T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar’ın EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşesinde "Ardımda kara bir ayin bırakmadan gideceğim" başlığıyla yayımlanan (26 Şubat 2011) yazısı...
***
“Ben orada, kendi küçük helezonumda, kanatları örselenmiş bir peygamber böceği gibi, iç içe daireler çizerek alçalırken, sen seyrediyor ve görmüyordun beni. Bu mektubu, görmen için yazıyorum...Sevgiliye Son Mektup’un böyle başladığını biliyorsun. Gerisini getirmeyeceğim. Gerisini bilmeni istemiyorum çünkü; görmediğin şeyi göstermeye çalışmak istemiyorum.”
Kitabın son sayfasına, yanmayan bir mumun ışığında titreyen gölgeler halinde yazdım bunları. Hakiki bir aşka hayali bir dipnot yazar gibi... Bazen böyle olur. Bir kitabın izi kalır gözlerinde. Kitaptaki hayat, kitaptaki ölüm incecik birer kesik halinde çizer gözbebeklerini ve artık, gördüğün her şeyin içinden o iki çizgi geçer.
Joyce Carol Oates’un, kırk yedi yıllık kocasının ölümü ardından yazdığı hâtıratı okumayı bitirince başucumdaki lambayı söndürdüm; ağır battaniyemin yumuşak karanlığına sığınmak ve o karanlıkta, kendi hakikatime de, Oates’un hikâyesine de hiç benzemeyen, bambaşka bir rüyanın içine gömülmek istedim. Nafile.
Bazen böyle olur. Kaçmak istediğin bir hayatın, kaçmak istediğin bir ölümün koynunda bulursun kendini; “bitti” sandığın hikâyenin uykusunu uyursun. Birkaç saat sonra, ıslaklığını penceremi usulca tıpırdatarak haber veren gün henüz ağarmadan uyandığımda, Oates’un hâtıratını da battaniyenin altına çektim çaresiz; son sayfayı açtım, Sevgiliye Son Mektup’u hiç bitirmeyeceğimi yazdım.
Yorucu bir matemin hafifliği
Duramayan bir kadın Joyce Carol Oates... 1938 doğumlu Amerikalı yazar, ilk hikâye kitabı By the North Gate’i (Kuzey Kapısında) henüz yirmi beş yaşındayken yayımlatmasından bu yana, kitaplara hiç mola vermiyor. A Fair Maiden (Güzel Bir Kız), The Falls (Şelale), Sexy (Seksî), American Appetites (Amerikan Damak Zevki) dahil en az bir düzinesi Türkçeye de çevrilen elliden fazla romanı, bin kadar hikâyesi, şiirleri, denemeleri ve piyesleriyle günümüzün en üretken yazarlarından biri o. Ama Oates’un yazma hızı, kitaplarının sayısıyla sabit değil sadece. Yetişmek istediği bir yer var sanki onun, kendi ışığının hızıyla ilerleyen gezgin bir yıldızı var belki; huzmesinin bir ucundan yakalayabilmek için hamle üzerine hamle yapmak zorunda olduğu bir yıldız...Sadık okurlarının artık alıştığı ve sanırım sevdiği üzere, Oates’un her kitabında kendini hissettiren bu hız, beni biraz yoruyor; hikâyenin akıntısına kapılıp akmanın hazzı ile kendimi freni boşalmış bir araçtan bir türlü atamamanın dehşeti arasında nefessiz kalıyorum.
Oates’un yeni kitabı, A Widow’s Story: A Memoir (Bir Dulun Hikâyesi: Bir Hâtırat) da başlangıçta, benzer bir etki yaptı bende: Yazarın, bu diyardan göçüp giden kocasının ardından bakakalmak, onun bıraktığı boşlukta biraz durup, o boşluğun şeklini sükûnetle düşünmek yerine, hamarat bir dul gibi habire oraya buraya koşuşturmasından, yapaylığıyla içten içe dalga geçtiği bilumum “ölüm ödevi”ni eksiksiz yapma çabasından sersemledim. Hızlı yaşanan, hızlı yazılan bir matemin ancak “hafif” bir matem olabileceğini, hafif bir mateminse “hakiki” bir matem olamayacağını düşünürken yakaladım kendimi ve utandım. Ama sonra tuhaf bir şey oldu: Oates’u bile şaşırttığını sezdiğim, onu, kelimelerinin eleverdiğinden de uzun bir süre durmaya, düşünmeye, derinleşmeye zorladığını sandığım bir hakikat çıktı hâtıratın içinden... Gözlerime iki çizgi bıraktı.
Âni ölümün küçük işaretleri
1974’ten beri, yılda iki kez yayımlanan seçkin edebiyat dergisi The Ontario Review’un kurucusu ve yayın yönetmeni Raymond J. Smith, yetmiş yedi yaşında, sağlıklı ve zinde bir adamken, Princeton’da, basit bir gribin zatürreeye dönüşmesi üzerine yattığı hastanede iyileşip, tam taburcu olmaya hazırlandığı sırada ikinci bir virüs kapar ve âniden ölür. Joyce Carol Oates, 18 Şubat 2008 günü kocasını hastaneden eve getirmeye hazırlanırken alır haberi. Buna hazır değildir... Yine de, A Widow’s Story’de, Ray Smith’in, ölümünden bir hafta önce birlikte kahvaltı ederkenki halini tarif ederken, “En ilgisiz görünen işaretlere bakarak, bir şeylerin yanlış gittiğini anladığınız bir saat, bir dakika geliyor; sonsuza dek hatırlayacağınız bir an” diyor, “O sabah, önündeki kullanılmış, ıslak mendillerin dağınık halinde bir şey vardı; o pasaklılıkta, aldırmazlıkta Ray’in karakterine uygun olmayan, doğru olmayan bir şey vardı.”
Oates, 1961’de yirmi üç yaşındayken evlendiği ve hemen hiç ayrı kalmadığı, kendisinden sekiz yaş büyük kocası Smith’in ölümüyle, bir yandan bu küçük işaretler üzerinden yüzleşmeyi denerken, bir yandan da kâh kendisini bitmek bilmez “ölüm ödevleri”ne kaptırıp kâh “Ray, nasıl olsa bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi” yaparak, bu yüzleşmeyi sürekli erteliyor. Otuz dört yıl boyunca birlikte yönettikleri The Ontario Review’u kapatma kararını okurlara nasıl duyuracağından, yakınlarının başsağlığı mesajlarındaki çiğ ifadelere ve “taziye” niyetine getirilen süslü meyve sepetlerinin sakilliğine kadar her şey, Oates için başlı başına bir derde dönüşüyor. Smith’in âni ölümünün dolaylı sonuçlarıyla ilgilenirken, ölümün kendisi üzerine düşünmüyor hiç. Bunu düşünmeye başlaması, ölümün sonrasını, yani “Ray’siz bir hayat”ı değil sadece, aynı zamanda öncesini, yani Ray’le hayatını, kırk yedi yıllık evliliklerinin anlamını da düşünmesini gerektirecek zira. Ve Oates, bunu itiraf etmese de, hayatta da, kitapta da uzun bir süre erteliyor bu yüzleşmeyi.
En tehlikeli edebî tür bu...
A Widow’s Story’ye egemen olan hızlı anlatım, kalabalığı ve yüzeyselliği de beraberinde getiriyor... Kitabın birçok yerinde “Aslolan bu değil ki” diye mırıldandım ben; sonra, yavaş yavaş Oates’un “aslolan”la arasına bilerek mesafe koyduğunu kavramaya başladım. Sahi, yarım asra yakın bir beraberliğin ölümle son bulmasının hâtıratını niye yazar insan? Ve eğer yazmayı seçtiyse, niye böyle hakikatin uzağında durarak yazar? Kocasını kaybeden bir kadın, dulluğunun, dolayısıyla da evliliğinin hikâyesini aynı anda neden hem anlatmak hem anlatmamak ister?
Muhtemel cevaplardan birini, Oates’un kendisi, hâtırat yazımına bakışını anlatan cümlelerinde veriyor:“Tam şeffaflık çağında yaşıyoruz. Hâtıratını yazan kişi, adeta kalabalıklar önünde bir nedamet getirme gösterisi yaparcasına, kendi derisini kat kat soyabiliyor; başkalarını çıplak bırakmanın, teşhir etmenin, aşağılamanın da haklı görülebileceğini kabul ederek yapıyor bunu. Bence bu etik değil, ahlaklı bir şey değil. Kaba, hoyrat ve vicdansız bir şey.” Başka bir yerde, “edebî türlerin en tehlikelisi” diye söz ediyor hâtırattan; “Çünkü, hakikatlerin biriktiği bir havuz olsa bile hâtırat, Hakikat’in biriktiği bir havuz olamaz asla. Hakikat’i kucaklamak göklerin işidir zira, tekil bir bakış yetmez buna.”
Lavabonun deliğindeki geçmiş
Yine de hâtıratını yazmaya devam ediyor Oates ve kitap ilerledikçe, bütün o “tırıvırı”nın, yazarın sersemleten bir hızla okurun üzerine yığdığı bütün o “anlamsız” kalabalığın içinde, “Hakikat” değil belki ama “hakikatler” pekâlâ belirmeye başlıyor.
Elliden fazla romanı, bin kadar hikâyesi olan dünyaca ünlü yazarın, edebiyat editörü olan kocasının, bu romanların ve hikâyelerin çoğunu hiçbir zaman okumadığını öğreniyoruz örneğin. “Denemelerimi ve eleştiri yazılarımı okurdu” diyor Oates, “ama edebiyatımı okumazdı; edebî açıdan beni tamamen tanımadığını, hatta neredeyse kısmen bile tanımadığını söylemek mümkün.”Başka bir yerde, yıllar önce bir gün sabaha karşı bir gazeteci, Oates’u telefonla uyandırıp, “Nobel Ödülü’nü kazandınız” diyerek, “yanlış alarm” verdiğinde, kocası Smith’in “Hah, şu ödül mü, hadi uyuyalım” demekle yetindiğini anlatıyor.
Velhâsıl Smith, karısının yazarlığını yeterince tanımayan, takdir etmeyen, hatta umursamayan bir kocaya dönüşüyor gözünüzde. “Bu evlilik kırk yedi yıl nasıl sürdü” sorusu satır aralarına yerleşiveriyor. Ama evliliğin hakikatleri, Oates’un hatırladıklarından ibaret değil... Yazar da biliyor bunu; bir yerlerde, içine bakmak istemediği için, “lavabo deliği” diye adlandırdığı bir “kara kutu” olduğunu biliyor ve sayfalar boyu çevresinde dolaşıp durduktan sonra, kocasının kendisinden bir ömür boyu sakladığı çehresiyle nihayet yüzleşme cesaretini topladığı bir anda açıyor o kutuyu.
Kutudan Smith’in, Oates’la tanıştığı sırada yazmakta olduğu roman çıkıyor. Evliliklerinin ilk yıllarında, kocasının bu romanı gizlice yazmayı sürdürdüğünü ele veriyor sayfalar. Ve Oates, kendi romanlarını hiç okumayan kocasının, hiçbir zaman son noktayı koymadığı tek romanını okuyor. Adı, Black Mass (Kara Ayin) romanın; kocasının alter ego’su olduğunu Oates’un hemen kavradığı başkarakter bir rahip... Smith, yıllar önce güçlü bir edebî çıkış yapmaya hazırlanan genç karısına göstermemeyi seçtiği sayfalarda, âşık olduğu genç kadın uğruna mesleğini bırakan bir rahibi anlatıyor. Rahip, çok yetenekli bir yazar olan genç kadını, cinlerinden kurtarmak, korumak ve onu gerektiği gibi severek, iyi bir edebiyatçı olmasını sağlamak için din adamlığından, ilahiyattan ve bir bakıma kendisinden vazgeçiyor.
A Widow’s Story, Oates’un bunları okurken tam olarak ne düşündüğünü anlatmıyor size... Yine de, “kendisinden yaşça büyük kocasının ilgisinden ve iltifatından mahrum bir halde inatla yazmaya devam eden genç kadın” imgesinin çatladığını hissediyorsunuz. Kocasının yazarda bıraktığı boşluk yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyor. O boşlukta, karısının romanlarını okuyup eleştirme gücünü kendisinde hiçbir zaman bulamamış bir edebiyat editörünün, meçhul kalmış bir yazar olarak yeniden şekillenen silueti var; karısının hayal gücünün dünyanın çeşitli dillerine çevrilmesini sessizce izlerken, kendi hayal gücünü bir kutuya kapattığını hep bilip, hiç söylemeyen bir adamın sabrı, merhameti ve muhtemel öfkesi var.. Oates’un “hızlı” satırları da, bu siluet sayesinde nihayet nefes almaya başlıyor; kocasının eksik romanı, dul bir kadının hatıratını “tam” ve “kalıcı” kılıyor. Ve ben, hakikatini ancak ölümle ele veren bir hayat istemediğim için belki; giderken ardımda bir “kara ayin” bırakmamak için sana, Oates’un hâtıratının son sayfasına o hayali dipnotu düşüyorum. Varsın yetsin gördüklerin.