*Leyla Alp
Kör ölür badem gözlü olur. Ama bazı insanlar gerçekten badem gözlüdür. Eren Akın da onlardan biri. Hiç kimsenin onunla ilgili aklında kötü bir anı yok. Hiç kimsenin Eren için bir gönül kırgınlığı yok. On dokuz yaşında bir insanla ne gönül kırgınlığı olur ki diyecek olursanız, olur bazen. Eren için yok… Hiç kimse ama hiç kimse Eren deyince “Benim kalbimi kırdı” demiyor. Eren deyince ilk akla gelen, gülen yüzü oluyor.
Kara oğlanın kocaman gülen yüzünü hatırlıyor herkes. Sonra artık onun gülemeyeceğinin karanlığı çöküyor yüzlere.
Eren ve arkadaşlarının şarkılarla türkülerle ayrılıp tabutla döndükleri Malatya’dayım. Eren ve arkadaşları kendilerini Ankara’ya Barış mitingine götürecek otobüse bindiklerinde arkalarında kardeşlerini, yol arkadaşlarını, sevdiklerini, annelerini, babalarını bıraktılar. Ama sadece bir günlüğüne… Akşam aynı otobüse binip geri döneceklerdi. Kalplerinde bir sürü güzel anı ve barışa dair kocaman umutlarla.
Dönemediler… Malatya’dan Ankara'daki barış mitingine gidenlerden tam on üçü hayatını kaybetti.
O otobüse binip Ankara’ya giden ve ağır yaralanan ya da o otobüse son anda binmekten vazgeçmiş, aradan geçen altı ay içinde haddinden fazla büyümüş, olgunlaşmış gençler karşılıyor beni. Gençlerden Okan’ın dediği gibi takvim onlar için 10 Ekim’de kalmış. Gözlerine hüzün oturmuş, gülümserken bile gitmiyor. Ankara’da yaralanan gençlerden Orçun “Büyüklerimiz bize gençliklerinde yaşadıkları güzel günleri anlatırlardı. Ama bizim çocuklarımıza anlatacağımız neşeli gençlik anılarımız olmayacak” diyor. Bir insanın altmış yıllık ömrüne bile fazla gelen acıları bu ülkenin gençleri iki yıl içinde yaşadı. CHP İl Başkanı Enver Kiraz, “Eren bir süre önce Berkin’in resmini taşıyordu. Onlar için eylemler yapıyordu. Birilerinin de onun, onların resmini taşıyacağı aklımızın ucundan geçmiyordu” diyor.
Eren'i “Neşeli, hayat dolu bir gençti” diye anlatıyor, “Biz bir aileydik” diyor Enver Kiraz. “Bizim çocuklardı. Genel Başkanla fotoğraf çektirebilmek için bizimle pazarlık yapan, burada şakalaştığımız, enerji dolu, hayat dolu, umutlu çocuklardı. Birbirimize takılırdık.”
Ankara’ya gitmekten son anda vazgeçen Berivan, “Eren’i yürürken hiç görmedim ben. Sürekli koştururdu” diyor. Sürekli gülümsemesinden bahsediyor Eren’in. Onunla ne kadar uğraşırlarsa da, onu ne kadar kızdırmaya çalışırlarsa çalışsınlar onun hiç kızmadığından. “Dişleriniz varken gülün” dermiş Eren.
“Her gece uyumadan önce dua ediyorum. Rüyamda bir kez göreyim diye” diyor Berivan. “Görüyor musun” diye soruyorum. Dudaklarından acıyla çıkıyor cevap: “Hayır.” Gözünde kocaman yaş… Karşılıklı ağlıyoruz… Neredeyse günün tamamını birlikte geçirdikleri, birlikte büyüdükleri arkadaşlarını rüyasında görmek için dua eden gençler var artık Malatya’da.
Onlarla birlikte o otobüse binmediği için ne hissedeceğini bilmiyor Berivan. “O zaman gitmek istemedim. Herkes yenecek ekmeğin varmış diyor. Keşke onların da yiyecek ekmeği olsaydı.”
Eren’in evine gitmek için yola çıkıyoruz. Ahmet Kaya çalıyor: “Hani benim gençliğim nerde?” Arabada Ankara’da ağır yaralanan iki genç var. Boğazımda kocaman bir yumruk. Yutkunuyorum, geçmiyor.
Mehmet Hayta ile Eren'in çok yakın arkadaş olduğunu anlatıyor gençler, çirkin tabelalı bir parkın yanından geçerken. Heyula gibi bir tabelada “Rabia Parkı” yazıyor. Okan anlatıyor, Mehmet ve Eren bu parkta buluşurlarmış. Parkın adını değiştirmek için de "gizli" planları varmış. Parkın o koca tabelasını bir gün kaçırıp “Hay Allah kaybolmuş” deyip yerine “Gençlik Parkı” tabelası koyacaklarmış. Çirkin tabela duruyor. Her akşam parkta yan yana oturan o iki genç artık yok.
Evlerinin kapısında Eren’in abisi Yusuf karşılıyor bizi. Gençlere sımsıkı sarılıyor. Onun için her biri Eren olmuş. Gençler için ise Yusuf, Eren’den yadigâr.
“Ne unutuyorum, ne aklımdan gidiyor.” Eren’in annesi Güli teyzenin ilk sözleri gözyaşıyla birlikte dökülüyor. “Ben çocuğumu methetmek için söylemiyorum. Kimseyi üzmezdi, kimseyle küsmezdi.” Bu kadar iyi bir çocuğun ölümüne neden bulmaya çalışıyor annesi. Hani üzse, hani aksi olsa, hani geçimsiz olsa daha kolay katlanacak gibi. Oysa Eren hiçbiri değil… Boyacılık yapıyor Mahmut Amca. "Hiç çocukları yardıma götürdün mü" diye soruyorum. "Hayır, hiç götürmedim" diyor.
Yusuf “Babam bizim okumamızı istedi” diyor. “Elin işi zor” diyor Mahmut Amca. “Kendi meslekleri olursa kendi ekmeklerini çıkarırlar dedim. Amacım onların hayatını kurtarmasıydı. O da bana nasip olmadı.” Derin bir sessizlik kaplıyor odayı. Mahmut Amca'nın gözleri yerde... O gözler yere inmese yaş durmayacak çünkü.
“Çat pat idare ediyorduk. Yavan ekmek yiyorduk belki ama gene de mutluyduk. Huzur vardı. Huzuru varsa insan zengindir. Huzur yoksa para ne işe yarar? Çocuğun olmasa sen fakirsin. İnsan çocuklarıyla zengindir. Şimdi ben parayı ne yapayım?” Ellerini çaresizce açıyor Mahmut Amca. Ellerinde yaptığı boyanın izleri.
Yusuf tıp fakültesinde okuyor. “Eren hemşireliği bu yüzden mi yazmıştı” diye soruyorum. "Yok" diyor Yusuf. Eren ders çalışmayı pek sevmezmiş. Sınavlara hazırlanırken biraz çalışmış, gelen puanına bakmış ve hemşirelik yazmış. Sınava ikinci kez girecek bir akrabasına “Hayat kısa” demiş. Annesi de babası da Eren’in "Hayat kısa" sözlerini tekrarlıyor durmadan. “Onun için kısaymış” diyor babası.
Annesi önce istememiş oğlu hemşirelik okusun. “Erkeklere yakışmıyor” demiş. Ama Eren sevmiş. Staj yapmış hatta. Staj yaptığı yerdekiler de onun işini çok ciddiye aldığını söylüyormuş.
“'Anne ben seviyorum' dedi. 'Sen seviyorsan ben de severim' dedim.” Böylece sevmiş annesi de oğlunun hemşire olması fikrini. Gömleklerini yıkamış, ütülemiş. O neyi severse annesi de onu sevmiş.
Annesi biraz derslerinden kalır diye, biraz da korkudan Ankara’ya gitmesini istememiş. Ama Eren "gideceğim" demiş. Yusuf “Annemler keşke göndermeseydik diyor ama Eren bir karar verdiyse mutlaka yapardı" diyor. O ne yapıp edip Ankara’ya giderdi. Her ne kadar gitme dediyse de annesi harçlık vermek istemiş oğluna. “Param var, yeter bana” demiş. Her zaman ki Eren işte, yetinen, yük olmak istemeyen…
Eren’in Ankara’ya gittiği gece annesi uyuyamamış. Sabah erkenden aramış oğlunu. “Biraz soğuktu. İnce giyinmişti. Üşümüştür diye düşündüm. Aradım konuştuk. Üşümedin mi dedim yok anne üşümedim dedi. Kahvaltı yaptın mı diye sordum, yaptım dedi.” Sonra çamaşır yıkamış. Önce beyazları, sonra renklileri… Eren’in elbiselerini asmış. Bir daha hiç giyemeyeceği elbiselerini. Yorulmuş. Az biraz dinleneyim deyip televizyonu açmış. Haberleri görünce elleri titremeye başlamış. “Mahmut’u aradım" diyor. "Geldi, 'orada olmamış başka yerde olmuş' dedi önce. Ama rengi sapsarıydı.” Kondurmamış yine de annesi. “Eren’e bir şey olmaz” diye düşünmüş. "Benim oğluma bir şey olmamıştır."
“Telefonu açmadı” dedi Mahmut Amca. O ânı yaşıyor gibiydi. Elinde telefon, içinde kaygı, korku, merak… Telefon açılmazsa ne olur. Hani meşguldür, işi vardır dersiniz. Denemiş Mahmut Amca, tekrar tekrar denemiş. Ama Eren telefonu açmamış. Sonra Yusuf’u aramış. “Anladım o zaman” diyor. Git al demiş oğluna, “kardeşini al.”
“Eren çok anlamlı bir çocuktu” diyor Yusuf. “10 Ekim’e kadar ben onun abisiydim 10 Ekim’den sonra o bana ağabeylik yapıyor. Bana anlam katıyor. İnsanı üzen şey on dokuz yaşında bir insanın, yani benim kardeşimin ölmesi değil. İnsanı üzen şey kimseye zarar vermeyen, kimseyi kırmayan bir insanın, bu kadar hayatı seven bir insanın ölmesi. Ben hayatı onun kadar seven birisini tanımıyorum.”
“Benim dünyam çöktü” diyor Mahmut Amca. Gözünden sakındığı çocuklarından biri artık yok. Kimseye muhtaç olmasınlar diye gece gündüz çalışıp okuttuğu çocuklarından biri artık yok. Kader mi bu? “Kader, tamam olur, ama bu kader işi değil. Ne için gitti; barış için… Ama barış istemiyorlar ki kavga istiyorlar.”
"Çocuğum olursa adını Deniz koyacağım" dermiş Eren. Annesi de “He kurban ben de Deniz diye severim” dermiş. "Çocuğun hevesi kaldı… Her şeyde hevesi kaldı” diyor şimdi.
Ara ara odanın ağırlığını dağıtmak istiyor Mahmut Amca. Biliyor ki onlar anlattıkça Eren’in arkadaşları üzülüyor. “Yemek yiyelim” diyor laf arasında. "Yok" diyorum, "biz artık gidelim. Mezarlığa da gideceğiz." Yüzü aydınlanıyor. "Ziyarete de gidecek misin" diyor. "Evet gideceğim" diyorum. “Git” diyor başını sallayarak.
Ayaklanıyoruz. Eren’in resmini gösteriyorlar. Yazın İzmir’e gitmiş. Orada çekilmiş bir fotoğraf. Eren yine ağız dolusu gülüyor. Gülmeyen fotoğrafı hiç yok diyor annesi. Fotoğraf çekilirken hep gülerdi. İzmir’i çok sevmiş Eren, orada yaşamak istermiş.
Merdivenlerden inerken annesinin "her şeyde hevesi kaldı" sözlerini düşünüyorum.
Mezarlıktayız. Çocuklar yan yana. Ama hepsi aynı yerde değil. "Arkadaşları üzülüyor ama organize olmadık o zaman" diyor. Öyle dertli… Bir sigara yakıp Gözde’nin mezarına koyuyor Rutkay. “Niye o sigarayı oraya koydun” diyorum. “Çünkü” diyor yutkunup “bizim genelde paramız olmazdı, bir sigarayı birlikte içerdik.”
Eren’in mezarında Beşiktaş atkısı, forması… Eren Beşiktaş hastası. Orçun "iyi futbol oynardı" diye anlatıyor. Stad açılıyor diye geçiriyorum aklımdan. Eren orada maç izleyemeyecek.
Her şey yarım kalmış.
Eren hemşire olamayacak. İzmir’e yerleşemeyecek. Çocuğunun adı Deniz olmayacak. Her şeyde hevesi kaldı.
Her şey yarım.
Sadece Eren’in gülüşü tam.
Son: * Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.