Kültür-Sanat

Altın Portakal ödüllü yönetmenin Yılmaz Güney sevgisi

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan Ben Hopkins kendini dünya vatandaşı olarak ifade ediyor

10 Nisan 2009 03:00

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan ‘Pazar: Bir Ticaret Masalı’nın yönetmeni Ben Hopkins ülkemizdeydi.

Hong Kong doğumlu, İngiltereli, Almanya’da yaşayan ve Türkiye’ye sık aralıklarla gelen Hopkins, Gazeteport’a verdiği röportaj’da kendini ‘biraz gezgin biraz serseri’ olarak ifade ediyor… Film kurnaz bir adam olan Mihram’ın öyküsü, röportaj ise bir dünya vatandaşı olan Hopkins’in…


Türkiye’yi çok iyi seven ve bilen biri olarak, bize kendinizi tanıtır mısınız? On yıl öncesinde sizi Türkiye’ye getiren ve sonrasında hep getiren duygu neydi?

Ben 1969’da Hong Kong’da doğdum. 1995 yılında profesyonel olarak yazarlık ve yönetmenlik yapmaya başladım. On yıl öce Gezici Festival bünyesinde Türkiye’ye geldim. Sonra İstanbul’a geldim ve çok sevdim. Sonra Yılmaz Güney’in filmleriyle tanıştım. Umut, Yol ve Sürü’yü gördüm. Güney, o filmlerde ekonomik bir tanımlama yapıyordu. Benim büyükbabam ekonomistti, babam da öyle. O yüzden ben ailemden ekonomiyi öğrendim. Hepsi bir araya gelince Türkiye’de film çekme fikri de kendiliğinden oluştu. Ben de bu filmi yaptım.

Sinemasal bir yol çizmenizde Türkiye’nin katkısı oldu mu? Ne kadar?

Yılmaz Güney’in çok etkili bir sinema dili vardı. Ben gençliğimde çok fazla film izledim. Ama Türk sineması o kadar yaygın değildi. Yılmaz Güney’in adını İngiltere’de duydum ama filmlerini hiç göstermemişlerdi. Onun filmlerini görmek için Türkiye’ye gelmek zorundaydım. Ondan sonra da hep geldim… Etkisi var elbette.

Antalya’da en iyi film ödülü kazandınız. Yabancı bir yönetmen olarak, hatta festivalin tek yabancı yönetmeni olarak ulusal bir yarışmada ödül kazanmak nasıl bir duygu?

Çok güzel… Çok şaşırdım, benim için büyük sürpriz oldu. Çünkü öncesinde haber vermediler. Ben de ödül kazanamadığımı düşündüm. Çok güzel bir duygu tabii ki… Ama bu oradaki jürinin takdiri… Başka bir festivalde benim filmimi değil, başka bir filmi seçmişlerdi. Örneğin Fransa’da yapılan Dinar Festivali’nde benim filmin gösterildi ama orada başka bir film bütün ödülleri topladı. Festival Fransa’da yapılıyordu ama İngiliz filmlerini kapsıyordu…

Filminiz Kültür Bakanlığı tarafından Türk filmi olarak kabul edilmedi. Peki yurt dışında nasıl oluyor bu tür ayrımlar…

Bürokrasi her yerde aynı işliyor. Ama İngiltere’de böyle bir ayrım yok. Ama Bafta’da Amerikan filmlerine veriyorlar daha çok. Orada daha zengin, daha profesyonel bir film endüstrisi var çünkü. Ama bütün filmler yer alabiliyor festivalde.

Peki Hollywood’da şansınızı denemeyi düşündünüz mü?

Hollywood’a iki kere gittim. Bir proje için oyuncu bulmaya gittim. Çok garip bir yer. Bana göre bir yer değil. Çok ticari bir yer. Kültürel olarak bakmıyorlar projelere. O ayrım çok net. Aslında bu netliklerini çok beğeniyorum. Ama ben kültür insanıyım…

Pazar: Bir Ticaret Masalı’ndaki karakteriniz Mihram da ticari bakan, ticari bir kişilik…

Evet. Mihram için Hollywood çok güzel bir karakter olurdu. Orada çok rahat ederdi.

Filminiz Türkiye’de geçiyor ama Rusya’nın komünizm sonrası etkilerini taşıyan ve Azerbaycan’a uzanan bir yelpaze çiziyor. Bu kadar geniş ve birbirine geçen zaman dilimini ve mekanları aynı potada nasıl buluşturdunuz?

90’lı yıllarda ben bir gazete haberi okudum. Moldovya’da komünizmin çöküşünden sonra dükkanlarda hiç ürün kalmamıştı. Bu boşluğu dolduran girişimciler oluşmuş o dönemde. Ne istiyorsan getiriyorlar. Kaçak mal tabii. Bu girişimci ruhu benim için güzel bir konuydu. Çünkü kapitalizmin en güzel ve en basit şeyi arz-taleptir. Mihram böyle bir karakter, tüccar. Filmin içinde komünizmin yıkılmasının birebir etkileri yok aslında. Türkiye’nin doğusunda yaşananları kullanan bir adam var daha çok.

Kendi kültüründen beslenen yönetmenlerden ilham aldığınız söylüyorsunuz. Örneğin Yılmaz Güney gibi… Ama siz gördüğümüz kadarıyla farklı kültürlerin peşindesiniz daha çok…

Evet, biraz öyle aslında… Ama ben İngiliz’im ve Londra hakkında en güzel filmi ben yaptım diye düşünüyorum. Yani ilk filmimde Londra hakkında her şeyi değil ama düşündüğüm birçok şeyi söyledim. Orda bitti, şimdi kendi yoluma bakıyorum. Şimdi geziyorum. Bir gün tekrar Londra’ya döneceğim ve orasıyla ilgili şeyler çekeceğim tekrar. O yüzden biraz gezginim ve serseriyim… Gezerek besleniyorum diyebilirim…

Tekrar Mihram’a gelelim… Aslında günümüzde fazlaca karşımıza çıkan bir tipleme ve günümüz maddi dünyasının bir insanı. Onu farklı ve cazip kılan yanı nedir?

Kurnaz biri. Ama edebiyatta bu gibi tipler çok vardır… Kurnaz ama cazibeli. İngiliz televizyonlarında çok ünlü bir karakter var. Herkes tanıyor. Tüccar bir karakter. Evet kesinlikle seviliyor. Mihram da çok sevilecek bir karakter. Tayanç (Ayaydın) da çok iyi oynadı. İyi birini değil, kurnaz birini oynuyor. Kusurlu bir insan. Karizmatik ama… Zaten sinemada birebir iyi ya da kötü karakterler yaratmak çok da ilgi çekmiyor. Mutlaka iyi birisinin biraz kötü, kötü birisinin de biraz iyi yanı olmalı…

Oyuncuları siz mi seçtiniz? Oyuncularla nasıl karşılaştınız?

Londra’da bir tiyatronun sanat yönetmeni olarak çalışan Mehmet Ergen var. Orada ben bazı Türk oyuncularla tanıştım. Sinan Tuzcu da orada çalışmıştı. Filmi yapmak istediğimde Sinan Tuzcu casting direktörü olarak tavsiyelerde bulundu. Çok fazla oyuncu geldi. Tayanç yedinci deneme yaptığım oyuncu oldu. Çok belliydi, çok çok iyiydi. Çok farklı şeyler gösterebilir, duyguları açığa çıkarabilirdi. O yüzden onu seçtim.

Türkiye’ye ve doğuya ilişkin iyi gözlemleriniz var. Karakterlerinizin film içindeki yerleşimi de iyi… Genco Erkal da var… Rojin var. Güzel yani…

Ben girdiğim yerin içinde çok fazla yabancı gibi durmuyorum. Van’da da herkesle iletişimim çok doğaldı. Herkesten de karşılık geldi. Herkesle Türkçe konuştum, öyle anlaştım. Filmin içinde bir kadın şarkıcı olması gerekiyordu. O çok zengin bir ses. Kürtçe söyleyen bir kadın olsun diye ısrarım yoktu ama o ses doğudan daha sık gelen bir ses. Çok beyaz ve sarışın bir kadın film içinde doğal durmazdı. Zaten şarkıcı orada filmi tanıtan biri. Başka bir tip olsa ters düşerdi. Her oyuncu güzel bir şekilde yer aldı filmimde…

Doğunun kurnazlığıyla batının kurnazlığı arasında fark var mı acaba?

Doğuda tanıdığım insan tiplemeleriyle batıda tanıdığım tiplemeler farklı aslında… Batıda daha çok sinema yapan insanları tanıyorum. Doğadakiler ise berberi otellerde çalışanlar ve şoförler. İstanbul’da kurnaz, tüccar gibi insanlarla karşılaşmadım ama doğuda karşılaştım. Çünkü daha farklı insanlarla tanıştım. Soruya cevap vermek için İstanbul’da kurnaz insan tanımalıyım.

Dünya ekonomik bir darboğazdan geçiyor. Bu krizde Mihram gibi karakterler artabilir mi sizce?

Evet, sanırım… Para kazanmak için farklı yollar deneyebilir insan. Para az olunca daha fazla yaratıcı olmak zorunda kalacaklar insanlar…

Filminiz aynı zamanda yol filmi… İsmi bir masal barındırsa da komedi unsurlarıyla ve karakterlerinizin gerçekliğiyle film başka bir yere oturuyor aynı zamanda…

Bu biraz da yönetmenin işi… Farklı elemanları bir araya getirmek ve kotarmak yönetmenin işidir… O yüzden zorlanmadım, her şeyden bir parça kattım filmime… Konusu gereği tabii..

Film çekmeye devam edecek misiniz?

Evet edeceğim. Bu kez doğudan batıya geçiyoruz. İki film doğuda çektim, biraz da batıya geçelim. Hikayemizde bir sınır olması gerekiyordu. Edirne gibi bir yer olmalıydı. Senaryo öyle gerektiriyor çünkü. Bu da bir yol hikayesi, hatta daha fazla yol hikayesi… Aslında arabada film çekmeyi sevmiyorum ama senaryo böyle oldu. Belki de yollarda olmayı seviyorum. Bu hikaye daha çok özgürlükle ilgili… İki kadının hikayesi. Özgürlüğü ve mutluluğu kazanmanın zorluğu var… Sınır aşıyorlar, Yunanistan’a gidiyorlar. Türk, Yunan ve Alman ortak yapımı olacak…

Peki Türkiye’den bir kaçış hali mi var?

Hayır. Aksine geri dönmek istiyorlar. Türkiye’yi biraz da yanlışlıkla terk ediyorlar. Aksi bir durum yok yani…