Kültür-Sanat

'AKP’lilerin gözünde bir şamar oğlanıyım'

Fazıl Say: Bütün cehennemine rağmen Türkiye’yi Hollanda’ya tercih ederim. Zürih’te intihar oranı İstanbul’dan fazla.

29 Mart 2009 02:00


“Bütün bataklığına, cehennemine rağmen Türkiye’yi Hollanda’ya tercih ederim. Avrupa sıkıcı. Zürih’te intihar oranı İstanbul’dan fazla. Sıkıntıya çözüm yok çünkü” - “Türkiye ile ilgili korkularım var. Şu an için düşünmüyorum ama şeriatın gelebilitesi var”

Fazıl Say dünyada “dahi piyanist” olarak, Türkiye’de ise “iktidarla kavga eden piyanist” olarak tanınıyor. Geçtiğimiz hafta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile “Nazım Oratoryosu” üzerine bir tartışmayla geldi gündeme. Tartışmanın her ayrıntısı nasıl olsa çarşaf çarşaf yer alıyor gazetelerde. Milliyet gazetesinden Miraç Zeynep Özkartal herkesin şahit olduğu gerginlikleri, üstelik bir bakanla yaşayan birinin haleti ruhiyesini merak ediyor... Ve ortaya bu söyleşi çıkıyor:


Bir bakan tarafından suçlanmak, onunla uluorta tartışmak nasıl etkiliyor sizi?

Haksızlığa uğramış hissediyorum kendimi. NTV’de Bakan o lafı etti, ertesi gün basına yansıdı. Herkes “Cevap ver” dedi. Kendimi savunmak için bir metin hazırladım, yayımlandı. İnternette yazımın altındaki okur yorumlarını okuyorum, 20 yorum varsa 14’ü aleyhimde. Kendimi sadece aklamaya çalışırken “Sen hâlâ burada mısın? Git” cümleleriyle karşılaşıyorum.

Ne hissediyorsunuz birileri “Git” deyince?

Keder. “Sen işine bak” diyorlar. Sanki ben hiç işime bakmıyorum. Ben kimseye hakaret etmedim, kimseyi kırmadım. Sadece çamur atılınca kendimi savunurken bunlar başıma geliyor. Bir de marjinal yazarlar var...

Kim onlar?

Millet marjinalleşme merakında. Ekşi Sözlük’te, Facebook’ta bir laf bulup onu evirip çevirmekte üstlerine yok. Bazen düşünüyorum, bir Alman meslektaşımın başına böyle şeyler geliyor mudur? Kıskanıyorum onları. Belki de talihli olan benim, sıkıcı olan onların hayatı. Beethoven çalıyor, bir ay ses çıkmıyor. Bu mu daha iyi acaba, benim yaşadığım cehennemi durum mu, bilemedim.

“Yunus Emre Oratoryosu”nu 2 bin 600’lük salonda 300 kişi izledi

Zorluklar yaratıcılığı besler denir...

Olabilir. Ama yaşadığımız keder ve öfke olmasın isterim. Bakan konser iptal etmenin yasa dışı olduğunu da biliyor, onun yerine yapılan işlerin kötü geçtiğini de... Biliyor musunuz ki “Yunus Emre Oratoryosu”nu 2 bin 600 kişilik salonda kaç kişi izledi? 300 kişi! Almanca tekstini herhalde Almanca bilmeyen biri tercüme etmiş. 2 bin 600 kişilik salonu doldurmak için dünya çapında olmak lazım. Ama bunun yolu her akşam Fazıl Say gibi çalabilmekten geçiyor. Hintli bir ermiş gibi ruh ve beden kontrolü gerekiyor. Çünkü beden itiraz eder. “Çalmıyorum bu gece” der.

Nasıl olur bu?

O sabah uçakta uyuyakalmışsındır, omzun korkunç ağrıyordur. O zaman vücut yüzde 80 ağır işler. Bunun yollarını da tecrübeyle öğreniyor insan. Tamamen iç sesine gidip vücudunu unutmayı öğreniyorsun.

10 yıl sonra geriye baktığımda “İyi ki böyle yapmışım” diyeceğim

Peki ruh nasıl isyan eder? Çetin Altan’ın “Bugün içimde yazı yazmak gelmiyor” durumu gibi mi?

Tokyo’da 3 bin kişi bilet alıp konsere gelmiş, ben “Şu anda içimden gelmiyor” diyemem. Ben ruhunu, bedenini ve düşüncelerini çok analiz eden bir insanım. Zuhal de (Olcay) ben de bir ara psikologa gitmiştik, beş-altı seans sonra bıraktık. Şunu dedik: Zaten kendimizi o kadar çok deşiyoruz ki neden psikologa gidelim? Bir sanatçının gereksinimi olan yardımlar başka. Benim analizlerime göre, bütün bu olaylardan ruhum yüzde bir bile yara almıyor.

Nelerden yara alır peki ruhunuz?

Mesela Beethoven’in bir sonatını artık iyi çalamıyorumdur. Ya da bir besteyi bir türlü ilerletemiyorumdur. Ama Radikal’deki ya da Taraf’taki falanca köşe yazarının sataşması, ruhsal bir yara değil. O sadece düşünceleri savunma aktivitesine dönüştüren, cevap vermeye zorlayan, vakit kaybı dolayısıyla da sinirlendiren bir olay.

Hâlâ Türkiye’den gitmeyi düşünüyor musunuz?

Bazen diyorum, ya arkadaş sen üç yıl falan başka bir ülkede yaşasan... Bütün bu olaylar sakinleşse, sonra dönersin ve iyi bir dönüş de olur. Bunu yapamamamın bazı sebepleri var. Birincisi kızımı bırakamam. Onu alıp gidemem de, çünkü yılın 250 günü turnedeyim. Yüzde 80 bu. Kalan yüzde 20 de şu: Türkiye’yi seviyorum. Bütün bataklığına, cehennemine rağmen Türkiye’yi Hollanda’ya tercih ederim. Avrupa sıkıcı. Zürih’te intihar oranı İstanbul’dan daha fazla. Sıkıntıya çözüm yok çünkü. Uç fikirli bir AKP’li ya da MHP’li ile internette atışmaya başlayınca bu sıkıcı değil ki...

Eğlenceli mi buluyorsunuz?

Arif Sağ politikaya giriyor ya, “Sen bu işi hobi olarak yapıyorsun” dedim ona. Ben de piyano çalıp beste yaparken biraz sıkıştığım anda Facebook’a ya da MSN’e kaçıyorum. Milletle mektuplaşıyorum. Sert tartışmalar da oluyor. O bana biraz yaşam gücü de veriyor açıkçası. En azından falanca Brahms konçertosu ruhsal olarak ağrıtmaya başladığında onu unutturuyor. Bir kaçış noktası.

Arada bir “İpin ucunu kaçırdım” diyor musunuz?

Herkes ipin ucunu kaçırır. Bir tane hakiki ben varım, bir tane de insanların kafasında yarattığı ben. İnternette biriyle yazışıyorum mesela, “Siz Fazıl Say mısınız?” diyor. “Evet” diyorum. “Olamazsınız” diyor. Neden? “O böyle evet diye cevap vermez”. Niye? “Evet ekselansları” filan mı diyeceğim? İkinci Cumhuriyetçiler de “Bizim sizinle görüşlerimiz yüzde 100 ayrı kutuplarda” diye lafa başlıyor. Bin tane konu var, belki de 997’sinde hemfikiriz.

Çok tek başına bir yaşamınız var. Belki daha yerleşik yaşasanız, etrafınızdakilerle daha fazla iletişiminiz olacak, birileri de size “Sakin ol Fazıl” diyecek. Ama şimdi siz öfkenizi herkesin içinde ortaya koyuyorsunuz.

Doğru. Ama buna 10 yıl sonra bakmak lazım. 50 yaşına gelince, herhalde “İyi ki böyle yapmışım” diyeceğim. Çünkü en azından açık olmuşum. Benim çektiğim yalnızlık ve acı orantısı, Beethoven’inkinin binde biri. Çünkü o yazdığı eseri duyamıyor. Ben kendi eksiğimle mücadele etmiyorum, içinde bulunduğumuz toplumun çok hastalıklı bir döneminde bir mücadele veriyorum.

“Konserime gelen, albümlerimi alan bir-iki milyon kişi çıkar ama gerçek hayatta iki kişi var: Ben ve kızım”

Tek çocuk, harika çocuk olmak zaten dar alanda yaşamayı dayatıyor. Bir de bu tartışmalar olunca daha da yalnızlaşmıyor musunuz?

15 yıldır hayatım şöyle... Sabah 5’te uçağa bin, bir şehre gel, oteline git, bir restoranda tek başına yemek ye, akşa-müstü prova yap. Orada iki adam olur, biri akortçu, biri ışıkçı. Adlarını bilmezsin, dört kelime ya konuşursun ya konuşmazsın. Saat 8’de konsere çıkıyorsun. Kendinle kendin arasında bir konser o. Sonunda alkışlanıyorsun. Ve gece 11’de akşam yemeğine yine yalnız oturuyorsun. Alışveriş halinde olduğun, konsere gelen, CD’leri dinleyen 1-2 milyon kişi var. Ama gerçek hayatta geriye iki kişi kalıyor: Ben ve kızım.

Erdoğan’ı anlayan beni de anlar”

Bu yaşam biçimi insanı neye dönüştürüyor?

Herkesin bu anlattıklarımı anlamasını beklemiyorum. Ben Tayyip Erdoğan’ı anlamaya çalışıyorum. O da her gün 400 bin kişiye konuşma yapıyor. Bağırıyor, çağırıyor, içini döküyor. Haklı veya haksız. Kasımpaşalı veya değil. Bazen entelektüel bir bilim adamı gibi laflar da ediyor. Sonra eve geliyor, bir tek Emine var. Unakıtan onun için benim yanımda çalan başkemancı gibi. Onu anlayan beni anlar.

Bu anlattığınız hayat denizcilere benziyor. Onlar gibi her limanda bir sevgiliniz var mı?

Cevap yok.



İstanbul’da var mı peki?

Konuyu kapattık. Ağzımızın yandığı konular bunlar. Ben magazine düşmüş bir sanatçıyım. Düştüm ve kalktım. Ama iyi ki o ilişkiler de yaşandı. Renk bunlar, anılar var.

“Bu tartışmalardan sonra biri laf eder diye maçlara gidemiyorum”

Fanatik bir Fenerbahçeliye sormadan olmaz: Ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali?

Çok kötü. İyi giden bir şeyi bozmayacaksın. Nasıl ben “Nazım Oratoryosu”nda Zuhal’in veya Genco’nun (Erkal) yerine başka birini almaya çalışmıyorsam... İyi giden bir şeyler vardı; Zico, Aurelio, Anelka... Yenileri alışana kadar zaten kaybetmiş oluyorsun. Hele Aragones hiç olmadı. Bence zaten İspanya Milli Takımı da iyi oynamıyordu, iyi oynadığı için kazanmış bir takım değil. Taktik başarısı var mı Aragones’in, hiçbirimiz anlamadık. Ama Avrupa şampiyonu olmuş takımın teknik direktörünü Fenerbahçe’ye almak management başarısı. Ama olmadı. Guiza da olmadı. Ligde yeniliyor Fener ama öbürleri de yeniliyor. Bence şampiyonun kim olacağı hâlâ belli değil.

Aziz Yıldırım gitsin mi?

Hayır, tam tersi. Kalsın hatta 10 yıl. Fenerbahçe için yapılmış en iyi işleri yaptı. 100 yıl içinde baktığımızda Şükrü Saracoğlu, Ali Şen ve Aziz Yıldırım en önemli adamlar.

Stada gidiyor musunuz?

Çok giderim. Benim de Kumru’nun da formalarımız var. Çok değişik yerlerden seyrediyorum maçı. Aziz Yıldırım’ın yanında seyrettiğim de oldu, kale arkasından da...

Sakin mi seyrediyorsunuz?

Küfürlü ve bağıra çağıra. Tezahüratlara da katılırım. Ama tezahürat konusunda kimse Çarşı’yı geçemez, biz onlara rakip bile olamadık. Ama bu son olaylardan sonra bir yıldır falan gidemiyorum. Biri bir şey der diye. Aslında eminim adamla karşı karşıya gelsek tartışmalar bu kadar sert olmayacak. Çünkü internette istediğin lafı edebiliyorsun.

“Baba, Yağmurdereli’nin göbeği kaşınıyorsa benim de sırtım kaşınıyor”

Kızınız Kumru da Sabri Tuluğ Tırpan’dan piyano dersi alıyor. Meslektaşınız olmasını ister misiniz?

Bence müzik yeteneği kendini vücuttan dışarı fışkırtan bir yetenektir. Benim üç yaşında iki oktavlık orgla, radyodan dinlediklerimi çalabilmem o çıkıştı işte. Kumru’da bu yok. Her insan müzik bilmemnesi olmuyor ama her insanın müzikle uğraşması bu dünya için iyi bir şey.

Diyelim ki Kumru piyanist olmak istedi ve çok da parlak değil. Ne yaparsınız o zaman?

İşte bundan korkuyorum. Tut ki benden daha iyi bir müzisyen oldu, yine de zor işi. Babası sayesinde konser veriyor diyebilirler bu sefer. Allah’tan Kumru piyanist olacağım havasında değil şu anda.

Peki sizin yaşadığınız hayatı tekrar etmesini ister misiniz?

Ben mesleğimi çok seviyorum. Bir daha dünyaya gelsem yine bunu yapardım. Benim gördüğüm Kumru; elinde kamera, aslanların kaplanların arasında bir National Geographic belgeselcisi falan olacak gibi.

Neler yapıyorsunuz birlikte?

Eskiden çok oyun oynardık, PlayStation filan. Artık eskisi kadar oyun oynamıyor.

Hoşlandığı oğlanları anlatıyor mu size?

Anlatmıyor pek. Bir ara âşık olduğunu düşündük, çok da hoşumuza gitti. Hatta annesine mesaj attım, “Bence oğlan bu” diye. Ama Kumru çok içine kapanık o konuda.

Babasının tartışmalarının farkında mı?

Osman Yağmurdereli ile tartıştığımızın ertesi günü; kahvaltı ediyoruz birlikte. Sabah haberlerinde olayı anlatmaya başladılar. “Fazıl Say, Osman Yağmurdereli için ‘Göbeğini kaşıyan adam’ dedi” filan... Bana baktı Kumru, “Baba sen böyle bir laf mı ettin?” dedi. “Evet ettim Kumru.” Eyvah, şimdi ne diyeceğim acaba diye kurarken, “E benim de sırtım kaşınıyor o zaman” dedi. Ben bir anda galaksi değiştirdim.

“Kızım da yurtdışında okuyacak, bu bir aile geleneği”


Yurtdışında okutmayı düşünüyor musunuz?

İlla ki. Çünkü bizim aile geleneğimiz. Dedem de, babam da, ben de Almanya’da okuduk. Lisede de yurtdışına gitmesini istiyorum.

Onu yurtdışına göndermek istemenizin “Giderim” sözünüzle bağlantısı var mı?

Yok, zaten annesi de ben de hep böyle düşündük. Bence bir insanın mutlaka bir süre yurtdışında yaşaması lazım. Başka bir ülkede varoluş mücadelesi vermeli.

Peki o giderse burasıyla bağınız zayıflar mı?

Zorunluluklarım azalır. Ama dediğim gibi Hollanda ya da İsviçre’de yaşamak daha cazip değil benim için. Kumru giderse de burada kalabilirim ama belki de Tibet’e giderim. Bilemiyorum.

En büyük korkunuz nedir?

Erken ölüm olabilir. Beethoven gibi ağır şartlarda yaşamak olabilir. Türkiye ile ilgili korkular da var. Şeriat gelebilir.

İnanıyor musunuz şeriatın gelebileceğine?

Şu an gelebileceğini düşünmüyorum ama gelebilitesi var. Çünkü Tayyip Erdoğan hiçbir zaman bizi rahatlatacak bir konuşma yapmadı. Buradan bir korkum var. O hayat şartlarında yapamam.


“Bir 18 yaşında büyük bir kriz geçirdim, bir de 36 yaşında”

40 yaş sendromu var mı?

39!

Peki 40’a bir kala sendromu var mı?

Bir değişiklik yok. Ben bir 18 yaşında büyük bir kriz geçirmiştim, bir de 36 yaşında. İnsanın dönemleri bence 18’er yıllık. İlk 18 büyüme, 18-36 arası kişiliği bulma, 36-54 arası üretim, 54-72 arası olgunluk ve felsefe. Ben 1’den 2’ye, 2’den 3’e geçerken büyük krizler yaşadım. Kişilik bulma en zoruydu. Sadece kişiliğini değil, evrendeki yerini de bulmak zorundasın. Adım adım bir yere geleceksin, bunu da kendin yaratacaksın.

Bu insanı hırçınlaştırır mı?

Hırçınlaştırır tabii. Her şey insanı hırçınlaştırır. Gol kaçıran futbolcu da hırçınlaşıyor.

25 yaşınıza göre daha mı hırçınsınız?

O zamanki hırçınlık sebeplerim daha ruhsaldı, herhalde daha hırçındım. Bir kere daha radikaldim. O 25 yaşımdaki radikal çalışımla şimdiki, biraz daha herkesin beğeneceği şekilde çalışım farklı. O zamanki çalışım o kadar uçtu ki, sevmeyenim de çoktu.

Zaman geçtikçe daha çok insanın sizi beğenmesini mi istiyorsunuz?

O dediğiniz ikinci dönemin olayı, 30’ların başları. Şimdi benim kafamda güzel eserler üreteyim, güzel çalmayacaksam çalmayayım düşüncesi var. Şu anda bir senfoni besteliyorum, 400 yıl sonra çalınınca da iyi anlaşılsın hesabım var. Eskiden o menajer beğendi mi, eleştiri çıktı mı falandı. Şimdi bakmıyorum.

“Bu olay Almanya’da olsa Bakan’ı istifa ettirirdik”

Bir süredir siyasilerle hararetli tartışmalar içindesiniz.

Umursamaz bir dünyada yaşamamak için. Ama galiba şu aşamada kesmek lazım. Ben de artık böyle anılmak istemiyorum. Üzerimize kirler de sıçramaya başladı, “Nazım’ın sırtından para kazanıyor” diye. Bakan ettiği lafın çok haksız bir laf olduğunu kendi de biliyor. Bile bile söylüyor. Politika bu. Ama biz siyaset yapmıyoruz. Orkestra ve koroyu bize veren mecra, kasap dükkanı olsaydı şu anda bu tartışmayı kasapla yapıyor olurduk. Bakan olduğu için tartışmayı siyasetle yapmak zorundayız.

Ne olacak şimdi?

Bu olay Almanya’da geçseydi biz Bakan’ı istifa bile ettirirdik. Ama Türkiye’de hiçbir şey yapamazsın. Dava açarsın, iki ay sonra karşı davalar çıkar. Hiçbir şekilde yenemeyiz biz onu. Olaydan altı ay sonra çıktı, “Bunlar Nazım’ın sırtından para kazanıyorlar” dedi. Şimdi biz kaşe davasını açamayacak duruma geldik. Çünkü kaşe istersek adamın sözünü aklamış oluyoruz neredeyse.

O zaman hakkınızdan feragat mı ediyorsunuz?

Evet. Bağrımıza taş basacağız, unutacağız. Benim için Ertuğrul Günay berbat bir bakan olarak kalacak. Mesela Mart 2010’da Paris’te Fazıl Say Festivali var. İKSV Genel Müdürü Görgün Taner bana sürekli telefon ediyor, o festivali Fransa’da Türkiye Yılı içine almak istiyor. Reddettim. Çünkü oraya ben geldim 15 yılda. Oraya Bakan gelmedi, Görgün Taner gelmedi. O festivali kendi çerçevelerine almayı hak etmediler.

Sizin bu çıkışınız bir buçuk sene önceki “Onlar kazandı, biz kaybettik. Bu gidişle Türkiye’yi terk ederim” beyanatınıza da bağlandı.

Ben AKP’lilerin gözünde bir şamar oğlanıyım. Çok fazla düşman var şu anda ve bu benim açımdan çok yorucu.

Halbuki o beyanatın ardından Bakan Günay ile bir kahvaltıda buluşmuştunuz, ilişkiler yumuşamış görünüyordu.

O buluşmada “Nazım Oratoryosu”nun Türkiye turnesini konuştuk. Bir de “Yahya Kemal ile ilgili benzer bir çalışma yapabilirsin” dedi.

Sonra?

Arayan soran olmadı. Bu adam oratoryo, senfoni nasıl besteleniyor onu da bilmiyor.
8-10 ay süren yoğun bir çalışma bu. Bir partisyon sayfası yazmak üç saat sürüyor. 80 enstrümanın her birine nota yazıyorsun ve bu 10 saniyelik müzik sadece. Düşün artık 75 dakikalık bir eseri... Ben 10 ay Yahya Kemal ya da Aziz Nesin çalışması yapacaksam onun projelendirilmesi gerek. Turneler, konserlerle beraber görmüyorsam öyle bir projeye başlamak istemiyorum. Bir sanatçı eserini çalınsın diye besteler, gerisi yalan.