Gazete Duvar yazarı Zehra Çelenk, Birleşik Arap Emirlikleri'nden İstanbul'a giden özel Türk jet uçağının İran'da düşmesi sonucu 11 kişinin hayatını kaybettiği kazaya ilişkin sosyal medyada yapılan yorumlara tepki gösterdi. "Bazı sosyal medya tepkileri kan dondurdu" diyen Çelenk, "Ölü ya da diri, sosyal medyada hakkında konuşulan insanların gerçek acıları, hayalleri, sevinçleri, onlar için üzülecek yakınları olan birer insan olduğu gerçeğini ve bunun sağlayacağı asgari empatiyi yitirdik. 'Ölüm bugün bir kapris' ve bir duygu boşaltma konusu" dedi.
Çelenk, sosyal medyada yapılan yorumları eleştirirken şu ifadeleri kullandı:
"Mina Başaran ve arkadaşlarının ölümüne sevinenler, ya da üzülmediğini belirtme ihtiyacı duyanlar, içinde bulunduğumuz vasati kırk çöp cehenneme de odun taşıyanlar. Belgesel falan da seyretmiyor bu insanlar. Bize özgü bir melo-belgesel olan yalı dizilerini, bir gün zenginliği ele geçirecek taraf olma arzusuyla, pürheves seyrediyorlar."
Zehra Çelenk'in, "Asgari insanlığı hangi kazada yitirdik?" başlığıyla (13 Mart 2018) yayımlanan yazısı şöyle:
Bana göre, ‘yalı dizisi’ gibi bir alt tür icat etmiş bir toplumun trajediden düz kontak sevinç çıkarabilmedeki haset dozu yüksek genel riyasına ‘sınıf kini’ denmemeli. Mina Başaran ve arkadaşlarının ölümüne sevinenler, ya da üzülmediğini belirtme ihtiyacı duyanlar, içinde bulunduğumuz vasati kırk çöp cehenneme de odun taşıyanlar.
Düşen uçak. Dünyada üstüne devrik cümle, süslü cümle kurmak istemeyeceğim bir trajedi biçimi, normal koşullarda. Ama gerekti. Yazmak ve duygulara ulaşmak gerekti.
Bir çırpıda yok oluş. “Dünyada ölümden başkası yalan,” dedirten o anilik, geri dönüşsüzlük, keskinlik, kesinlik. O anın korkusu… İnandığın, sevdiğin, uğruna gözyaşı döktüğün, ulaşacağın, ulaşamayacağın, kendini kandırdığın, kendin olduğun, kendinden geçtiğin, kendinle tanıştığın, kendini aştığın, başkasına vardığın, anladığın, yenildiğin, düştüğün yerden yeniden doğrulduğun, insan olduğun… Kısacık da olsa bir ömrü dolduran her şeyin yere çakılması, saniyeler içinde. Bir varsın, bir yoksun. Dil, din, renk, sınıf, statü ayırmayan o korkunç ‘adaleti’ ölümün.
Faniliğimizi dehşetle duyumsayacağımız, aidiyetlerden bağımsız, insan olmayı hatırlayacağımız, ölüm karşısında gerçekten geri basmamız gereken anlar, var. Bu açıdan maalesef verimli bir coğrafyadayız, bir ömürde hepsinin tanığıyız. 10 Ekim trajedisinin üstünden daha üç yıl geçmedi (mesela!). Her gün çocuklar ölüyor…
Ani, dehşet verici ölüm karşısında dili saygıyla kilitlemekten, aileye ve yakınlara sabır dilemekten ve insan olmanın ne denli uçucu bir şey olduğunu hatırlamaktan başka bir konumumuz olmamalı, normal koşullarda. İnsan, bulduğu her kestirmeden kendine varabilen bencil bir yaratıktır, tamam. Bu tür ölümler karşısındaki kabul edilebilir tek bencillik şu olabilir: Sevdiğin birini ararsın. “Aman ne olacak,” diye düşünür, o uzundur beklettiğin sözleri yazarsın. Gelmiştir sırası. Gelmese de, ölüm sıra beklemiyor bak. İnsanız, öleceğiz. Bu kadar.
Bir süredir ölüme karşı tutumumuz bundan bambaşka bir hal aldı. Daha önce de yazmıştım, bir cinayet haberine ilişkin tepkiler için. Ölüme asgari saygıyı göstermeyen, acayip bir gerçeklik yitimine uğramış tuhaf bir toplum haline geldiğimizi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor, diye. Beteri de oluyormuş.
Mina Başaran
Olaya dair ayrıntılardan uzun uzun bahsetmek istemiyorum. Bana saygısızlık gibi geliyor. Ölenlerin yakınları bu satırlara denk gelirse, üzülsün istemiyorum. Ölüm hepimizin başında olsa da, ‘kayıp’ son derece münferit bir olgu. Şahsi yasın, paylaşılabilir hiçbir yanı yok neredeyse. O nedenle insan, bir başkasının acısına, ‘olumlu’ cinsten de olsa, dil uzatmaktan utanıyor.
Şu kadarını yazmak isterim. Gidenlerin isimleri: Mina Başaran, Sinem Akay, Burcu Urfalı, Liana Hananel, Jasmin Baruh, Ayşe And, Aslı İzmirli, Zeynep Coşkun. Birinin bebek beklediğini, birkaçının evlilik hazırlığında olduğunu, hepsinin hayatın baharında, daha yaşanacak çok şeyinin olduğunu bildiğimiz sekiz arkadaş. Üç ‘mürettebat’: İki pilot, Melike Kuvvet, Beril Gebeş ve hostes Eda Uslu. Hikayeleri var. Cesur kadınlar.
Uçmak… Olağan, hani iki ayaklı varoluşa büyük çelme. Uçmayı severim ve uçuş korkum yok ama bir uçağı kullandığımı ancak hayal edebiliyorum mesela. Büyük cesaret. Kendi hayatımı az çok kullanabiliyorum. Bu konuda pek çok engeli aştım. Elimde kelimelerim var ve hem yıkıcı hem de yapıcı yanını biliyorum kelimelerin. Neyse konu biz değiliz. Kitapların yazdığı, hepimizin yaşayacağı ölüm ve hepimizin elinde olan şey: Kelimeler ve onların vardıkları, aşındırdıkları yerler.
Dubai’deki bekarlığa veda partisinden dönen Mina Başaran ve arkadaşlarının bindiği, Başaran Holding’e ait özel jet, dün Tahran’ın güneyinde, 17:40 civarlarında düştü. Uçağın enkazına ve 11 cenazeye dün 21:30’da ulaşıldı. Kaza haberinin yayıldığı andan itibaren de, bazı sosyal medya tepkileri kan dondurdu.
Twitter’da önüme düşen haberler dışında, Mina Başaran ve arkadaşlarının da, mürettebatın da sosyal medya hesaplarına bakamadım. Güzel yüzlerini görmek yetti. Gerisi çok fazla geldi.
Sosyal medya tepkilerinde rastladığım bazı riya ana başlıklarına değinmek istiyorum.
“Zengin ölümüne üzülemiyorum, empati kuramıyorum,” diyenler var. Bence ölümün zengini yoksulu olmaz. Sınıftan, statüden azade yegane durum bile denebilir. Böyle bir bakış açısını sağdan, soldan, ortadan, anlayamıyorum şahsen. Sırf belli avantajlara sahip diye, insanların ölümüne sevinmeyi ya da üzülmediğini özel olarak belirtmeyi anlamak bence mümkün değil. “Aynı koşullara sen doğsan durduğun yer bundan daha mı iyi olurdu?” kadar basit bir soru, sorulması gereken. Bu soru sorulduğu andan itibaren zaten cevap o keskinlikte olamaz.
‘Sınıf kini’ deniyor, bence böyle bir şey değil o. Politik altyapıdan, analitik düşünceden yoksun öfke ve her durumda kin, başımıza gelen en kötü şeylerin sebebi. Tek tek kişiler değil çünkü cehennemi yaratan. Bak Mina Başaran aynı günde hayatını yitireceği Berkin Elvan’la, ‘o eve ekmek götürürken ölen’ çocukla empati kurmuş. Muhtemelen ekmek fiyatını bilmesini gerektirmeyen koşullarda yaşarken, yapmış bunu. Bana göre insan olmanın asgari gereğini yerine getirmiş. Bu kadarı bile hatta, onu “Gezici ya, oh ölsün” diyecek tweetlere konu etmeye yetmiş, kimi sosyal medya kullanıcıları için. İlle bir taraf olmam gerekse, hangi tarafta olacağım? Diyelim, anlık etkilerle bile olsa, bir çocuğun ölümüne üzülmeyi seçen tarafta olmayı elbette tercih ederim.
Bana göre, ‘yalı dizisi’ gibi bir alt tür icat etmiş bir toplumun trajediden düz kontak sevinç çıkarabilmedeki haset dozu yüksek genel riyasına ‘sınıf kini’ denmemeli. Mina Başaran ve arkadaşlarının ölümüne sevinenler, ya da üzülmediğini belirtme ihtiyacı duyanlar, içinde bulunduğumuz vasati kırk çöp cehenneme de odun taşıyanlar. Belgesel falan da seyretmiyor bu insanlar. Bize özgü bir melo-belgesel olan yalı dizilerini, bir gün zenginliği ele geçirecek taraf olma arzusuyla, pürheves seyrediyorlar. Bu ölümü eleştirenlerin ne kadarı, herhangi bir ‘muktedir zenginlik’ biçimini eleştirenler diye baktınız mı? İleri geri konuşanların çoğunun kanına dokunan şey, memlekette gelir adaletsizliği, yoksulluk almış yürürken olayın içerdiği lüks falan da değil. On bir kadının bir jetle ‘bekarlığa veda’ kutlamaya gitmeleri yeter de artar sebep.
‘Sınıf kini’ deyince Claude Chabrol’ün Ruth Rendell’ın “Taştan Hüküm” romanından uyarladığı “Seremoni” filmi geliyor aklıma. Roman da film de, doğru nedenlerle çok rahatsız edici ama zihin açıcıdır. Bir uçak kazası ise, hiç değil…
Schadenfreude diye bir Almanca kavram var. “Başkalarının felaketine sevinmek” anlamına geliyor. Kavram Almanca olsa da bence altını biz doldurduk. Son birkaç yılda yaşadığımız, bana hep bu kavramın elli tonu gibi geliyor… Bir video oyunu gibi algılanan ölümün ‘başkalarının başına gelince çemkirtebilme’ özelliğinden öyle edepsizce faydalanıldı ki… Ölü ya da diri, sosyal medyada hakkında konuşulan insanların gerçek acıları, hayalleri, sevinçleri, onlar için üzülecek yakınları olan birer insan olduğu gerçeğini ve bunun sağlayacağı asgari empatiyi yitirdik. “Ölüm bugün bir kapris” ve bir duygu boşaltma konusu.
Daha çok şey söylenebilir belki. Gelmiyor içimden. Ölenlerin yakınlarına baş sağlığı ve sabır, cümlemize bir ‘ölüm saygısı’ diliyorum. Çünkü ölümde bile kelimelerimizi arıtmaya gerek görmüyorsak, yaşadığımız, ölümdür. Hayat, hâlâ konuşma şansımız varken gerçekten söylemek istediğimiz şeyleri söyleyecek kadar cesur ama başka hayatlara dokunan her lafı da hesap edecek kadar hassas olmamızı gerektiren, ince, mucizevi, şefkatli, bir çırpıda bir o kadar da zalim ve dehşet verici bir yer… Ölümden değil hayattan yana olmak, hiç değilse bu kadarı, elimizde…
Zehra Çelenk kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.