Yaşam

Alper Görmüş: Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümez (3)

Alper Görmüş, 'editöryal bağımsızlık' başlığı taşıyan yazı dizisinde Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerinin 1990'lardaki ve 2000'lerdeki yapısın&#

18 Kasım 2011 02:00

T24 - Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş, 'editoryal bağımsızlık' başlığı taşıyan yazı dizisinde Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerinin 1990'lardaki ve 2000'lerdeki yapısını ve durumunu değerlendirdi.


Görmüş'ün "Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümez (3)" başlığıyla yayımlanan (18 Kasım 2011) yazısı şöyle:


Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümez (3)


Mehmet Ali Birand’ın samimiyet krizlerini seviyorum... Öyle anlarında, esasen bir parçasını oluşturduğu “tehlikesiz gazetecilik” çizgisini hiç kimsenin yerine getiremeyeceği bir açıklıkla fâş edebiliyor.


En son, Zaman gazetesinden (23 ekim) Fatih Vural’a verdiği söyleşide gördük bu özelliğini... Şu diyalogun güzelliğine bakın:

 – Darbe günlükleri, Nokta’dan önce size de geldi mi?

– Geldi.

– Neden yayımlamadınız?

– Korktuk.

– Kimden?

– Ne olacağı belli değildi o dönemde.

– Doğruluğundan şüphe ettiniz mi?

– Okuduğunda, o günlüklerin doğru olduğu belli. İktidarın bunun karşısında nasıl duracağını bilmiyordum! Savunmasız kalabilirdik.

Buradaki “savunmasız kalabilirdik”in gizli öznesinin “biz gazeteciler ve patron” olduğu konusu, sanırım tartışmadan varestedir.

Böylece Birand sayesinde bir kez daha anlamış bulunuyoruz ki, “tehlikesiz (ya da “korkuyoruz”cu) gazetecilik” çizgisinin, doğruluğu konusunda şüphe duymadığı “tehlikeli”haberlere ilişkin temel refleksi şudur: Patron bundan nasıl etkilenir? Siyasi iktidar odakları buna ne der?

Böyle bir gazetecilik, ikinci bölümde uzun uzun anlattığım gibi bağlı bulunduğu kurumun (ve patronun) çıkarlarını mesleğinin gereklerinin önüne koyan ya da bu ikisini birbirine karıştıran bir gazetecilik tarzının kaçınılmaz sonucudur.

Bu gazetecilik tarzını elle tutulabilecek ölçüde somutlaştıran örneklerin hiç kuşkusuz en cüretkârı,Zafer Mutlu’nun “Etibank sarhoşluğu” (2000) günlerinde ettiği meşhur cümledir: “Ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkân açtık para kazanıyoruz.”

Bu fasılda elbette Ertuğrul Özkök’ün müstesna bir yeri var. Bilinenleri geçip, pek bilinmeyen bir“gösteren”i hatırlatacağım burada...

Ertuğrul Özkök 22 Kasım 2001 günü Aydın Doğan’la birlikte Bulgaristan’da başbakanla başbaşa görüşmede, bir gün sonra da Hürriyet’in sürmanşetindeydiler... Orada ne vesileyle bulundukları, haberde şöyle anlatılıyordu:


“(Bulgaristan) Başbakan(ı), ‘ülkemize gelecek yabancı yatırımcılara her türlü kolaylığın sağlanması ve vergi indirimi uygulanması için gerekli yasal düzenlemeyi yapıyoruz’ diye konuştu. Aydın Doğan da, ‘iki komşu ülke arasındaki ticari ilişkilerin artması için her zaman işbirliği yapmaya hazırız. Biz de ülkenizde yatırım yapmak için buraya geldik’ dedi.”


Görüşmeyle ilgili olarak Ertuğrul Özkök’ün köşesinde çok daha fazla bilgi vardı. Çerçevenin göbeğinde, Aydın Doğan’ın hediye olarak getirdiği el dokuması bir ipek halının üzerine eğilmiş olarak Doğan, Özkök ve Bulgaristan Başbakanı Saksoburggostki görünüyordu.


Yani “dükkân açmaya” gidilmişti Bulgaristan’a... Aydın Doğan açısından sorun yoktu tabii ki, neticede o bir işadamıydı. Fakat onun gazetesinin genel yayın yönetmeninin o görüşmede ne işi vardı? İşin daha da korkunç tarafı şuydu ki, o günlerde hiçbir gazeteci bir tuhaflık görmemişti olan bitende... Ertuğrul Özkök de zaten zaman zaman unvanının birinci kısmına (“Doğan Medya Grubu Başkan Yardımcısı”), yani işadamlığı şapkasına referans vererek bu türden inisiyatif kullanmalarını meşrulaştırmaya çalışıyordu.


Açtım baktım, bir tek Medyakronik’te biz takılmışız bu tuhaflığa o zaman. Şöyle yazmışız:


“Editoryal bağımsızlık ilkesi öyle laf olsun diye icat edilmedi herhalde. (...) İşadamı kimliğiyle yatırım yapmak istediğiniz ve belki bazı özel kolaylıklar istediğiniz bir ülkenin yöneticileri hakkında tarafsız yayın yapabileceğinize kimseyi inandıramazsınız.”


 


Patronun “iş ortağı” genel yayın yönetmenleri



Bana sorarsanız, Türkiye’de gazeteciliğin “birçok şeyin göze alınmasını gerektiren bir meslek”olduğu algısının sönmesi süreci, kendisini patronun iş ortağı olarak konumlayan ve bunda bir sorun görmeyen genel yayın yönetmenlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte başladı.


Aslında formülün mucidi patronlardı ve onlar açısından son derece akıllı bir taktikti bu. Böylece, yarı gazeteci-yarı işadamı haline gelmiş bulunan genel yayın yönetmenlerinin de birlikte çalıştıkları gazetecileri “şirket çalışanları” gibi görmeye başlayacaklarını ve onları adım adım gazetecilikten CEO’luğa, genel müdürlüğe, bölüm başkanlıklarına “terfi” ettireceklerini biliyorlardı.


Öyle de oldu... Gazetelerin üst düzey editoryal kadroları, bir süre sonra hakiki bir gazeteciliğin “birçok şeyin kaybedilmesini göze almayı” gerektiren bir çaba olacağını anladılar... Kaybedilecekler arasında yalnızca yüksek maaşlar yoktu, patronun tavla arkadaşı olmak, hafta sonları birlikte yat gezilerine gitmek gibi ayrıcalıklardan vazgeçmek de vardı.


Bu yeni gazeteciliğin 1990’lar karanlığından doğmasında şaşıracak hiçbir şey yok. Çünkü o yıllar, susmayanların ezildiği, susanların ise abâd edildiği yıllardı. O dönemde, susması ve susturması karşılığında medyanın önüne “eti senin kemiği benim” diyerek onlarca banka atıldı.


Elhak, medya da yerine getirdi görevini: İnsanlar, susmadıkları takdirde başlarına neler geleceğini onun sayesinde öğrendiler.


Ne var ki gün geldi, deniz bitti... 2000’lerin başında, mafya ve mafyalaşmış medya ile kurduğu ilişkilerin kendi sonlarını hazırladığını fark eden koalisyon partileri, bu yağmayı biraz olsun azaltmak için bir adım atmaya karar verdiler. Somut olarak da medya patronlarının devlet içindeki güçlerini kırmak üzere, onların devlet ihalelerine girmelerini engelleyen Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu’nu hazırladılar.


Bu kanuna karşı medyada o dönemde gösterilen tepkiler, “editoryal”in “ekonomi” içinde tamamen eridiğini açık bir biçimde ortaya koydu. Kesinlikle “gazetecilik” olarak değerlendirilemeyecek bir“şey”di okurlara sunulan... Öyle olmak da zorundaydı, çünkü operasyonun hem parlamentoyu hem de cumhurbaşkanını sindirmesi gerektiriyordu ve bu iş “normal” gazetecilikle başarılamazdı.


... Ve sindirme operasyonu başladı... Misyonun birinci bölümü için Milliyet, ikinci bölümü için deSabah “koçbaşı” görevi görüyordu. Hürriyet “pis” işlerini onlara gördüren bir ağabey havasındaydı o günlerde.


Kanun’un parlamentoda oylanacağı gün, Milliyet gazetesi yönetimi, kritik önemdeki Anavatan Partisi’ni gücendirmemek için, o gün parti aleyhine yazan beş yazarının yazılarını onlara duyurmadan gazeteden çıkardı.


Dönemin en Atatürkçü gazetesi olan Sabah’a ise, bütün zamanların en Atatürkçü cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer’e “Veto edersen başına geleceklere hazır ol” faslından “haber”ler düşmüştü... Bu “haber”lerde Çankaya’nın perdeleri, koltuk döşemeleri için yapılan “fahiş”harcamalar gözler önüne seriliyor, Sezer’den hesap soruluyordu.


Kaybedecek çok şeyleri olan gazetecilerin dünyası ve günah ortaklıkları işte böyle böyle oluştu...


Türkiye’de birçok şey değişti ama, “iyi gazetecilik” yerine “iyi hayat” sloganını benimseyen “tehlikesiz gazetecilik” olduğu gibi duruyor.


***


Salı günü dördüncü ve son bölümde, her türlü tanıklığa ve itiraza açık olmak kaydıyla kendi kişisel tecrübemi anlatarak bu köşe-diziyi bitireceğim.

 
Hükümetin ipe un sermesine izin vermeyelim!


Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB)
Hrant Dink’in katledildiği gün AGOS’un civarında kameralarla tesbit edilen ve Ogün Samast’la birlikte hareket ettikleri düşünülen kişilerin telefon kayıtlarını ısrarlı taleplere rağmen mahkemeye göndermiyor... Kayıtlar yasa gereği beşinci yıllarında silindiği için, bu görüşmeler de 61 gün sonra silinecek.


TİB, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir kuruluş, yani aslında sorumlu doğrudan doğruya Bakanlık ya da Hükümet... Bunu anlamak kolay değil: İnsan, cezaevlerinde eski kuvvet komutanları da dâhil olmak üzere onlarca generalin yatmakta olduğu bir ülkede; buna cesaret etmiş ve bunu göze almış bir siyasi iktidarın Hrant Dink cinayeti davasındaki tutukluluğunu açıklamakta zorluk çekiyor.


Kimden korkulmaktadır? Darbeye soyunmuş bir ordudan daha şedit bir irade mi vardır bu ülkede; hiçbirimizin bilmediği, yalnız Başbakan’ın bilip ürktüğü?


Öyle bile olsa, hükümet bu kadar ağır bir sorumluluğu ileride, “bakın, durum şöyleydi, o nedenle cinayet sorumlularının üzerine arzu ettiğimiz ölçüde gidemedik” diyerek, pozisyonunu meşrulaştıramaz.


Benim meslektaşlara çağrım şudur:


Gelin, hükümet üzerinde öyle bir baskı yaratalım ki, bu tutumunu sürdüremeyeceğini anlasın. Bu amaçla ben, köşemde bir “kum saati” oluşturmaya karar verdim. Belki bu fikri başka meslektaşlarım da benimser ya da hükümet üzerinde kurulacak “baskı”ya başka fikirlerle el verirler.


Unutmayın, bugün Hrant Dink cinayetinin izlerinin örtülmesine tam 61 gün kaldı, yarın 60 gün kalmış olacak!


Hrant Dink cinayetinin üzerinin örtülmesine 61 gün kaldı... TİB, kayıtları mahkemeye göndermek zorunda!


Alper Görmüş: Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümez (1)

Alper Görmüş: Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümez (2)