19. yüzyılın sonlarında yapılan resimlerde neden artık Monet'nin güzel bahçelerini değil, rahatsız edici görüntülerle ifade edilen bir endişe ve yıkımı görür olduk?
19. yüzyılın sonlarında yapılmış resimleri düşününce aklımıza neler gelir? Monet ve Empresyonizm, Moulin Rouge'da Toulouse-Lautrec, Post-Empresyonizm, Cezanne ve 'İskambil Oynayanlar', Mont Sainte-Victoire, Tahiti'deki cennetinde Gauguin ya da Van Gogh'un son büyüleyici manzaraları...
Fakat 19. yüzyılın özellikle son yıllarında resimlerde ruh halinin değiştiğini, sıkıntı ve endişenin, gerginlik ve karamsarlığın, yabancılaşma duygusunun hakim olduğunu görürüz. Monet'nin ışık huzmeleriyle süslü bahçeleri yoktur artık.
İlk akla gelenlerden biri Munch'un 'Çığlık' tablosudur. Bu resmin ilk versiyonunu 1893'te yapan Norveçli ressam daha sonra kadınları cinsel arzularını erkekler üzerinde gideren vampirler şeklinde çizmiştir.
Şehvet ve kötülüğün vücut bulmuş hali olarak baştan çıkaran kadın figürü bu dönemin maskotu, sıradan ahlaki kaygılardan arınmış, aşırı rafine estetik düşkünü züppe ise ikonu haline gelir.
1893'te yaptığı Göbek Dansı litografisinde olduğu gibi, Aubrey Beardsley siyah-beyaz baskı resimlerinde baştan çıkaran kadın fikrinin yerleşmesine katkıda bulunmuştu.
Belçikalı ressam James Ensor'un resimleri Londra'daki Kraliyet Akademisi'nde sergileniyor. Bu resimlerde kafatasları, iskeletler, ürkütücü maskeler burjuva toplumun bağrındaki yozluğu anlatan imgeler olarak karşımıza çıkıyor.
Yine Belçikalı Léon Spilliaert'in Akademi'de sergilenen otoportresinde, kendisini tuhaf ve sıska bir figür olarak perişan bir halde kasvetli ve ezici bir kapalı ortama hapsolmuş şekilde yansıttığı görülür.
Fransız post-Empresyonist ressam Paul Gauguin yüzyıl sonunda bu huzur bozan güçlerin baş temsilcisi olmuştur. Gauguin'in dini ve mistik konulara, tamamen hayali ve fantastik karakterlere düşkünlüğü, etrafını saran gündelik ve sıradan ortamla sentezlenmiş halde resimlerine yansımıştır. Tıpkı James Ensor'un eserlerinin de gerçek ile hayali olanı birleştirdiği gibi.
Ensor soğuk kıyı kenti Ostend'de bir dükkân üstü evde büyüdü. Annesi dükkânda turistlere ilginç karnaval maskeleri, kostümler ve hediyelik eşya satıyordu. İşte bu maskeler ve kalabalık insan figürleri onun resimlerine de yansıdı. Ensor için bunlar kibar toplumun ikiyüzlülüğü için en iyi metaforu sağlıyordu.
1890'da yaptığı 'Entrika' adlı tablosunda yaşlı gelin ve hortlak görünümlü şapkalı damadın yanında insana zor benzeyen grotesk figürler bir evlilik töreninde bir araya gelmiş, aile ve Hristiyan değerler tersyüz olmuş bir halde evlilik töreninde vücut bulmuştur.
Bundan bir yıl önce yaptığı otoportresinde ise Ensor kendisini, etrafı korkunç maskelerle çevrilmiş ve yüzünde sert ve samimi bir ifadeyle aksettirir. Bu bakışla bizi kendisine karşı bir suç işlemekle mi suçlamakta, yoksa çektiği acılara tanıklık etmemizi mi istemektedir?
Munch gibi onun da akut bir zulüm sendromu yaşadığı hissi uyanır insanda; ama onun tersine Ensor'un eserlerinde kara komedi havası da vardır.
Göreceli olarak barış ve istikrarın hakim olduğu, belli bir kesimin ekonomik refaha kavuştuğu (1870'lerden Birinci Dünya Savaşı'na kadar süren ve savaştan sonra Altın Çağ ya da Belle Epoque olarak adlandırılan) bir dönemde yüzyıl sonu Avrupa resmi, dışa yansıyan bu güvene ters düşen bir şey ifade ediyordu.
Bunlar, toplumun ruhani boşluğu ve artan maddeciliği karşısında duyulan kaygılardı. 18. yüzyıldan beri Aydınlanma idealleri olarak entelektüellerin kucak açtığı mantık ve ilerlemenin ruhu ayakta tutacağı fikrinin reddiydi bu.
Belki de bu kaygılarda bir yüzyılın sona erişinin de payı vardı.
Kendi kaderimizi bilme ve kontrol etme gücünden yoksun oluşumuza dair daha derin kaygıların bir işaretiydi. 'Nereden Geliyoruz? Neyiz? Nereye Gidiyoruz?' adlı 1897 tarihli tablosunda Gauguin bu derin bilgi arayışını yakalamış gibidir. O ve dönemin birçok ressamı bu soruların cevabını bilimde değil, batıni ruhanilikte, mistisizmde ve bilinmezde arıyordu.
Yüzyıl sonu Fransa'da önce edebiyat alanında başlayan ve sonra bütün Avrupa'ya yayılan Sembolizm ve Dekadan akım resimde de kendisini gösterdi.
Belçikalı bir diğer ünlü ressam Fernand Khnopff da Ensor gibi avangart Les XX grubunun üyesiydi ve 1896'da yaptığı ve 'Sanat' ya da 'Okşamalar' adıyla bilinen eserinde, leopar gövdeli bir kadın başının bir erkeği (Oedipus) okşarken kendinden geçtiği görülür.
Avusturyalı Alfred Kubin'in Goya tarzı fantezileri, Almanya'dan Franz Stcuk'un erotik resimleri de bu akımın ürünleridir.