Medya

"Ankara, Moskova'ya posta mı koyacak; Katar'a gidip 'Haydi yine Esad devirmece oynayalım' mı diyecek?"

Ümit Kıvanç: Bunların tesiriyle, bir ayrımı yeterince berrak gösteremedik...

12 Ekim 2017 17:57

* Ümit Kıvanç

Suriye İçsavaşı’nı ve özellikle İdlib’de olan biteni izleyen gazeteciler-gözlemciler olarak, sanırım bazılarımız yanlış bir izlenim yarattık. Vurguyu şuraya yaptık, şurayı kenarda bıraktık.

Bu, olanlara belirli bir mesafeden bakıp görebildiklerimizi toparlamak yerine Ankara’nın dehlizlerinde neler döndüğüne odaklanmaktan kaynaklandı. Fakat -emin olun, eksikliğime mazeret bulmaya çalışmıyorum- iki etken var ki, pek çok olayda bakış açımızı daraltıyor, zihinsel kapasitemizi azaltıyor. İlki şu: mâkûl olanın takipçisi değil tutkularının esiri, ne zaman ne yapacağı belirsiz kimselerce yönetiliyoruz. İkincisi, seksen milyonluk koskoca ülkenin onca tecrübeli devletinin her şeyine Kürt düşmanlığı ve buna bağlı takıntıların yön vermesi, dikkatimizi ve bakış açımızı saptırıyor, öngörülerimizi baltalıyor.

Bunların tesiriyle, bir ayrımı yeterince berrak gösteremedik: Astana Planı gereği Türkiye’nin İdlib’de yerine getirmesi gereken işlevle Ankara’nın buraya girmekteki hedefi arasındaki fark. Astana Planı’nın yürütücü ekibi İran+Suriye+Türkiye, patronu Rusya. Ankara’nın İdlib’e girerkenki ve girmekteki özel hedeflerine ulaşabilmesi ancak, başta Rusya, ötekilerin rızasına bağlı. Tabiî bir de şu ihtimal var: Türkiye’ye bazı işleri yaptırabilmek için onun bazı genel plan dışı hareketlerine göz yumulabilir. Bunlar ne olabilir: Efrin’e girer miyiz, güneydoğuya uzanan kolu kopartıp Fırat Kalkanı bölgesine bağlar mıyız, hiç olmadı, kantonu kuşatır boğar mıyız… Bizim pek iyi bildiğimiz, bütün dünyanın da artık öğrendiği mâlûm uyanıklık-fırsatçılık kültürüne uygun haller, dümenler düzenler.

Bu ayrımı hesaba katınca her şeyin daha berrak görünmesi mümkün.

Bir ufak izah daha: Astana Planı, hep “üçlü anlaşma” olarak adlandırılıyor. Oysa bu dörtlü bir girişim. Şam, yani iktidardan gitmesi artık meseleye karışmış herhangi bir devletçe herhangi bir şeyin önkoşulu olarak ortaya sürülmeyen Beşar el-Esad rejimi, haliyle, giderek artan ölçüde inisiyatif sahibi hale geliyor. Türkiye’nin İdlib’e girişi dahil her şeyde Şam’ın da sözü, çekincesi, onayı var. Şam’ı, Moskova ne derse onu yapan kukla gibi düşünmek, olanları, özellikle olacakları anlamak isteyenlerin işine yarayacak bir yaklaşım değil. Diyelim ortalık süt liman gözükürken silahlı cihatçıların biriktiği bir yeri uçakların dümdüz, kimyasal birşeylerin oradakileri perişan etmesi asla ihtimal dışı değil.


 
Hedef, “temizlik”


 
Esas plan nedir, buna bakalım. Rusya+İran+Suriye, İdlib’i elbette “temizlemek” istiyorlar. Bu, uzun vadeli politikaydı, ilk aşamaları geride kaldı. İmha etmek, silahsızlandırmak, dağıtmak, ezmek, sürmek vs. istedikleri herkesi -DAİŞ hariç- İdlib vilayeti ve Halep vilayetinin İdlib’e komşu bölgelerinde toplamaya çalıştılar. (Güncel durum haritalarında çoğu zaman Halep’in silahlı muhaliflerin elindeki kırsal kısmına da İdlib muamelesi yapılıyor.) Hangi bölgede kiminle anlaşıp silah bıraktırabildilerse otobüslerle İdlib’e götürdüler. Kimi muhalif savaşçıların hafif-kişisel silahlarıyla gitmesine bile izin verdiler.

Böylece “İdlib” dendiğinde anlamamız gereken alaşım meydana geldi: Bütünü rejime karşı, kararlı, öylesine kararlı ki, belalı cihatçı örgütlere bile itiraz edip sokaklara dökülebilen (Maaret el-Numan) veya silahlarıyla buraya göçen cihatçıların yanında gelmiş bir ahali. On binlerce silahlı savaşçı. Yirmi binden fazlası El-Kaide’ci veya El-Kaide çeperinde. On küsur bini, memleketi Sincan’da nesi varsa satıp savıp maaile -Ankara’nın yardımıyla!- gelmiş Uygurlar. Yurtlarına dönerlerse Çin hiçbirini sağ veya serbest bırakmaz. İki-üç bini, aynı şekilde göçmüş Kafkas kökenli cihatçı. Rusya bunlardan tekinin bile Kafkasya’ya sağ dönmesini istemiyor. Gerikalanı da -onların da yirmi bin civarında olduğu sanılıyor- uzun süredir savaşta pişmiş, tecrübeli, silahlı cihatçılar.

Şam rejimiyle herhangi bir şekilde uzlaşmaya ancak zorla yanaşacak savaşçılar ve örgütleriyle İdlib olgusunu Rusya+Suriye bile isteye yarattılar. Evet, İdlib, El-Kaide ile Türkiye-Körfez destekli öbür silahlı örgütleri tek çatı altında biraraya getiren “Fetih Ordusu” projesiyle muhaliflerin eline geçmişti, Aleviler ve rejimden yana çıkabilecek ahali katliam korkusuyla göçtüğünden burası muhalefet için rahatlıkla at oynatılacak alan haline gelmişti. Ancak Rusya+Suriye, başka yerlerdeki muhalif silahlıları ve ahaliyi de buraya toplamaya gayret etti. Bu sistematik bir politikaydı ve herhalde hedefsiz değildi.

Hedef, ilkin, imha etmek istediklerini, kolay bombardıman hedefleri olarak topluca birarada bulmak, ikincisi, bir kısmını Türkiye’ye doğru sürmekti.

Her iki hedeften de vazgeçilmiş olduğunu varsaymak için herhangi bir sebep yok.

Değişiklik, Türkiye’yi de işin içine katabilmiş olmalarında.


 
Herkesin sorduğu soru


 
Bize sunulan senaryo şöyle: Türk Silahlı Kuvvetleri, hem Suriye-Türkiye (Hatay) sınırını tutacak hem de Efrin-İdlib sınırını. Böylece Efrin, Tel Rıfat’tan güneydoğuya uzanan kol dışında tamamen TSK tarafından kuşatılmış olacak. Sınır boylarından doğu ve güneye doğru genişleyen, Halep-Hama karayoluna kadarki bölge de TSK’nın denetiminde ve Ankara’nın sorumluluğunda olacak. Karayolunun doğusunda, başta-sonda, Halep ve Hama civarında ona yaklaşan, ortalarda ondan uzaklaşan demiryolu var; bundan ötesi Suriye ordusunun denetiminde olacak. Arada kalan ve iki ucuna doğru daralan kısımları 5-10 km, en geniş yeri 27-28 km, uzunluğuysa 110 km kadar olan bölge ne peki?

Sayılar, coğrafya vs. ile uğraşmak istemeyenler için kabaca özetleyeyim: Bir tarafta TSK, öbür tarafta Suriye+İran, ortalarında, şu anda üzerine konuştuğumuz bölge. Aydın Selcen’in Duvar’daki yazısınailiştirdiği haritaya göz atarsanız durum daha iyi anlaşılır.

Bu orta bölgede ne olacak? Buraya silahlı cihatçı gruplar tıkıştırılacak. Tıkışacaklar mı peki itiraz etmeden?



İşte en kritik konuya geldik



Önce, olanları internetten, ikincil kaynaklardan izleyen biri olarak anlayamadım sandım. Ama benimle kıyaslanmayacak kadar çok kaynağa erişim imkânları olan, tecrübeli gözlemci ve gazetecilerin de aynı soruya takıldığını ve, “Burada bir açık var!” dediklerini duyunca yanlış yolda olmadığımı düşündüm.

Neymiş açık, göstermeye çalışayım.

Peki, Türkiye söylenen bölgeyi tuttu. Rusya’nın sözünden de çıkmadı, Efrin’e saldırmaya kalkmadı, yalnız sorumluluk bölgesini denetliyor. Suriye ve İranlı milisler de kendilerine tanınmış sınırların dışına çıkmıyor, örgütleri imhaya kalkışmıyor. On binlerce silahlı cihatçı bu esnada ne yapmaktadır? Ele geçirmiş oldukları tanklarla, zırhlı araçlarla, silah depolarını boşaltıp yükledikleri TIR’larla konvoy oluşturup, neleri varsa yolda satıp savıp o daracık bölgeye gelecek ve orada çiftçiliğe mi başlayacaklar? Beşar Esad arada sırada orayı ziyaret edecek, “eskiden ne kötü savaşırdık, bakın şimdi buğdaylar ne güzel boy atmış” mı diyecek, bu sırada eşi de minik oyuncak tüfekleriyle oynayan cihatçı çocuklarına elbombası şeklinde renk renk şekerler mi dağıtacak?

Şu umuluyor: Silahlı cihatçılarla masaya oturulacak, bir kısmı silahlarını bırakıp, artık siyasî parti kurmalarına izin verilmesi karşılığında mı, yoksa Suriye rejiminin epeyce dönüşmesi anlamına gelecek birtakım yerel özerklik vaatleri karşılığında mı, örgütleri lağvedecekler, “silahlı” olmaktan çıkacaklar, cihatçılığı bırakacaklar.

Azıcık pembe gözükse de, en azından bir kısmının silahlı mücadelede gelecek göremeyeceği için bu yola gireceğini varsayabiliriz.


 
El-Kaide senaryonun neresinde?


 
Öbür kısmı? Heyet Tahrir el-Şam? Bu örgüt, azıcık meraklı okurlar artık iyi biliyordur, Irak El-Kaide’sinin Suriye kolu olarak kuruldu. Irak-Şam İslâm Devleti’nden yani IŞİD’den koptu, El-Kaide merkezine bağlılığını resmen-alenen teyit etti. Kısaca El-Nusra (Cephesi) diye bilindiği zamanda başka cihatçı örgütlerle, hattâ tam da cihatçı denemeyecek yerel gruplarla işbirliğini ihmal etmedi, kendini daha bir “Suriyeli” olarak sundu, yerel halkla arayı iyi tutmaya çabaladı. Sonra, müttefiki olan çeşitli grupları bünyesine kattı, beraber iş yaptığı kimilerini yanına alarak, daha geniş bir cephe örgütüne dönüştü, Şam’ın Fethi Cephesi adını aldı. Bu değişikliğin esas anlamı, artık El-Kaide merkeziyle bağının kalmadığını ilan etmiş olmasıydı. Bunu kimse yemedi. Çünkü bu “kopuş”un El-Kaide merkeziyle danışıklı dövüşüklü yapıldığına hükmetmek için çok sebep vardı. Örgüt son olarak, El-Nusra çekirdeğini daha da geniş bir ittifak içerisinde daha görünmez hale getirmeyi amaçladı ve Heyet Tahrir el-Şam adını aldı. Sonuç olarak, El-Kaide çekirdekli bir örgütten bahsediyoruz. Askerî kapasitesi hakkında Şam yetkililerinin, Hizbullahçıların itina ve itibar göstererek konuştuğu bir örgütten.

Deniyor ki, HTŞ’cilerin bir kısmı da silah bırakıp masaya oturacak. Olabilir. Yirmi küsur bin gayet tecrübeli savaşçının yüzde kaçıdır bu? Bilmiyoruz.

Üstelik, El-Kaide merkezinin bir nevi altın çocuğu, Usame bin Ladin’in oğlu Hamza Suriye’ye geldi, uzlaşmayı kabul etmeyecek HTŞ savaşçılarını ayrı bir örgüt çatısı altında toplamaya başladı: Ensar el-Furkan fi Bilad el-Şam. Bu örgüt, adıyla bir El-Kaide ağına işaret ediyor, çünkü İran topraklarında da Ensar el-Furkan ismiyle faaliyet gösteren, El-Kaide’ye “biatlı” bir örgüt var. Yeni kurulana Ensar el-Furkan’ın Suriye kolu da diyebiliriz belki. Örgütün kuruluşu, doğrudan doğruya, TSK’nın İdlib’e girişiyle bağlantılandırılarak ilan edildi, örgütün “hem TSK hem ÖSO’culara karşı” savaşma kararlılığı vurgulanırken, tanıtım videosunda TC ve ÖSO bayrakları yakıldı.

Velhâsıl, TSK, ÖSO’cular, Rusya, Suriye ordusu ve İran milislerine karşı uzun süreli savaşa hazır, azımsanmayacak bir kuvvet var ortada. Ensar el-Furkan’da Suriye’ye savaş için gelmiş çok sayıda yabancı cihatçının bulunduğu söyleniyor. Bunların “burada olmadı” deyip kaçabilecekleri güvenli yer yok. El-Kaide lideri Eymen el-Zevahiri’nin Suriye’ye ilişkin son önerisinin “uzun süreli gerilla savaşı” olduğunu da tam burada hatırlamalıyız.

Halep’ten anlaşma sonucu çıkan, Ankara’nın hükmedebildiği kimi ÖSO gruplarının İdlib’de istenmediğini, rejimle masaya oturmaya eğilimli İdlib ahalisi ve cihatçılarının bile bunların bölgeye gelişine şiddetle itiraz ettiğini de hesaba katmak lazım.
Şu anda uluslararası düzeyde kaleme alınan, yayımlanan bilumum analizlerde, dönülüp dolaşılıp şu soruya geliniyor: Ne olacak, sayıları on binlerle ifade edilen, uzlaşmaya yanaşmayacak bu tecrübeli savaşçılar?

Farkındaysanız, İdlib’le ilgili bize güya bilgi kırıntıları veren yetkililerin hiçbiri bu konuya dokunmuyor. Bu konudan herkesin kaçması başlıbaşına gösterge değil mi?

Evet, biz, Kürt düşmanlığı takıntısının sonuçlarını, akılları başlardan nasıl aldığını bilenler olarak, Efrin meselesine gömüldük, ötesinden layıkıyla sözetmedik. Ötesinde, büyük bir imha-temizlik harekâtına Türkiye’nin fiilen katılması ihtimali var. Rusya İdlib’in güneyini havadan bombalar, Suriye ordusu, fırsat buldukça ilerlemeye ve imhaya kalkışırsa hem silahlı cihatçılar hem de sivil halk şu anda TSK’nın yerleşmekte olduğu bölgeye ve Türkiye sınırına doğru kaçacak. Sivilleri durdurursunuz da, çok sayıda silahlı cihatçı hatlarınızı yarmaya kalkarsa ne olacak? Ankara Moskova’ya posta mı koyacak? Katar’a gidip, “haydi yine Esad devirmece oynayalım” mı diyecek?

Daha fazla uzatmamak için, bir öngörüyle bitireyim: Rusya, eline geçirmişken, Ankara’yı böyle bir operasyona da alet veya en azından ortak edebilir ve böylece mevcut iktidarın başlıca besin kaynaklarından biri olan Ortadoğu’da etkinlik hayali, müstakbel başka iktidarları da kapsayacak şekilde, ebediyen son bulabilir. Ve Erdoğan+AKP iktidarı kendini birden, mümkün yegâne müttefikleri Beşar el-Esad veya başka Baas türevleriyle, kendilerine tahsis edilmiş odada, aynı divanda çekirdek yiyerek Dünya Kupası izlerken bulabilir.

Aksilik, Dünya Kupası da Rusya’da yapılacak. Bari Ensar el-Furkan’ın Çeçen militanları pencereden elbombası atmasa; tam ayçekirdeği tabağının oraya, mazallah! 

______________________________________________________________

Bu yazı http://platform24.org'dan alınmışır