01 Mart 2017 11:36
Eski CHP Genel Başkanı ve gazeteci Altan Öymen, referandum sürecine ilişkin olarak, "Böyle bir örnek var mı dünyada? Olağanüstü hal şartları uygulanıp milletvekillerinden bir kısmı hapse atılmış olacak? Tabii, demokratik ülkeleri kastediyorum. Geçmişte bazı ülkelerin, diktatörlüğe gidişinde ortaya çıkan örneklerdir onlar" görüşünü dile getirdi.
"Dokunulmazlık konusunda ortak mutabakat olması da yanlıştı" diyen Öymen, "Milletvekili dokunulmazlığı çok öteden beri dünyanın başka ülkelerinde de olan, bizde de belli bir usul içinde uygulanan bir şeydi. Bir kısım partinin milletvekillerine kızıyorsun, onların dokunulmazlıklarını kaldırıyorsun. Böyle bir şey olmaz" ifadesini kullandı.
Yurt gazetesinden Ülkü Çoban'ın sorularını yanıtlayan (1 Mart 2017) Öymen'in açıklamaları şöyle:
Demokratik ülkelerde liderler televizyon ekranlarına birlikte çıkıp tartışıyor. Ülkemizde ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısını kabul eden lider yok. Niçin?
Evet, özetini dün yaptık, sayın Başbakan, sonra sayın Cumhurbaşkanı, sonra iktidarın diğer ileri gelenleri... O arada sayın Adalet Bakanı, sayın hükümet sözcüsü, başbakan yardımcısı... Her gün televizyon başında kendilerini bol bol izliyoruz.
Onlara bir de referandum konusunda, üç aşağı-beş yukarı aynı görüşleri savunan MHP lideri eklendi. O da, son günlerde sesini daha da yükselterek televizyon ekranlarında hayli ilginç şeyler söyledi.
Peki, ülkemizde iktidar sözcülerinin veya destekçilerinin dışında pek çok siyasetçi var. O siyasetçilerin de partileri var, liderleri var, sözcüleri var. Onların konuşmalarının ekranlara yansıması nasıl oluyor?
Bazılarının konuşmalarının yansıması, ya hiç mümkün olmuyor, ya da birkaç cümlelik görüntülerle ve yarım kalmış cümlelerle gerçekleşiyor.
Bazılarına ayrılan vakit biraz daha fazla... Ama çoğu defa ana muhalefet partisi dahil, hiçbirinin liderlerine ve sözcülerine, iktidar partisinin sözcülerine ayrılan vakte yakın yer ayrılmıyor.
Oysa ülkemizde, daha demokratik hayata girdiğimiz yıllarda başlatılan bir gelenek var. Üstelik o gelenek kurumsallaşmış, yasalara da girmiş. Ayrıca, zaten, demokrasinin "olmazsa olmaz" kuralları olarak tüm -ciddi- demokratik ülkelerin uyduğu evrensel ilkeler arasında… Ama işte günümüz Türkiye’sinde onlar artık geçerli değil. O ilkelerin yerine Olağanüstü Hal Kanunu'na göre çıkarılan kararnamelerle oluşturulan “fiili” duruma geçmiş. Siyasal partilerin kamuoyuna hitap etmelerinde, özellikle, seçim zamanlarında büyük bir dikkatle uygulanması gereken “eşitlik” kuralı ortadan kalkmış.
Böyle bir durum demokratik bir ülkede normal bir durum mudur?
Benim mesleğim ve yaşım dolayısıyla gidip gördüğüm ülkelerin sayısı hayli fazla. Televizyon yayınlarının başlangıcından beri her gittiğim yerde hiç ihmal etmediğim bir alışkanlığım var: Gittiğim ülkelerde televizyon yayınlarını mümkün olduğunca izleyip bir fikir edinmeye çalışırım. Buna ne kadar vaktim kalırsa, o vaktin önemli bir kısmını otel odasındaki televizyon başında geçiririm. Bilmediğim dillerdeki yayınlardan bile o ülkedeki konular ve kişiler hakkında bir şeyler öğrenmek isterim.
Demokratik bir yönetimi olduğundan kimsenin şüphe etmediği ülkelerin hiçbirinin televizyonlarında, bizdekine benzer bir durum görmedim.
Bu, tabii, tatsız bir durum. Çünkü, ülkenin yönetimini seçecek olan seçmenler, ülkedeki siyasal gruplardan birinin ağırlıklı etkisi altında kalıyorlar.
Niçin “yüzyüze” değil?
Demokratik bir ülkede iktidardaki siyasetçilerin öyle gece gündüz televizyon kanalları önüne çıkıp saatlerce konuşmaları, zaten adetten değil. Seçim veya halkoylaması zamanlarında da, verecekleri mesajları muhalefetteki rakipleriyle eşit şartlar altında verirler.
Ayrıca iki taraf, birbiri için söyleyeceklerini yüzüne karşı söyler. Tarafsız moderatörlerin hakemliğinde düzenlenen tartışma programlarına rakipleriyle birlikte çıkarlar. Tartışırlar.
Aslında o gelenek bizde de yerleşmişti. 1983'te bir darbe dönemi bitip de yeniden demokrasiye geçilirken bile örnekleri vardı. 1983 seçiminden önce TRT yayınlarında, önce Özal'la Necdet Calp arasında "Köprü satılır mı? - Satılmaz mı?" tartışmasını izlemiştik.
Daha sonra -1995'te- Tansu Çiller'in, Mesut Yılmaz'ın, Bülent Ecevit'in, Deniz Baykal'ın katıldığı tartışmaları, 2002'de de Deniz Baykal ile Tayyip Erdoğan tartışmasını hatırlıyoruz.
Ama sonra, o uygulama Tayyip Erdoğan'ın başbakan oluşundan sonra tarihe karıştı.
Bunu her fırsatta hatırlatan parti CHP… Kemal Kılıçdaroğlu, AKP liderlerine, "Gelin, bu konuştuğunuzu televizyonda tartışalım" dedi. Bunu, AKP'nin liderleri kabul etmedi. Ne Erdoğan, ne Davutoğlu, ne Yıldırım…
Kabul etmedikleri gibi, iktidardaki ve muhalefettekiler arasında "propaganda eşitliği" ilkesini tamamen rafa kaldırtıp, tüm televizyon yayınlarını kendi konuşma sürelerinin açık arayla üstünlüğü altına soktular.
2002 yılında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ve dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Seçim Arenası isimli programa birlikte katılmışlardı.
“Er meydanı”; ekran mı, miting alanı mı?
ALINTI: CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 14 Şubat 2017 tarihli grup toplantısında "Hayır diyeni sen terörist gibi tanımlarsan söyleyecek bir lafın yok demektir. Bel altı vuruyorlar. Kendilerine çağrı yaptım. İstediğiniz televizyonda çıkıp ‘evet-hayır’ konuşalım. Size yarım saat versinler bana 15 dakika. Açıkça çağrı yapıyorum. Vallahi soru da sormayacağım. Yeter ki medeni insanlar gibi konuşalım" dedi.
*Başka ülkelerde rakip liderler yan yana gelmeye devam ediyor. Bizim ülkemizde ise sadece çocukluk dönemimde Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın TRT yayınlarında seçim öncesinde karşı karşıya geldiklerini hatırlıyorum. O fotoğraf gözümün önünde var… Ama bir televizyon yayınına ait Kılıçdaroğlu ve Erdoğan fotoğrafı yok. Bundan 20 yıl sonra da olmayacak galiba hafızalarda…
Hayır olmuyor, iktidar razı olmuyor. Kemal Kılıçdaroğlu kaç defa "Bunu yapalım" dedi; olmadı, gelmediler. Hatta son dönemlerde Kılıçdaroğlu, "Televizyonda karşı karşıya gelelim, senin konuştuğunun yarısı kadar konuşayım" bile dedi.
*En son hatırladığım Melih Gökçek ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun Uğur Dündar’ın yayınında karşı karşıya gelmeleriydi. Büyük bir tartışma yaşanmıştı. Şimdi acaba bugün bu sahneleri yaşamamamızın nedeni gerginliğin çıkacak olması mı? Endişeler mi? Geçmişten bugüne bakarsanız, bugün yaşananı ya da yaşanamayanı siz nasıl okursunuz?
Aslında kendisine güvenen insan herkesle konuşmayı kabul etmelidir. Seyircinin değerlendirmesine razı olmalıdır. Seyirci hakemdir. Mesela, çıktık seninle ikimiz, tartışıyoruz, ben ikide bir senin lafını kesiyorum, sen tamamlayamıyorsun. Benim burada kurallara aykırı davrandığım seyirciler tarafından mutlaka tespit edilir ve bu tartışmadan kazanılacak puanı kurallara uyan taraf kazanır. Yani misalimizde sen kazanırsın.
*Kılıçdaroğlu sorduğunda Melih Gökçek cevap vermek yerine sinirlenip bağırmayı tercih etti.
Bu benim de hatırımda kaldı.Ben de, Melih Gökçek’in o davranışında olumlu bir izlenim edinmemiştim. Hatta “Bu kadarı da olmaz” diye içimden geçmişti o akşamı hatırlayınca. Şimdi bile geçiyor. O yayın Kılıçdaroğlu’nun lehine oldu. Sonradan partisi onu, İstanbul belediye başkanlığına aday gösterdi. Orada, o günkü şartlara göre, olabildiğince olumlu bir sonuç aldı. Sonuçta da Cumhuriyet Halk Partisi’ne genel başkan seçildi.
*”O yayının bile etkisi var” diyebiliriz o zaman.
Tabii. Herhalde… O yayında çok iyi bir izlenim vermiştir Kılıçdaroğlu.
2008 yılında, Uğur Dündar’ın yönettiği programda Kılıçdaroğlu ve Melih Gökçek yer almış, tartışmalar nedeniyle programın tansiyonu sık sık yükselmişti.
Binali Yıldırım’ın yaptığı bozkurt işaretini değerlendiren Altan Öymen, “Bu, nezaketen olabilir, onlara bir jest gibi düşünülebilir” dedi. İktidar partisinin çok hızlı değiştiğini belirten Öymen, söylemleri bu kadar kısa sürede değiştirmenin inandırıcılığı azalttığını vurguladı.
Altan Öymen farklı görüşten siyasetçilerin televizyonda karşı karşıya gelmemelerini de eleştirdi, “Demokratik ülkelerde liderler televizyon ekranlarına birlikte çıkıp tartışıyor. Ülkemizde ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısını kabul eden lider yok. Niçin?” diye sordu.
*Başbakan Binali Yıldırım’ın partisinin geçtiğimiz haftaki grup toplantısında bozkurt işareti yapması çok konuşuldu.. MHP de toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın afişini astı. MHP-AKP arasındaki bu ilişkiyi nasıl analiz edersiniz?
Partiler arasında ilişkiler iyi olursa, bunun gibi birbirlerine jestler yapmaları mümkündür ve hatta olumlu bir şeydir. Demokrasiye yeni geçilirken bunun başka örnekleri de vardı: Partilerin genel başkanları birbirlerinin parti merkezlerini ziyaret ederlerdi. Hatta bazen kongrelerine giderlerdi. Mesela Cumhurbaşkanı İnönü, partili cumhurbaşkanıydı. O zamanki Anayasa’da partili olmasına bir mani yoktu. Ama “demokrasiye geçiş” dönemini başlatınca, parti işlerini genel başkan yardımcısına bırakmıştı. Tabii, partili olmaya devam ediyordu. Ama yurt gezisine çıktığı zaman yanına bir CHP’den, bir de muhalefet partisinden temsilci alırdı. İsimlerini bile hatırlarım: DP’den Nuri Özsan ona refakat ederdi. CHP’den de Nihat Erim…
Bu, nezaketen olabilir, onlara bir jest gibi düşünülebilir. Devletler arasında da olur, birbirlerinin marşını çalarlar. Bu, bugünkü siyasi partiler arasında da olabilir.Ama şu sırada iktidardakilerin yaptığı, bunun tam tersi. Büyük bir kısmı, bugün muhalefete, "Bunlar vatan hainidir" diye veryansın etmeyi marifet sayıyor.
Tabii, partiler arasında iyi ilişkiler de olur, sertleşme de olur. Ama geniş zaman içinde olur. Bugünden yarına değişiklikler olmaz. Dün o partiyi yerden yere vurmuşsun. Ertesi gün ona iyi şeyler söylemen kolay olmaz. Söyleyebilsen bile, inandırıcı olmaz. Bir kere asgari bir nezaket seviyesini her zaman muhafaza etmek lazım. Partiler arası ilişkiler, küfürden, ağır ithamlardan, suçlamalardan uzak olmalı. Bunun örneğini uzayda aramaya gerek yok, zaten girmek istediğimiz Avrupa ülkeleri var. Onlar arasında da siyasi açıdan sert polemikler olabiliyor. Ama sen vatan hainisin, şeklinde ağır laflar kullanılmıyor. Veya öyle şeyler olsa bile, çok nadir oluyor. Ve kamuoyunda çok olumsuz etki yapıyor.
"HDP de bu memleketin partisi"
* Figen Yüksekdağ’ın milletvekilliği düşürüldü. Normalde bu karar 5 ay önce alınmış, Meclis’te bekletilmiş ve yeni açıklanmış. Normal mi bu durum?
Bu olacak şey değil. Meclis’te bekletilmiş, kimsenin haberi yok ve birdenbire ortaya çıkıyor. HDP’li milletvekillerinin bir kısmının dokunulmazlıkları kaldırıldı, o da baştan beri fevkalade yanlış olan bir karardı.
*Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda partiler arasında ortak mutabakat vardı ama…
Ortak mutabakat olması da yanlıştı. Milletvekili dokunulmazlığı çok öteden beri dünyanın başka ülkelerinde de olan, bizde de belli bir usul içinde uygulanan bir şeydi. Bir kısım partinin milletvekillerine kızıyorsun, onların dokunulmazlıklarını kaldırıyorsun. Böyle bir şey olmaz! Dokunulmazlık tek tek kaldırılır. Gurup halindeki milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak şeklinde değil! Nitekim sonuçlarını görüyoruz. İktidar, milletvekillerini tutuklatma imkânını, bir silah gibi elinde tuttuğu izlenimini veriyor. Bunun örnekleri de sık sık ortaya çıkıyor.
*Milletvekillerinin tutuklanması, Figen Yüksekdağ’ın vekilliğinin düşürülmesi referanduma yönelik bir hamle olarak nitelendiriliyor. Olabilir mi?
HDP de bu memleketin partisi. Partinin milletvekillerinin suç işledikleri iddiasıyla dokunulmazlıklarının kaldırılması yanlıştır. Bir partinin iki eş genel başkanı ve birçok milletvekili içeride. Bir suç işledikleri ihtimali kabul edilse bile, bunun devre sonuna bırakılması diye bir usul vardı. Bu usulün bir kısım milletvekili için kaldırılması yanlıştı. Bu yanlışın üsüne son uygulamalarla yeni yeni yanlışlar ekleniyor. Şimdi o partiyle “olağanüstü hal” şartları altında uğraşılıyormuş gibi bir hava ortaya çıktı. Bir de bu şartlar altında referanduma gidiyoruz. Hele dışarıdan, objektif bir gözle bakıldığında, Türkiye’de demokrasinin varlığından söz etmek imkânı giderek çok daha güçleşiyor.
Böyle bir örnek var mı dünyada? Olağanüstü hal şartları uygulanıp milletvekillerinden bir kısmı hapse atılmış olacak? Tabii, demokratik ülkeleri kastediyorum. Girmek istediğimiz Avrupa ülkelerini… Bir tek milletvekilinin ya da senatörünün, bizdekine benzer şekilde hapse atıldığı oluyor mu oralarda? Yapılmaz. Hele seçim sırasında böyle şey hiç olmaz. Geçmişte oldu. Almanya’da Hitler gelmeden önce 1933 yılında oldu. Geçmişte bazı ülkelerin, diktatörlüğe gidişinde ortaya çıkan örneklerdir onlar. Zamanımızdaki demokrasilerde benzerleri görülmüyor
© Tüm hakları saklıdır.