Politika

Arap Baharı ve Türk Dış Politikası

Arap baharının rüzgarından hastalanarak yoğun bakıma alınan son lider Kaddafi...

24 Ağustos 2011 03:00




Ekin Kadir Selçuk
Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi, doktora 

Arap baharının rüzgarından hastalanarak yoğun bakıma alınan son lider Kaddafi oldu. Benzeri diktatörler gibi çaresiz bir durumda yaptığı son açıklamalarında yine etrafa tehditler savursa da belki bu yazı yayınlandığında çoktan kıskıvrak yakalanmış olacak.  

Sonra sıranın Beşşar Esed’e geleceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Yeni tehditler, kalabalık protestolar ve katliamlarla zaman bir süre daha akacak olsa bile Esed’i de farklı bir son beklemiyor gibi.

Özellikle Esed’in üzerindeki baskının artmasıyla birlikte Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor. Muhaliflerin sormayı en çok sevdiği soru niçin AKP hükümetinin bu diktatörle bir zamanlar iyi ilişkiler kurmuş olduğu. Kimileri son dönemde Türkiye’nin Suriye’ye yönelik değişen tavrını hayra yorarak dış politika kurmaylarının “nihayet akıllandığını” dillendirirken Kılıçdaroğlu gibi hala soğuk savaş mantığıyla düşünen liderler de iktidarın Türkiye’yi büyük güçlerin dümen suyuna soktuğunu belirtiyor.

Oysa Türk dış politikası 2002’den beri Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” teorisi doğrultusunda ilerliyor ve süreç içinde yapılan tüm manevralar da günlük fikir değişikliklerinin değil uzun dönemli bir planın yansımaları.

Keza bir dönem Batı’da ortaya çıkan “Türkiye Batı’dan kopuyor mu” telaşı da bu teoriyi ve yeni Türk dış politikasını okuyamamanın bir sonucuydu.

Türk dış politika kurmaylarına göre Osmanlı’nın mirasını devralan Türkiye çok çeşitli ve birbirinden farklı kimliklerden oluşan Avrasya’nın merkezinde yer alıyor ve dolayısıyla Türkiye’yi tek bir kimlikle ifade etmek doğru değil. Bu görüş Cumhuriyet’le birlikte Batı’yı ve Batılılaşmayı bir ideal olarak gören ve soğuk savaşla birlikte Batı kampının periferisinde bir kuvvet olarak yer almayı tercih eden geleneksel Türk siyasetinden radikal bir kopuşu ifade ediyor. 

Buna göre Avrasya’nın merkezinde yer alan Türkiye tarihi ve jeopolitik konumuna uygun olarak bölgesel bir güç olmak zorunda ve bunun için de komşu ve çevre ülkelerle herhangi bir kampın yada birliğin temsilcisi olarak değil kendi başına aktif ilişkiler geliştirmeli. Türkiye’nin güvenliği ve istikrarı çevre ülkelerin güvenliği ve istikrarından geçiyor. 

Başbakan Erdoğan’ın “Suriye’nin meselesi bizim iç meselemizdir” şeklindeki sözlerini bu anlayış doğrultusunda okumak gerekiyor. 

Arap Baharı başlamadan önce genel olarak istikrarlı bir yapı arz eden Suriye ile yakın ilişkiler geliştirmek “Stratejik Derinlik” teorisi bağlamında oldukça doğaldı. Üstelik Davutoğlu’nun prensipleri siyaset ile ekonomi arasında oldukça yakın bir ilişki görüyor ve iki ülke arasındaki siyasi bağların ekonomik ilişkilerle taçlandırılması gerektiğini öne sürüyor. Bu doğrultuda Ortadoğu pazarında kendine daha geniş bir yer bulmak isteyen Türkiye için Suriye’yle ekonomik ilişkiler de son derece mühim. 

Fakat Suriye artık eski Suriye değil. Bunu rejimin niteliği bağlamında söylemiyorum elbet. Esed rejimi protestolarla ciddi biçimde sarsılıyor ve halk artık bu baskıcı politikalar altında yaşamak istemediğini çok açıkça ortaya koyuyor.  Yani bu ülke artık istikrar vaat etmiyor. Yeni Türk dış politikasına göre Türkiye’nin güvenlik ve istikrarının çevre ülkelerin istikrarı ve güvenliğinden ayrı düşünülemeyeceğini söylemiştik. Bu yüzden Türkiye öncelikle Esed’i reform yapması ve bu şekilde ülke içindeki kargaşaya bir son vermesi için uyardı. Suriye’nin baskıcı politikasını sürdürmesi sonucunda gelinen noktada artık Türkiye’nin Esed’in arkasında durması mümkün değil.

Dolayısıyla ortada “nihayet akıllanan” ya da “Batılı güçlerin dümen suyuna giren” bir dış politika yönetimi yok. Aksine kendi prensiplerini kendisi belirleyen ve bu prensipleri kendi kontrolü dışında yaşanan gelişmelere uyarlayan bir yönetim var.

Pekiyi bundan sonra ne olabilir? Türkiye, Suriye’ye bir askeri müdahalenin son ana kadar karşısında olacaktır. Yalnız uluslararası siyasetin gerçekleri değil “uluslararası vicdan” da bunu söylüyor. Fakat ülkedeki katliamlar devam eder ve BM onayıyla bir askeri müdahale kararı çıkarsa, Türkiye’nin bu kez Irak’taki gibi kenara çekilip olayları seyretmesi pek ihtimal dahilinde gözükmüyor.