Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, din özgürlüğü alanında yaşanan sorunlar ve bazı Alevi ve Sünni kesimlerin çifte standartlı tutumlarının Türkiye'de özgürlüklerin bir türlü genişleyememesinin ana nedeni olduğunu ileri sürdü. Yayla, genel bir hak olarak herkes için eşit özgürlük talep eden kişi ve kesimlerin sayısı arttıkça demokrasi, laiklik ve din özgürlüğünde daha hızlı ilerleme kaydedileceğini belirtti.
Prof. Yayla, Zaman gazetesinde (22 Kasım 2008) yayımlanan yazısında, 'Alevilerin talepleri ve din özgürlüğünü' şöyle analiz etti:
"Bu ayın 9'unda Ankara'da yapılan bir miting ülkemizin kronik problemlerinden biri olan din özgürlüğüyle ilgili tartışmaların Aleviler üzerinden yeniden canlanmasına sebep oldu. Mitinge on binlerce Alevi vatandaşımız katıldı.
Meydanda dile getirilen talepler aynı günlerde gazetelere verilen ilanlara ve gazetelerin Alevi önderlerle yaptığı mülakatlara da yansıdı. Bu taleplerin en önemli görünenlerini şu şekilde sıralayabiliriz: Alevilere yönelik asimilasyoncu ve inkarcı uygulamalara son verilmesi; zorunlu din dersinin kaldırılması; devletin dinler karşısında eşit mesafede durması; Diyanet'in kaldırılması; Alevi köylerine cami yapımının durdurulması; cemevlerinin ibadethane sayılması; el konulmuş Alevi düşüncesine ait inanç yerlerinin iadesi.
Bu taleplerin demokrasi, laiklik ve din özgürlüğü açısından haksız ve yersiz olduğu elbette söylenemez. Türkiye'de belli alanlarda Sünnilere adeta savaş açmış bir devlet zihniyetinin aynı zamanda sistemli sayılabilecek bir Sünnileştirme politikası izlediğini biliyoruz. Bunun en önemli iki ayağı Alevi köylerine cami yapılması ve din dersleridir. Bu ayaklar cemevlerine ibadethane statüsü verilmemesi hatası tarafından tamamlanmakta, daha doğrusu perçinlenmektedir.
Bir mahalde ibadethane gerekip gerekmediğine ve gerekiyorsa hangi ibadethanenin yapılacağına karar verecek olanlar elbette o mahalde yaşayan insanlar olmalıdır. Ankara'da oturan politikacı ve bürokratlar ne sebeple olursa olsun mahaldeki vatandaşların tercihlerini bastıracak ve onlara empozede bulunma anlamına gelecek kararlar almamalıdır. Bu, demokrasinin ve din özgürlüğünün asgari gereğidir. Dolayısıyla, Alevi köylerine cami yapma politikasından vazgeçilmelidir. Aynı şekilde, çocuklarının din eğitimi alıp almayacağına ve alacaksa hangi dinin eğitimini alacağına da ancak vatandaşlar karar verme hakkına sahiptir. Bu yüzden, yıllardır süren şikâyetlere ve bu konudaki ulusal ve uluslararası yargı kararlarına uyulmalı ve Alevi çocuklarına din eğitimi dayatılmamalıdır. Bu sorundan verilen eğitimin din eğitimi değil "din ve ahlak bilgisi-kültürü" eğitimi olduğunu söyleyerek sıyrılma imkânı yoktur. Hepimiz biliyoruz ki mecburi din eğitimi Sünni itikadına dayanmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi sadece ders kitapları değildir; ona ilaveten, dersi veren hocaların nitelikleri ve genel atmosferdir. Alevi çocuklar din eğitiminden muaf tutulmalıdır. Daha iyisi, din derslerinin kamu okullarından tamamen kaldırılması ve genel demokratik esaslar çerçevesinde sivil topluma bırakılmasıdır. Cemevlerine ibadethane statüsü verilmemesi de laikliğe indirilmiş bir darbedir. Nerenin ibadethane olduğuna da ancak vatandaşlar karar verebilir. Kamu otoritelerinin tek yapması gereken vatandaşların kararlarına saygı göstermek ve vatandaşlar arasında ibadet biçimi ve ibadet tarzı ve yeri bakımından pozitif veya negatif ayrımcılık yapmamaktır. Camiler cemevlerine veya cemevleri camilere tercih edilmemelidir.
Alevilere karşı uygulanan devletçi otoriteryen politika aslında "tek devlet", "tek millet", "tek bayrak" anlayışının "tek dine" doğru uzatılmasıdır. Bu açıkça ifade edilmese bile böyledir. Nitekim, gerek Başbakan'ın gerekse aynı çizgideki diğer hükümet yetkililerinin düşünce dünyasından yansıyan budur. Bu anlayış, ilginç bir şekilde, sistem içinde demokrasilerde normal karşılanamayacak bir yer işgal etmeyi sürdüren silahlı bürokrasi tarafından da paylaşılmaktadır.
Aslında zaman zaman haklı, din özgürlüğüne ve demokrasiye dayanan talepler dile getirmelerine rağmen Türkiye'de hem Alevi hem Sünni anlayışın din özgürlüğü açısından problemli tarafları vardır. Sünni gelenek tek din anlayışına yakın durmakta ve özellikle İslam içi aykırı çizgilere kuşkuyla ve bazen öfkeyle bakmaktadır. Bu yüzden, Alevilere karşı, mesela gayrimüslimlere olduğundan daha acımasız davranabilmektedir. 28 Şubat'ta kendine reva görülen muameleyi Alevi kesime bizzat uygulamayı normal görebilmekte veya on yıllardır sürdürülen bu politikaları onaylayıp devam ettirmekten geri kalmamaktadır. Hatırlayalım, post-modern darbe sürecinde kamu otoritesi Sünniler için çeşitli açılardan doğru dini tanımlamaya teşebbüs etmiş ve dini hayata çeşitli gerekçelere dayanarak keyfi sınırlar çizmeye kalkmıştı. Bu çabaların sonucu olan politikaları hâlâ yer yer görüyoruz. Buna karşılık iktidar elinde olduğu vakit Sünni anlayış da Alevilere aynı muameleyi layık görebilmektedir. Laisistlerin camilerin ibadethane olup olmadığını tartışması ile Sünni politikacı ve bürokratların cemevlerinin ibadethane olup olmadığını tartışması arasında bir fark yoktur. Sünni politikacılar bu tartışmalarda laisistlerin en kötü durum senaryosuna başvurmaktan da geri kalmamaktadır. Bunun son örneği Devlet Bakanı Yazıcıoğlu'nun cemevlerinin ibadethane sayılması çağrılarına tepkisidir. Yazıcıoğlu bu talebin tehlikeli olduğunu öne sürmekte ve "Ya cemaatler de isterlerse ne olur?" diye sormaktadır. Bakan, aynı zamanda, Aleviliğin ne olup olmadığının da tartışıldığını söylemekte ve 14 asırlık uygulamanın bir anda değiştirilemeyeceğini ifade etmektedir. (Sabah, 15 Kasım 2008)
İyi niyetli bir insan olduğundan şüphe etmediğim bakanın bu yaklaşımı bir zihniyet problemini olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Bir ilahiyatçı olarak Bakan, Aleviliği teolojik ve akademik bir tartışma konusu yapabilir. Ama kamu otoritesini kullanan bir yetkili olarak bu konuda karar verme hak ve yetkisine sahip değildir. Burada esas olan Aleviliğin ne olup ne olmadığı değil, Alevi vatandaşın onu ne olarak gördüğü ve ne talep ettiğidir. Bir demokratik hükümet vatandaşa doğru din empoze edemez. O, vatandaşa dini veya ladini hayatını yaşamasında yardımcı olmakla mükelleftir. Bakan'ın en kötü durum senaryosu da hatalı düşünce kalıplarının nasıl bulaşıcı olabileceğini göstermektedir. Başörtüsü özgür olmalı diyenlere "Ya bikiniyle, çarşafla gelirlerse?" cevabını verdirten mantığı yansıtmaktadır. Bakan'ın çok zor sandığı bu sorunun cevabı özgürlükçü bakış için çok kolay ve çok açıktır. Doğru kural sonuna kadar uygulanmalıdır. Kuralın işlemeyeceği nokta bakanların görüşüne ters düştüğü yer değil, diğer insanların hak ve özgürlüklerini ihlal etme noktasına ulaştığı yerdir.
Alevi kesimde egemen olan zihniyet de din özgürlüğü açısından problemlere yansımaktadır. Haklı olarak çocuklarına zorunlu din dersleri verilmesine karşı çıkan kimi Aleviler, Sünni kesimde bu doğrultuda büyük bir talep olduğunu ve kendi talepleri gibi bu ihtiyacın da karşılanması gerektiğini görmezden gelmektedir. Keza Sünnilere yönelik diğer din özgürlüğü ihlallerinde de sessiz kalmakta hatta bazen en büyük toplumsal desteği sağlamaktadır. Bunun en tipik örneği başörtüsü sorunudur. Kendi din özgürlüğü taleplerinde samimi olan Alevilerin başörtüsü yasağına da en büyük tepkiyi gösteren kesim olması gerekirdi..
Din özgürlüğü alanında yaşanan problemler ve bazı Alevi ve Sünni kesimlerin çifte standartlı tutumu bu ülkede özgürlüklerin bir türlü gelişememesinin genişleyememesinin ana sebebidir. Bu çifte standartlardan kurtulup genel bir hak olarak herkes için eşit özgürlük talep eden kişi ve kesimlerin sayısı arttıkça demokraside de, laiklik ve din özgürlüğünde de daha hızlı ilerleme kaydedeceğiz. O günlerin çok gecikmemesini dilerim."