Hilal Kaplan
(Yeni Şafak, 2 Mayıs 2012)
'Andıç gazeteciliği' devam ediyor
Geçtiğimiz hafta, Demokratik Gelişim Enstitüsü'nün (DGE) düzenlediği "Çatışma Ortamlarında Medyanın Rolü" başlıklı bir günlük bir çalışma toplantısı yapıldı. Medyanın farklı kesimlerinden pek çok isme ek olarak CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve AK Parti milletvekili Mehmet Tekelioğlu'nun da katıldığı bu toplantıda çatışma süreçlerinde medyanın nasıl bir rol ve görevi olması gerektiği hakkında istişare edildi.
Ancak bu toplantı hakkında, nezaketten oldukça yoksun, saldırgan bir üslupla bir gazetede haberler yayınlandı. Toplantı ile onu düzenleyen DGE'yi PKK ile ilişkilendirmeye çalışan oldukça zoraki bu 'gazetecilik/istihbarat çalışması'na elimden geldiğince ve elbette lisanı münasiple cevap vermek istiyorum. Cevap verirken muhatabımın Kürt meselesine ilişkin kendileri hariç kimsenin sesinin çıkmasını istemeyen 'güvenlikçi/ emniyetçi algı'nın değil, bu haberlerden dolayı suizana düşmüş olabilecek okurlarım olduğunu da belirtmem gerekiyor. Zira kendisi dışındaki herkesi kriminalize ederek alanın tek hakimi olmaya çalışanlar, aynı zamanda ikna edilmeye de açık olmadıklarını ilan etmiş oluyorlar.
DGE'nin direktörü olan Kerim Yıldız, yıllardır insan hakları alanında çalışan bir isim. Bundan önce başında olduğu sivil toplum kuruluşu, Kürt İnsan Hakları Projesi (KİHP) bağlamında Türkiye'deki insan hakları ihlalleriyle ilgili pek çok davada mağdurlara yardım amacıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki davalara aracılık etmiş.
Bu davalar arasında Ermenistan'ın Karabağ'da yaptığı hak ihlalleri sonucu açılan davalar da var,
Başörtüsü yasağı mağduriyeti sebebiyle açılmış olan davalar da var,
Özellikle 1990'larda devletin Kürt vatandaşlarına yönelik işlediği hukuksuzluklara karşı açılmış davalar da var.
PKK bağlantısı iddia edildiğinden söylemek durumundayım ki bu davalar içinde, o dönem PKK'yla çatışmakta olan Hizbullah'ın kaybedilmiş üyeleri de bulunuyor...
Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak görüldüğü üzere, salt adından yola çıkarak KİHP'yi illegal bir kuruluşmuş gibi yansıtmak, verilen tüm emeklerin üstünü örtüyor. Daha da vahimi "Kürt" kelimesini yasadışı çağrışımlardan azade düşünemeyen bir zihniyetin hâlen 28 Şubatvarî fişlemelere gidebildiğini de ortaya koyuyor. Kişisel bir gözlemimse, Avrupa'daki Kürt diasporasına mensup pek çok kişi "Kürt açılımı bitti, devlet eski devlet" fikrini savunmaktayken Kerim Yıldız'ın beraber bulunduğumuz her ortamda Kürt açılımının devam eden bir süreç olduğuna ve AK Parti'nin bu hususta inisiyatif almaya devam ettiğine muhataplarını ikna çabasıdır. Böyle düşünmeseydi bile mezkûr andıçın mazur gösterilecek bir tarafı olmayacaktı elbette.
Ortaya atılan bir diğer 'kanıt' da DGE'nün danışma kurulunda bulunan Mark Muller Stuart'ın Abdullah Öcalan'ın avukatlarından birisi olması oluşturuyor. Şu anda Meclis'te bulunan iki BDP'li vekilin de Öcalan'ın avukatları arasında olduğunun farkındayız, değil mi? Ne yapmak gerekir? Onları da kriminalize edip, Meclis'ten attırmak mı, yoksa toplumdan oy alarak gelmiş bu isimlerin toplumda bir karşılığı olduğunu kabul edip 'tahammül etmek' mi? Diyalog karşıtı olmak kişisel ve meşru bir siyasî tercihtir, saygı duymak gerekir. Ancak aynısı ters istikâmette düşünenler için de geçerlidir. Meselenin çözümü bağlamında diyaloğun gerekli olduğuna inanan insanları her fırsatta yasa dışı kılmaya çalışıp, "ya sev ya terk et" söylemiyle tehdit etmek sadece siyaseten değil, ahlâken de yanlıştır.
Gelelim DGE'nin toplantısında neler konuşulduğuna... Uzun yıllardır Türkiye'de "barış gazeteciliği"nin yokluğundan yakınılır. Yanlışını doğrusundan ayırt etmeden, tamamıyla devlete ya da tamamıyla PKK'ya angaje bir gazetecilik faaliyeti yürütüldüğünden toplumsal yaralara merhem olabilecek bir medya düzeninin eksik olduğu söylenegelir. İşte DGE'nin toplantısında da Türkiye'de medya denince akla gelen pek çok kişiyle beraber bu mesele masaya yatırıldı. AK Parti ve CHP'li vekillerin yanı sıra Mustafa Karaalioğlu, Yavuz Baydar, Mahmut Övür, Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Bejan Matur, Cengiz Çandar gibi isimlere ek olarak konunun uzmanı üç akademisyen de vardı. Nefret söylemi üzerine çalışmalarıyla bilinen Galatasaray Üniversitesi'nden Yasemin İnceoğlu, Ünlü İngiliz gazetesi The Independen'tan Don McIntyre ve King's College Üniversitesi Öğretim Üyesi Peter Busch kendi deneyim ve birikimlerini paylaştılar. Ardından katılımcılarla beraber medyadaki mevcut durum masaya yatırıldı, herkes kendi zaviyesinden görüşlerini paylaştı. İnsanların bağlam dışına çıkartılıp alıntılanma kaygısı taşımadan, sözlerini tartmadan rahatça ifade edebilmeleri için de toplantı kapalı devre yapıldı. Toplantı daha başlamadan çıkartılan bu dezenformasyon da aslında "kapalı devre" tercihinin gayet haklı bir gerekçesi olduğunu kanıtlamış oldu. Kaldı ki akşamki bölüme medya da davetliydi ve dileyen gelip orada sorularını bizzat katılımcılara da sorabilirdi.
Anlayacağınız ne vatanı böldük, ne de kurtardık. Ama medya mensupları olarak kendi aramızda görüşlerimizi paylaştık. Türkiye bu "Ahlâksızları tanıyalım" gazeteciliğinden çok çekti. Bir benzerinin, üstelik Müslüman temsili olan bir gazete aracılığıyla devam ettirilmesi ayrıca üzücü...
DPİ'nin faliyetleri ve İstanbul'daki son toplantısıyla ilgili olarak http://www.democraticprogress.org/news.php adresinden bilgi alabilirsiniz.