Ali Topuz
(Radikal - 24 Temmuz 2012)
Sivas ateşine asparagas benzini
Öykünü kimselere emanet etme
Öykünü ölsen de terk etme
(Hulki Aktunç)
Sivas’ta hafızaya saldırılıyor. Aralıksız neredeyse. Bin bir aklayıcı, fabrikasyon tevatüre yenisi eklendi: Efendim, Madımak otelinin içindeki hiç kimse yanarak ölmemiş. Kurşunlanarak öldürülmüş. Kindar, ayrımcı, katledilenlerin hatırasını derinden incitici, ateşi ve dumanı aklayan bir asparagas.
Hafızaya saldırılıyor, sözde belgelerle. O kadar pervasız ki, “Oradakiler yanarak değil, dumandan boğularak öldü” diyen Temel Karamollaoğlu bile yalanlanıyor artık. “Birbirilerini öldürdüler” demeye ramak kaldı, “Karanlık güçler geldi, vurdu, gitti” masalıyla. Otel kapısında “Yaşasın cehennem” diye bağıran saldırgan kalabalığın masum sokak eğlencesi yapan iyi insanlar olduğuna inanılması isteniyor.
Sanki biz sevgili ölülerimizi morgdan almışken yalan bir şeyi almışız. Sanki kurşunla öldürülmüşmüş de sevgililerimiz, biz gizlemişiz. Yanık yokmuş da var demişiz. Biz, orada canlarını yitirmenin acısını ve adaleti tecelliye güç yetirememenin utancını , insan olmanın utancını derinden yaşayanlar, kötü insanlarız, 19 yıllık bir yalanın oyuncularıyız, hakikat onlar.
Bu güç nereden? Bu cüret? Bu kibir? Bu küstahlık? Galibin gücü. İktidar savaşını kazanmış, hakikat savaşını da kazanmak isteyen galibin. Arşivlerden çıktığını öne sürdükleri ya da gerçekten saklayıp çıkardıkları kirli bilgileri, bizim acılı hafızamızı yok etmek için pişirip pişirip boca ediyorlar orta yere. Yerseniz. En asıl hedef “biz” de değiliz elbette, “biz” zaten tartışma dışıyız, hedef bilmeyenler, hedef, “yeni Türkiye’nin yeni insanı”nın ruhunu şekillendirmek. Mağdurun hafızasının, toplumun hafızasına dönüşmesini engellemek, galibin hafızasının “hakikat” olarak tescilini sağlamak.
Şimdi, bu asparagasçı mücrim saldırganlığın nereden güç bulduğunu, nereye çalıştığını, nereye ve neye hizmet ettiğini anlamaya çalışalım. Bu basit bir bildik maksatçı propaganda yayını olamayacak kadar önemli. Önce şu “derin devlet, karanlık güç” vs. meselesine dair bir söz: Derin devlet diye bir şey yoktur, deriniyle yüzeyiyle daima bir devlet vardır. Derin devlet yüzeydekinin, yüzey devlet derindekinin fonksiyonudur. Sonra şunu öne süreceğim: Sivas yayınları, hem hakikati örtmeyi hem de hükümetin son birkaç aydır yürüttüğü kişilere özel, adrese teslim bağışlama uygulamalarının genişletilmesini hedefliyor.
Beş önemli vaka
Sivas’ta altı sanık için (insanlığa karşı suç olduğu gerçeği göz ardı edilerek) zamanaşımı kararı verildiğinde otorite ne dedi: “Mağduriyet giderildi.”
Cezaevi adlı, aslında özel yapılı, özel güvenlikli kamu malikanesinde, mütegallibeden ya da gücün artıklarından sebeplenenlerden (CHP’li bir zat dahil) türlü çeşit ziyaretçileriyle gününü gün eden “bin operasyon”cu Mehmet Ağar, cezaevi nakil aracında, koğuşunda yakılan mahkûmlardan başka bir uzay ve zamanın mahkûmu mu?
Katliam mahkûmu devletin özel kanunlu affına mazhar olduktan sonra ne dedi: “Hiçbir şeyden pişman değilim. Vesile olanlara teşekkür ederim.”
Ve çok önemli son vaka: İşkence ve işkence aracı olarak tecavüzle suçlanan, Türkiye’nin mahkum olmasına yol açmış biri, güvenlik sektörünün çok önemli bir biriminin şefi olarak ödüllendirildi.
'Bağışlama'nın felsefesi
Bu “bağışlanmış” kişileri kim, hangi yetkiye dayanarak bağışlıyor?
Adalet içinde, adaletsizlik anlamına da gelmeyen “bağışlama” diye bir şey var, evet. Jacques Derrida, “bağışlanan” kişinin, daha önce suçu işlemiş kişiden başka bir kişi olduğunu söyler; o “değişmiş” biridir. Bu hem bağışlama aracılığıyla elde edilmiş bir durumdur hem de bağışlamayı mümkün kılacak iki şart ister: Bağışlanmayı dileme ve bağışlamanın “cezayı sürdürme”den daha fazla “toplumsal yarar” getirmesi. Şimdi, ödülü ceza gibi yatan Mehmet Ağar “başka biri” mi olmuştur? Silahsız yedi kişiyi, kanlı ülküdaşlarıyla birlikte, sırf politik görüşlerinden ötürü boğup, kurşunlayıp, “Pişman değilim” diye çıkan kişi başka bir kişi mi olmuştur? Sivas’ta ilk günden beri kollanan saldırgan ordusundan birilerinin yararlandığı “zamanaşımı”, suçu hâlâ aklayan ve hâlâ mağdurları, ağır, alçakça bir ayrımcılık ve hakaret diliyle mahkûm göstermeye çalışan kindar yayın şebekelerinin şevkini artıran şey değil midir?
Derrida’ya Paul Ricoeur’ün cevabını hatırlatalım: “Bağışlanan, başka bir kişi değildir, sadece böyle bir potansiyeli taşır.” Bu öze bağışlamaya mazhar olmuş kişiler, “Yaptık, aynı şartlarda gene yaparız” diyen kişilerken, iktidar ne yapmış oluyor? Suçu işledikleri andaki kendilerini ve fiillerini aynı rahatlıkla savunan bu kişiler, işlenenin “suç” olmadığını savunan bu kişiler, otoritenin hedeflediği hangi yarar, hangi ide uğruna bağışlanmıştır o halde? “Yine olsa yine yapacak” kişileri aramıza katarak ne umuyorsunuz? Onları terfi ettirerek? Onları saygın kamusal kişiler statüsünde görerek, göstererek?
Bu kanayan eski yaralara tekrar tekrar sokulan hançerler, yeni yaralarımızın da daha uzun mu uzun süreler kanayacağından başka anlama gelmiyor. Yedinci ayı tamam olan Uludere’de bin bir telkin, karartma, tehdit ve yalanla yapılmak istenen şey, Sivas’ta, Bahçelievler’de, “bin operasyon”da, emniyetin kapalı dehlizlerinde 12 Eylül’den itibaren yapılan şeylerin aynısı: Suçlular kaçırılacak, saklanacak, kazayla yakalanırsa deliller kaçırılacak, saklanacak, en sonunda mecbur kalınan cezalar şu ya da bu hukuki ilke ve kurumun kötüye kullanılması suretiyle kalkıverecek.
Otoritenin seçimi
Bağışlamada, Paul Ricoeur’ün diyeceği gibi, “suç” aklanamaz, suç yine suç olarak görülüp lanetlenir. Siz suçu (Uludere’deki gibi) suç saymıyorsanız, suçu (Sivas’taki gibi) her fırsatta mağdurlara yıkmaya meylediyorsanız, suçu (Mehmet Ağar’daki gibi) devlete hizmetin bir aracı görüyorsanız, suçu (Bahçelievler katliamındaki gibi) dönemin istenmeyen ama kaçınılamayan olaylarından biri diye değerlendiriyorsanız, suçu (polis şefindeki gibi) mağdurun hukuki alakaya değmez bir sızıldanması sayıyorsanız, işleyen şeyin adı adalet olamaz. Ne bir hukukta, ne bir rejimde, ne bir dinde, ne bir felsefede bunlara adalet derler.
Devlet eliyle bağışlananlara, yine Riceour’ün sözüyle, “Sen, işlediğin fiillerden daha değerlisin” denilmektedir. Mağdura tek söz kaldı: “Sen, mağduru olduğun fiillerden daha değersizsin.”
Fakat, o kadar cezaevi var, birilerinin de oraya girmesi gerek, değil mi? Yurttaş mı yok? Köyü yakılan, bir oğlu ve bir kızı, gücünüz varken bitirmek yerine körüklemeyi seçtiğiniz savaşta ölen, bir oğlu hapse atılan Sitti Şen var. Geçen cumartesi, faili meçhul ve gözaltında kayıp dosyalarını açmak yerine, kendilerine el uzattığınız Cumartesi Anneleri var.