Kültür-Sanat

Antabus'tan: Bir kamyonetin arkasında tanıştım İstanbul’la...

"Yeryüzündeyiz ve bu bizim en büyük çaresizliğimiz"

11 Haziran 2017 18:41

F. Berfin Zenderlioğlu*

Günümüz dünyasında, şu an yaşadığımız coğrafyada bize reva görülen çaresizliğimizin fotoğrafına bakıp duruyoruz. Beckett’in her daim geçerli olan cümlesi yine her tarafımızı adeta sarıp sarmalamış durumda “Yeryüzündeyiz ve bu bizim en büyük çaresizliğimiz.” Şimdiki zamandaki eylemler, geleceğimizi kurgulamaya yardımcı olacaksa, bu hareketin odağındaki kavramların, hangisi içerisinde bulunduğumuz pasifize edilmiş bedenlerimizi ve aklımızı yeniden harekete geçirebilir? Adım adım hayatın her alanına sirayet eden savaşın, ailenin, bizi yönetenlerin hayatlarımızı işgali; İktidarın yarattığı korku politikası ile ruhumuzu ehlileştirerek  ihlal etmesi, kendi direniş noktalarını yeniden keşfetmeye çalışan kadınları, sanatçıları, nasıl bir arayışa itecektir? Bu manada ortaya konan sanatsal çalışmaların tartıştığı ve dert edindiği temel noktalar neler ve neyi sorgular niteliktedir? Tam da bu noktada Seray Şahiner’in aynı adlı romanından uyarlanan “Antabus” oyununda da taşradan büyük şehre göç eden bir kadının hikayesi anlatılır.

Sahnede sadece bir sünger yatak, beraberinde bir battaniye, bir televizyon ve sonrasında kurulacak bir masa ve küçük aksesuarlar var. Oyunun anlatıcısı ve oyuncusu ise Nihal Yalçın’dır. Oyunun daha giriş sahnesinde bir üçüncü sayfa haberinin hikayesinin anlatılacağı bizimle paylaşılır ve hepimizin yaşanılan bu kadın hikâyelerine, sömürülerine nasıl da duyarsız olduğumuz ve “seyirci” kaldığımızın ağır yükü omuzlarımıza bırakılır. Anlatılacak kadın, Leyla Taşçı’dır ve şu repliklerle hikayesine başlar:

“Ben, Leyla Taşçı. Bir kamyonetin arkasında tanıştım İstanbul’la. Derme çatma bir evde yaşadım, küçük yaşta çalışmaya başladım. Evlat oldum, kardeş oldum, eş oldum, anne oldum. Kendimden başka her şey oldum. Ben gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde denk geldiğiniz binlerce kadından biriyim... ‘hayatımı yazsam roman olur’ derler ya, öyle... Valla...”

Leyla Taşçı ailesiyle birlikte İstanbul’da hayata tutunmaya çalışır. Bir tekstil atölyesinde çalışır. Orada tanıştığı bir erkeğe aşık olur. Patronu tarafından tecavüze uğrar, bunalıma girer ve işi bırakır. Sevdiği adama durumu anlatır, o gece kaçacaklardır; ama çok geç olmadan terk edildiğini anlar. Bütün bunlara ilk öpüşme denemesini gerçekleştirdiği parktaki heykel şahitlik edecektir. Anlatıya ise ironik bir dil hakimdir. Leyla için trajik olan bizim için komiktir. Tüm bu yaşadıklarıyla o da dalga geçer. Bir gece yarısı, gidecek hiçbir yeri yoktur. Sokakta, biçaredir. En sevdiği kardeşi bulur onu; ona şiddet uygulamamış tek kişidir o. Kardeşi tarafından ikna edilir, eve döner. O gün babasından yediği dayak sonucu hastanelik olur ve kendisinin bile haberdar olmadığı bebeğini düşürür. Durumu öğrenen aile tecavüzcüden aldığı kan parası karşılığı sus-pus olur. Yeni eve çıkılır. Ev ahalisi için artık, kızları kirlenmiştir. Kızlarına talip olan yaşça büyük ve iki çocuklu adam, Leyla’dan kurtulmaları için bulunmaz Hint kumaşıdır. Zorla evlendirilir. Dertlerin ardı arkası gelmez, çilesi hiç bitmez Leyla’nın. Sonrasında bir çocukları olur, ardından ikincisi. Kocasının içki probleminden kaynaklı, sürekli psikolojik şiddete ve dayağa maruz kalır. Leyla çareyi televizyondan öğrendiği ve uyku etkisi yapan “Antabus” ilacında bulur. Kocasına bu ilacı verirse uyuyup içemeyeceğini, hem kendisine hem de çocuğuna şiddet uygulamayacağını düşünür. Sonrasında korktuğu için hapı kendisi kullanmaya başlar.

Böylelikle her şeyden uzaklaşıp, kendisine kaçış alanı oluşturmuş olacaktır. Onun için tek kurtuluş kaçmaktır. Her şeyden, yakınındakinden, uzakta olandan, yönetenden, yasak koyandan, ardında bıraktıklarını düşünmeden uzaklaşmak. Ama Leyla için ne gidecek bir yer var, ne de kurtuluşu sağlayacak bir alan. O zaman beklemeli, “kaderine razı olmalı”; çünkü onun adına karar verecek birileri hep olacaktır. Bunun adı, ya baba, ya anne, ya amca, ya kardeş, ya da iktidar. Bu isimler gittikçe çoğaltılabilir. Beklemek belki de çürümenin öteki adıdır. O nedenle oyundaki karakterimiz bir türlü özne olamıyor. Sürekli edilgen pozisyonunda olan Leyla hakkında kararları hep başkaları veriyor. O hep mağdur, hep eziliyor. Erkekler ise hep kötü. Oyunda keskin iki taraf oluşturuluyor. İyi ve kötü. Oyunu izlerken üçüncü sayfa haberinin daha ayrıntılandırılmış haline tanıklık ediyorsunuz. Alımlayıcı, akıp giden oyunun içerisinde ona sunulana dahil olup gidiyor. Oyunun pasifliği seyircide de pasif bir etki yaratıyor. Oyunun vurucu bölümlerinden biri olan -kocanın- tecavüz sahnelerinde kurulan dil, meselenin trajikliğinden bizi uzaklaştırıp, sorgulatacağına aslında orada yaşanılanlara sadece “gülüp geçmemizi” sağlıyor. Dil ile yaratılan mesafe, oyunun ilk sahnesinde alımlayıcıya kurulan ”sadece seyirci kalıyorsunuz” repliğinin altında kalıyor. Sahne üzerinde bununla ilgili hesaplaşılan bir durumla karşılaşmadığımız için, maalesef oyunun girişinde sırtladığımız yükü oturduğumuz sandalyelere  bırakıyoruz.

Oyunu sahneye taşıyan ve yöneten İlham Yazar, oyundaki mekan değişimlerini ışık oyunlarıyla kurmuş. Epik bir biçimle seyircisiyle buluşan oyun, küçük dokunuşlarla sahne üzerinde hantallıktan kurtarılmış, sade ve teatral bir anlatı örneği. Oyunun merkezine anlatıcı oyuncu yerleştirilmiş. Oyun boyunca yüksek kondüsyonlu ve oynadığı karakterin hakkını veren güçlü bir oyunculuk performansı sergiliyor Nihal Yalçın. “Antabus” metin anlamında yakaladığı ironik dille meseleyi duygu sömürüsünden kurtarırken -ki bu oyunun güçlü taraflarından-, karakterlerin ruhsal değişim süreçlerinin derinlikli olarak irdelenmemesi ve kadın meselesinin görünen yüzünün yeniden var olan üzerinden alımlayıcısına sunulması da, metnin zaaflarından. Oysa tiyatroda, gerçek hayatın dilinin haricinde bize sunabileceği başka bir kurgu da söz konusu. Sürekli saf ve mağdur kadının gösterilmesi, izleyiciyi de çaresiz bırakan noktalardan. Sadece söylenen ve çıkışsız bir Leyla Taşçı var sahnede. Ona  ayakta kalabileceği iki seçenek sunuluyor. Ya öldüreceksin ya da öleceksin. Peki hayat içerisinde başka bir dünya mümkün deyip, kendi direniş alanlarını oluşturan kadınlar oyunun neresinde? İnandığı hayatı yaşamak ve erkek egemen zihniyetin değişimi için inatla çabalayan kadınların hikayesinde, “Passiflora”dan ziyade, kışkırtabilecek metinlere ve sahne yaratımlarına daha da çok ihtiyacımız var gibi gözüküyor. Oyunu görmek isterseniz, Çevre Tiyatrosu’nun programını takip edebilirsiniz.


* Berfin F. Zenderlioğlu, Şermola Performans tiyatro gurubunun kurucularından, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji mezunu