Hakan Özyıldız*
Finansallaşmanın zirve yaptığı bir dünyada yaşıyoruz. Devletler, şirketler, insanlar herkes borçlu. Dünyada bu kesimlerin borçlarının toplamı 220 trilyon dolardan fazla. Neredeyse dünya hasılasının üç buçuk katı kadar.
Bugünlerde çok konuşulan ticaret savaşına konu olan toplam yıllık dış ticaret hacmi 65-70 trilyon dolar kadar. Buna karşılık, dünyada sadece bir günde yapılan, her türlü döviz işleminin toplamı 6 trilyon dolar civarında.
Artık üretimden çok finans; vergi, kar, maaş ve ücretten çok borç konuşuluyor.
Diğer bir deyimle, 1990’lı yıllardan bu yana etkisini hızla büyüten finansallaşmanın en önemli sonucu, insanlar artık tüketici oldu.
Ne demek istediğimi biraz açayım.
Finansallaşan dünyada önce ülkelerin sınırları fiilen kaldırıldı. Ulusal yaklaşımlar yerini uluslararası önceliklere bıraktı. Öyle bir algı yaratıldı ki, borçlular kendi merkez bankalarından çok FED ve AMB gibi büyük merkez bankalarının kararlarını takip etmeye başladılar.
Çünkü eskiden farklı olarak sadece devletler ve şirketler değil çalışanlar da ev, araba almanın yanı sıra tüketebilmek için de borçlanmaya yöneldiler. Çünkü ucuz emek arzının sonucu ücretler düşmeye başladı. Gelirleri yetmez oldu.
Benzeri bir davranış, borçlulardan vergi alamayacağını anlayan hükümetler için de geçerli oldu. Onlarda, o ülkede yaşayan yurttaşlardan vergi almak yerine içeriden ve dışarıdan borçlanmayı seçtiler. Böylelikle yatırımcıların öncelikleri yurttaşların önüne geçmeye başladı. Borçlar çoğaldıkça, özellikle dövizle borçlanma arttıkça yerel paranın önemi de azaldı.
Konu sadece ekonomik değil sosyal değişimleri de beraberinde getirdi. Borç yükü artan ekonomilerde, yatırımcıların talepleri yurttaşlık haklarını geriye itti. Çünkü ekonomide ve siyasette asıl olan, alınan borçları ödemek oldu. Ben aldım ama ödemekte zorlanıyorum diyenlere kredi verenler, “sana yardımcı olalım” dediler. Herkes borçların silineceğini düşünürken, aksi oldu. Vadeler uzarken faizler de arttı. Borç yükü biraz daha büyüdü.
Konuya biraz abartılı bir yorumla yaklaşırsak, aşırı borçlu ekonomilerde seçimler ve seçmen davranışları ağırlıklı olarak borçlanmaya etkileri açısından değerlendirilmeye başlandı. Aşırı borçlu seçmen, seçimlerin borç ihalelerine, dolayasıyla faizlere, oradan kendi borç ödemelerine olan etkisine göre oy tercihini belirler oldu. İstikrar söyleminin daha kolay borçlanmasına ve borçlarını geri ödemesine katkı sağlayacağını sandı. Kararını ona göre vermeye başladı. Partilerin uzun vadeli politika seçeneklerini yorumlamakta zorlandığı için kendi kısa vadeli çıkarlarını öne çıkardı. Seçim dönemlerinde ödeme kolaylığı getiren ancak sonra yükünü daha da artıracak olan popülist politikalara prim verdi.
Avrupa’da ve ABD’de yapılan son seçimlerde de görüldüğü gibi, seçmene sunulan tercihler çoğunlukla ekonomik geleceğe olan “güven” söylemi üzerinden oldu. Ağır borç yükü altındaki ekonomilerde seçmenler, ülkenin geleceği gibi söylemlere, öncekine oranla, daha az dikkat etmeye başladılar.
Çevre, sürdürülebilir büyüme gibi soyut kavramları anlamakta zorlanan borçlu seçmen yeni vergi çağrışımı yapan tüm politika seçeneklerine demokratik tepki gösterdi. Somut ekonomik taleplerin yanına konan basit ve anlaşılabilir demokratik taleplere destek verdi.
Kısacası özellikle son Küresel Krizden sonra yurttaşlık bilincinden hızla uzaklaşmaya daha çok tüketici olmaya başladı. Tüketimin refah olduğuna inandı. İthal ürün de olsa, borçla da alınmış olsa arabasına, akıllı telefonuna, bilgisayarına, ithal ete, samana gelirinden çok para harcamaya başladı. Borcunu çoğalttı.
Artık tek endişesi borcunu nasıl geri ödeyeceği. Yurttaşlık hak ve görevlerini eskisi kadar önemsemiyor.
Merakı ise, ödememe gibi bir olasılığın olup olmadığı.
*Bu yazı hakanozyildiz.com'dan alınmıştır