğine sahip bir doğal değerdir. Dolayısıyla, Anayasa’nın ormanların korunmasıyla ilgili 169. maddesiyle devlete verilen görevin gereklerinden Çiftlik arazisinin de yararlandırılması gerekir. Sözü edilen madde, “Devlet ormanların korunması ve alanlarının genişletilmesi için gerekli yasaları koyar ve önlemleri alır” diyor. Bu maddede, dikkat edilirse, devlete, yeşil alanları ve ormanları daraltmak, yok etmek gibi bir görev verilmiş olmadığı görülür. Böylelsine ters bir anlayış, ne yazık ki, 2007 Bütçe Sunuş konuşmasını yapan, dönemin Orman Bakanı’nca dile getirilmiştir: Sözleri aynen şöyle: “Ormancılık politikamızın hedefi, devlet ormancılığından millet ormancılığına geçmektir”.

Öte yandan, 2006 yılında yürürlüğe giren ve bardağı taşıran son damla olarak nitelendirilebilecek olan 5524 sayılı yasa, Türkiye’nin 2003 yılında onaylayarak (4881 sayılı yasa) taraf olduğu 2000 tarihli Avrupa Peyzaj Sözleşmesi’nin 5. maddesine de aykırılıklar taşıyor. Söz konusu maddede, “Taraf devletler, peyzajı, bölge ve kent planlama politikalarına ve ayni zamanda peyzaj üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak etkisi olabilecek diğer politikalarıyla bütünleştirmek yükümlülüğü altındadırlar” denilmektedir. AOÇ’ye reva görülen işlemler, peyzajın korunması ve kentin planlanmasında temel bir veri olarak ele alınmasını gerektiren kurala ters düşmektedir. Peyzajın da içinde yer aldığı “çevre” üzerinde insanların temel bir hakka sahip bulunduğu tüm uluslararası hukuk belgelerinde yer almış olduğuna göre, Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, 5524 sayılı Yasanın, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi karşısında geçersiz sayılması gerekmektedir.

AOÇ’yi özgün amacından saptıranlar, değerli hukukçu Güven Dinçer’in haklı olarak eleştiri konusu yaptığı üzere, bir hukuk kuralını daha çiğnemekte sakınca görmemişlerdir. Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. maddesi, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceğini, herkesin, kendi malının geleceğini serbestçe belirleyebileceğini göstermektedir. Özel Hukuk’ta da, birey eğer taşınmaz malının gelecekteki kullanım biçimini bir bağış senediyle belirlemişse, Hazine ve Devlet o taşınmaz malın bu niteliğini bozacak biçimde tasarrufta bulunamazlar [8]. 5524 sayılı yasayla, AOÇ ve Ankara Anakent Belediyesi ararsında yapılacak bir protokolle Belediye lehine “intifa” (yararlanma) hakkı oluşturulması da, Anayasa’nın mülkiyet hakkıyla ilgili kuralına aykırıdır. Ayrıca, Belediye’ye bedelsiz yararlanma hakkı bahşedilmesi, Anayasa’nın 46. maddesiyle de çelişmektedir.

Değerli hukukçumuz Dinçer, AOÇ arazisinin koruma amaçlı planlarla kullanımının değiştirilmesi, Çiftlik arazisine daha önce yapılmış fiili tecavüzler sonucunda oluşan olupbittilerin yasallaştırılması, yol, meydan, alt ve üst geçit, raylı toplu taşım araçlarına ait yollar, yer altı geçitleri ve dere islahı gibi gerekçelerle Belediye lehine yararlanma hakkı oluşturulması, Belediyeye sınırları ve alanı (ada, parsel büyüklükleri) belirsiz bir tasarruf yetkisi verilmesinin, bir hukuk devletinde yönetimin hukuk kurallarıyla bağlı olması ilkesiyle de bağdaşmaz bulduğunu belirtmektedir[9]. Oysa, bu yasayla, yönetime, yerel yönetime, “belirlenemeyen, ölçülemeyen, sınırsız bir toprak kullanma yetkisi” verilmek istendiği apaçıktır. Yasanın, yapılmasını öngördüğü planın adı, sanki “koruma” değil de “korumama”, “yapılaşmaya, ranta ve yağmaya açma planı”dır.

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ’Nİ KORUMAK İÇİN AHLAK KURALLARINDAN YARARLANMA ŞANSIMIZ YOK MU?

İnsanların kültürel ve doğal çevreleriyle, ekosistemle olan ilişkilerindeki davranışları ve bu davranışların oluşumuna etki yapan etmenler, son otuz kırk yıldan bu yana, Çevre Hukuku’nun yanı sıra, Çevre Etiği adı altında bir bilim dalının da önemle ele aldığı konular arasına girmiştir. Daha çok etik sorumluluk çerçevesinde geliştirilen kuralların öğrenilmesi, çevre değerlerini kullanan insanlar, kısaca, kenttaşlar ve yurttaşlar kadar, çevrenin biçimlenmesine yön veren yönetici kadrolar açısından da önem taşımaktadır. Tarihsel gelişme süreci içinde, “iyi” olarak tanımlanabilecek insan davranışlarını “iyi olmayanlardan” ayırt etmekte kullanılan ilk ölçütler dinden kaynaklanmıştır. Günümüzde bile din kurallarından ve “kadim değerlerden” her alanda olduğu gibi, bu alanda da medet uman gelenek bekçileri yok değildir. Bunların inancına göre, doğaya ve çevreye karşı sorumlulukları yerine getirmekten kaçınmanın yaptırımı, kısaca, bireyin Tanrısına vermek zorunda olduğu hesapla özdeştir.

Çağdaş toplumlarda, her ne kadar dinsel kuralların yerini hukuk kuralları aldıysa da, AOÇ örneğinde de açıkça görüldüğü gibi, toplum yararını, gelecek kuşakların varlık ve mutluluğunu güvence altına alabilmek için hukuk kurallarının bile açıkça kağıt üzerinde bırakılabildiğine tanık olabiliyoruz. Bir hukukçu arkadaşımızın haklı olarak belirttiği üzere,  “hukuk toplumu” olmaksızın, “hukuk devleti” olmayı başarmak olanağı yoktur. “Yasal” olanla “meşru” olan arasındaki ince çizgiyi kavrayacak ve gereğini yapabilecek bir kültür ve bilinç düzeyine varmamız gerekmektedir.

Günümüzün toplumlarında, tarih, kültür, doğa, mimarlık varlıklarına, kısaca çevre değerlerine duyulan sorumluluk, hukuk kurallarının yanı sıra ahlak kurallarına da dayanmaktadır. Bu kurallar, toplumların değer dizgelerinden, demokratik gelişmelerinin varmış olduğu aşamadan ve siyasal kültürlerinin düzeyinden etkilenirler. Ülkemizde, çevre bilincinin düzeyinde, 1970’ler sonrasında belirli bir yükseliş gözlemlenmekle birlikte, bu tavır değişikliğinin uygulanan politikalara ve özellikle devlet ve siyaset adamlarının ve onların buyruğu altındaki bürokratların eylem ve işlemlerine tam olarak yansıdığı söylenemez. Yaşadıklarımız, belli bir uygulamanın yasalara uydurulsa da, ahlaka uygun olmayabileceğini gösteren örneklerin uzun bir listesidir. Her ne kadar AOÇ’nin “yok edilmesi” olgusu tekil bir olay gibi görünüyorsa da, işin özünde, kamu malına saldırının ve bu doğrultudaki politikaların kural haline getirilmiş olması vardır . Ülkemizde iş başındaki kimi politikacıların “devleti en büyük toprak ağası” sayan, devlet elindeki taşınmaz malları satarak “ekonomiye kazandırmayı” ısrarla yinelemelerini, kent plancılığının tarihsel ve rasyonel işlevleriyle bağdaştırmaya kesinlikle olanak yoktur [10]. Yabancı gerçek ve tüzel kişilere toprak satışı sınırını 2.5 hektardan 30 hektara çıkarılması ve karşılıklılık ilkesinin kaldırılması gibi adımların da  büyük hatalar olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.

İyi olan davranışı iyi olmayandan ayırt etmek üzere Çevre Etiği’nin geliştirmiş olduğu yaklaşımların başında doğal durumun ve rahatsız edilmeyen bir çevrenin “en iyi durum” olduğu ve bu amaca yönelen davranışların “iyi” olarak nitelenebileceği anlayışı gelmektedir. Çevrecilerce tarih ve doğa varlıklarının birer “kamusal emanet” (public trust) sayılması, özgün niteliklerinin bozulmasına yönelen davranışların ise, “emanete ihanet” olarak nitelenmesi bundandır. Bu türlü değerler, geleceğin kuşaklarına, geçmişten devralındıkları biçimden daha kötüleşmiş olarak devredilemezler. Çünkü, bunlar, geçmişten “miras” olarak değil, gelecek kuşaklardan “ödünç” alınmış değerlerdir. Miras sayılsalar bile, bu duru mirasyedi mantığı ile kullanılmalarını gerektirmez. “Kuşaklar arası çevresel adalet” ilkesini göz ardı eden bir koruma plancılığı, gerçekte, çevre etiği kurallarından habersiz olanların işidir. AOÇ’nin yok edilmesine yönelen davranışlarda çağdaş kapitalizminin dayandığı aşırı tüketim kültürünün insanı doğasına ve doğal değerlerine yabancılaştıran, maddi olmayan değerlerin yerine hızla rant odaklı maddi değerleri yerleştiren özelliklerinin de azımsanmayacak etkisi vardır [11].

Kimi çevre etikçileri, insanla çevresi arasındaki ilişkilere yararcı (utilitarian) düşünceleri egemen kılmak istiyorlar. Onlara göre, en çok sayıda insana en çok yararı sağlayan davranış “iyi” olan davranıştır. AOÇ örneğinde, atılan yanlış adımların sanki daha çok sayıda insana yarar sağlayacağı gibi bir varsayımdan yola çıkmak haklı sayılamaz. Çünkü, yapılanların gelecek kuşakların da hakkı olan değerlerde ve üretimde ciddi bir eksilmeye yol açmakta olduğu görmezden gelinemez.  Yararcı anlayış, toplum yararını bireylerin yararlarının toplamına indirgeyerek sayısallaştırmakta ve “üstün kamu yararı”nın varlığını yadsımakta olduğundan koruma amacının gerçekleştirilmesine yarar sağlayamaz.

Üçüncü bir yaklaşım, İmmanuel Kant’ın, kendine yapılmasını istemediğini, çevre değerleri de dahil, başkalarına yapmaktan kaçınmayı salık veren deontolojisidir. Kesin buyruk (categorical imperative), doğal, kültürel ve tarihsel değerler üzerinde, yalnız hak sahibi olmadığımız, ayni zamanda, komşularımıza, kenttaşlarımıza, yurttaşlarımıza ve henüz dünyaya gelmemiş olan geleceğin insanlarına karşı birtakım yükümlülüklerle de bağlı olduğumuzu bize telkin etmektedir. Bu yönden bakıldığında, AOÇ ile ilgili olarak 70 yıldır sergilenen resmi tavırlarda söz konusu yükümlülüklere bağlı kalındığını söylemeye olanak yoktur.

Son olarak, insan davranışlarının “iyi” ya da “kötü” gibi nitelikler kazanması üzerinde, para, servet, siyaset, ticaret, mal ve mülk, ideoloji, ekonomik sistem, sınıf ve üretim ilişkileri ve mülkiyet gibi toplumsal kurumların önemli etkileri vardır. Bunlar arasında, mülkiyet hakkının davranışları etkileme olasılığı en yüksek toplumsal kurum olduğunu söylemek bir abartma olmayacaktır. Mülkiyete özgürlüğün bir simgesi gözüyle bakanlar olduğu kadar, onu, Marx ve Proudhon gibi “hırsızlık” olarak niteleyen düşünürler de çıkmıştır. 18. Yüzyıla özgü, mülkiyetin mutlak bir hak olduğu anlayışı, 19. Yüzyılda, mülkiyetin toplum yararı amacıyla sınırlandırılabileceği görüşünün ağırlık kazanmasıyla dengeye kavuşturulmuştur. Birçok anayasalarda, mülkiyet hakkının düzenleyen kurallara bu sorumluluk anlayışı yansıtılmıştır. Ne var ki, 20. Yüzyılda başlayıp bugün de sürmekte olan liberal yaklaşımlar, taşınmaz mal rantından yararlanarak varsıllaşmayı, toplumun bütünü ve gelecek kuşakları yok saymayı olağan bir davranış biçimi yapıştır. “Değişim değeri”, hızla “kullanım değerinin” yerini almıştır. Denilebilir ki, AOÇ’nin dramı, bireylerden çok, bireylerin davranışlarını biçimlendiren dizgenin özelliklerinde saklıdır.

SON SÖZLER

Sonuç olarak, yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtına dönebiliriz: AOÇ’yi kurtarmak için ahlak kurallarından yararlanmak şansımız hiç mi yok ?  Var olduğu söylenebilir. Çözüm, en kötümser koşullarda ulusun tersine dönmüş (makus) talihini yenmeyi başaracak olanların çıkabileceğinden umut kesmemektir. Kendilerine önder (lider) denilen kimselerin söylemleri ve eylemleri bu açıdan yaşamsal önem taşır. Yıl 1855. ABD Cumhurbaşkanı’na yazdığı bir mektupta, Kızılderili Şefi Seattle, beyaz derililerin benciliğinden yakınır ve bir gerçeğe dikkat çeker: “Beyaz derili insanlar, analarını, babalarını, kardeşlerini, suyu, toprağı, gökyüzünü, tüm doğal varlıkları alınıp satılabilecek bir meta olarak görüyorlar. Bir gün gelecek ki, bu insanların aç gözlülüğü yüzünden yeryüzü kemirilip bitirilecek ve geriye çölden başka bir şey kalmayacak. İnsanın toprağa vereceği zarar tüm insanlığa vereceği zarardır”.

Bu sözlerin ne denli etkili olduğunu bilemiyoruz. Ama devlet yönetimini ve özellikle kamu mallarını emanet etmiş olduğumuz yöneticilere, devlet ve siyaset adamlarına ve daha da önemlisi, halkın kendisine düşen önemli bir sorumluluk var günümüzde: Ülkenin her türlü malvarlığını, kendilerini ve yakınlarını değil, bugünün ve yarının kuşaklarını düşünerek kullanmak. Böyle bir anlayışla, Atatürk de, Büyük Nutku’nun bir yerinde, mülkiyet hakkının sahibine yüklediği ahlaki bir sorumluluk olduğunu önemle vurgulamış ve demiştir ki: “Milletler işgal ettikleri arazinin sahibi olmakla birlikte, beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin menabi-i servetinden hem kendileri istifade eder, hem de ondan bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler.”

Gerçek bir önder olduğuna, kendisini, yakın çevresinin ve bizzat kendisinin inandırmış olduğu kişilerden farklı olarak, Mustafa Kemal Atatürk, yukarıdaki sözlerinin gerekli kıldığı somut adımları atmak büyüklüğünü de göstermiş ve bilindiği gibi, sözle değil, davranışlarıyla da herkese örnek olacak davranışlar sergilemiştir.  Bunun en güzel örneklerinden biri, 1937 yılında özel çiftliklerini Hazine’ye, yani usluna bağışlarken dilekçesinde kullandığı sözlerdir. Şöyle diyor: “İnsanın asıl serveti manevi kişiliğinde olmalı. Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bu çiftlikleri ulusuma armağan etmekle büyük bir ferahlık duyuyorum.”

Gelecek kuşakların kent, tarih, kültür, doğa ve çevre değerlerinin bugünkü bencil kuşaklar ve hatta yönetici kadrolarca gasp edildiği koşullarda ulusal ve uluslararası hukuk kurallarının sorunlara çözüm bulmakta zorlandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu tür sorunların kesin çözümünü, “kapitalizmden uzaklaşmakta” gören Hervé Kempf ve David Harvey gibi düşünürler vardır [12]. Ama sorunun çözümünde kapitalizmden uzaklaşmak da yeterli olmayabilir.  Çünkü hangi rejim altında olursa olsun, yönetimlerle halk arasındaki ilişkilerin belli bir siyasal kültür, bilinç ve çağdaş eğitimle yoğrulması şarttır. Unutmamalıyız ki, halkın, doğal değerlerine, kutsal mirasına sahip çıkmakta sessiz kalmasının ağır maliyeti gelecek kuşaklarca ödenir. Bu nedenle, halkın ,örgütlü ve örgütsüz tüm kesimlerin sorumluluk üstlenmesinde zorunluluk vardır.

Bu sorumluluk bilinci her çareye başvurularak geliştirilmedikçe, insanımızın kağıt üzerinde sağlanmış gibi görünen kent, çevre haklarına layık olduğundan söz edilmesi zorlaşacaktır. Albert Einstein’ın haklı olarak belirtmiş olduğu üzere, “Dünyayı büyük tehlikelerle karşı karşıya getiren şey, insanların kötülük yapmaları değil, kötülük yapanlar karşısında sessiz kalmalarıdır. Ayni düşünceyi Büyük Atatürk, herkesin kulağında küpe olacak biçimde, çok daha güzel anlatmış: “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine de ortak sayılır” (Dünyada her ulus, yaptıklarına seyirci kaldığı hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır).

_________________________________________________________

[1] Ruşen Keleş (1990) “Atatürk Orman Çiftliği”, Ankara Dergisi, Cilt:1, Sayı:1; 71-74.

[2] Yalçın Memlük (2008) “Atatürk Orman Çiftliği”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büüyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[3] Hülya Kuşçu ve Özlem Arslan (2012) “Atatürk Orman Çiftliği”, AÜ.Fen Bilimleri Enstitüsü Taşınmaz Geliştirme Anabilim Dalı, Kent Ekonomisi ve Kent Yönetimi Dersi için hazırlanan çalışma, Ankara.  Ali İhsan Saner (2000) Devletin Rantı Deniz…, İletişim Yayınları, İstanbul; 21-29.

[4] Güven Dinçer (2008) “Atatürk Orman Çiftliği: Yağmanın ve Talanın Öyküsü”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[5] Ayşegül Mengi, Oğuz Yılmaz, Harun Tanrıvermiş, İlhami Bayramin ve Hakan Uçar (2007) “Ankara Büyükşehir Belediyesi Tarafından Hazırlanan Atatürk Orman Çiftliği Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Hakkında Ankara Üniversitesi Görüşü”,  Ankara.

[6] ÇAĞATAY KESKİNOK, HAZ. (2008) Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devrimi’nin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[7] “Ankara Büyükşehir Belediyesi Tarafından hazırlanan Atatürk Orman Çiftliği Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı Hakkında Ankara Üniversitesi Görüşü”.

[8] Güven Dinçer (2008) “Atatürk Orman Çiftliği: Yağmanın ve Talanın Öyküsü”, Bir Çağdaşlaşma Öyküsü, Cumhuriyet Devriminin Büyük Eseri: Atatürk Orman Çiftliği, Ankara.

[9] Güven Dinçer (2008).

[10] Ruşen Keleş (2012) Kentleşme Politikası, İmge, Ankara (12.bası).

[11] Menaf Turan (2009)Türkiye’de Kentsel Rant: Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Yayınları, Ankara, 2009.

[12] Hervé Kempf (2007) Comment Les Riches Détruisent La Planete? Seuil, Paris; (2009) Pour Suver La Planete Sortez du Capitalisme, Seuil, Paris; (2011) L’Oligarchie ça Suffit Vive La Démocratie, Seuil, Paris. David Harvey (2011) Le Capitalisme Contre Le Droit a La Ville, Ed.Amsterdam, Paris.