02 Haziran 2012 11:48
AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli, “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliğini kabul etmekle fiilen yarı başkanlık sistemine geçmiş durumdayız. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın seçimle geldiği bir sistemde çatışma kaçınılmaz olur. Fransa’da olduğu gibi başbakanı cumhurbaşkanı atamalı. Sistem öyle normalleşir” dedi.
Nurettin Canikli, Vatan gazetesinden Deniz Güçer’in sorularını yanıtladı.
“Yarı başkanlık sistemine geçtik” dediniz ve 2014 uyarısı yaptınız. Düzenleme yapılmazsa nasıl bir kriz bekliyorsunuz?
Bu konu çok önemli ancak bence kamuoyunda yeterince tartışılmıyor. Biz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliğini kabul etmekle fiilen yarı başkanlık sistemine geçmiş durumdayız. 1982 Anayasası’na göre aslında cumhurbaşkanının çok yetkisi var. Yani aslında o makam sembolik yetkilerle donatılmış değildir. Tam tersine çok etkili, çok yoğun bir yetki verilmiş, güçlendirilmiş bir makam. Sorumluluğu yok ama inanılmaz yetkileri var. Mesela yürütmenin başı Anayasa’ya göre başbakan değil cumhurbaşkanıdır. Yürütme dediğiniz organ seçimle gelen hükümet. Anayasa’nın 104. maddesinde, “Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder” der. Çok önemli bir yetki. Bunun anlamı, icranın başı olmaktır.
- Ama bunlar şimdiye kadar kağıt üzerinde kalan yetkiler olmadı mı?
Oraya geleceğim. Anayasa’ya bakıldığında buna benzer çok yetki var. TSK’nın kullanılmasına karar vermek var, Genelkurmay Başkan’ını atamak, MGK’yı toplantıya çağırmak, YÖK üyelerini seçmek... Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek hakkı var. Dolasıyla inanılmaz yetkileri var cumhurbaşkanının. Bakanlar Kurulu kararlarının yayınlanması, yönetmelik, tüzük gibi hepsi, cumhurbaşkanı onaylamazsa yürürlüğe girmiyor.
- Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurulunu isterse her hafta toplayabilir, bu yetkiyi kullanırsa diyorsunuz?
İstediği zaman toplayabilir, istediği zaman da başkanlık eder.
- “Yürütmenin başı benim” diyebilir yani?
Kesinlikle. Şu ana kadar bunların çoğu kullanılmadı, doğru. Yürütmenin tüm yetkilerinin nihai makamı Cumhurbaşkanı. 1982 Anayasası budur. Ama dediğiniz gibi bugüne kadar çok nadiren bu yetkiler bu amaçla kullanılıyordu. Ahmet Necdet Sezer döneminde kısmen kullanıldı. O zaman da sistem kilitlendi. Yetkisini bazı atamalarda, Bakanlar Kurulu kararları için kullandı, o zaman bile sistem kilitlendi. Üstelik çok büyük boyutta değildi ama çok ciddi krizler ortaya çıkmaya başlamıştı. Şimdiye kadar Cumhurbaşkanları halk tarafından seçilmediği için o yetkiler sembolik olarak algılandı ve sembolik şekilde kullanıldı. Ama şimdi, 2014 yılında, Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve Cumhurbaşkanı’nı ilk defa halk seçecek. Yetkili doğrudan halktan almış, yüzde 50’den fazla oy almış olan bir Cumhurbaşkanı, doğal olarak kendini çok güçlü görecek. Hatta bu yetkiler hiç olmasa bile çok güçlü görecektir. Demokrasilerde gücün kaynağı kayıtsız şartsız millettir. 2014’te halk tarafından seçilecek olan Cumhurbaşkanı, bu yetkilerini sonuna kadar kullanmak isteyecektir.
- Hem gelenek bozulacak hem de seçilmiş Cumhurbaşkanı’na “Sen bu yetkileri kullanma” denilemeyecek.
Elbette, her alanda var olan yetkilerini kullanmak isteyecektir. İşte size yarı başkanlık sistemi. Ama bir farkı var; benzer yetkilere Başbakan da sahip. O da halk tarafından seçiliyor. İki güçlü irade, ikisi de halka dayalı, halk tarafından seçilmiş, yetkileri olan iki irade. Çatışma olması kesinlikle kaçınılmazdır. Hele iki tarafta güçlü irade ortaya koymak isterse, bana göre tamamen kaçınılmaz hale gelir.
- Cumhurbaşkanı isterse sistemi kolayca tıkayabilir mi?
Tabii. “Ben bunu beğenmiyorum” deyip geri gönderebilir, “Bakanlar Kurulu kararı hoşuma gitmedi” diyebilir. Belki istediği isimler kabineye girinceye kadar Bakanlar Kurulu’nu atamayabilecek. Teorik olarak hepsi mümkün. Yarı başkanlık sistemine girdik, ama eskiden kalan bu düzenleme nedeniyle sıkıntı çıkacak. Bunun mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyor.
- Nasıl ortadan kaldırılacak?
Anayasa’da yapılacak olan değişiklikle Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Başbakanlar halk tarafından seçilmeyecek ve tam anlamıyla yarı başkanlık sistemine geçilmiş olacak. Fransa’dakine benzer bir model.
- Partiniz bir yandan başkanlık sistemi öneriyor.
Önerilebilir tabii. Ben başka bir amaçla söylüyorum: Şu anda zaten yarı başkanlık sistemine girilmiş durumda ama sakıncalı bir durum var ve bunun giderilmesi gerekiyor. Madem Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesini kabul ettik, anayasayı bu yönde değiştirdik, ki en son irade budur, o zaman fiilen yarı başkanlık sistemine girdik demektir. Güçlü bir Cumhurbaşkanı, yani yürütme organı pozisyonunda yürütme yetkilerini kullanan bir Cumhurbaşkanı anlamına geliyor. Parlamenter sistemde cumhurbaşkanları semboliktir, yetki kullanmaz. Ancak diğer taraf ona göre dizayn edilmiş değil. Yani başbakanların durumu bu paralelde yeniden düzenlenmediği için bir çatışma ortamı çıkar. Yani sistem kilitlenir.
- Bu durumda ya Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın yetkileri mutlaka düzenlenmeli değil mi?
Öyle. Yani madem Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini kabul ettik, millet bunu benimsedi, o zaman yapılması gereken o başbakanlık sisteminin buna uygun hale getirilmesi. Fransa’da olduğu gibi. Onun doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanır hale getirilmesi gerekiyor. Ancak o zaman sistem normalleşir. Meclis’te ise güçlü bir denetim mekanizması oluşturulacak. Çünkü bu ayak zayıf olursa, o zaman yürütme çok güçlü hale gelir.
- Geçtiğimiz hafta Uludere olayı enteresan bir şekilde gelip kürtaja dayandı. Bu tartışma zemininden fazla çıkmadı mı?
Kürtajla başlayalım. Ben Sayın Başbakanımızın bu düşüncesinden daha ilerdeyim, daha da keskin düşünüyorum. Hem kürtaj hem de sezaryenle doğum meselesini birlikte düşünmek lazım. Sezaryen anne açısından da toplumsal açıdan da çok büyük riskler içeriyor. Sanıyorum ikiden fazla doğum yapılamıyor. Bu aslında çok keskin ve katı bir doğum kontrol yöntemi. Bilimsel olarak Türkiye’nin dinamik yapısını koruyabilmesi, üretecek yapının bozulmaması için ortalama mutlaka en az 3 çocuğun olması gerekiyor. Aksi halde şu anda bir çok gelişmiş ülkenin Avrupa, Japonya, Rusya’nın yaşadığı ve yaşayacağı yaşlanma problemiyle Türkiye de karşı karşıya kalacak. Bu çok ciddi anlamda sıkıntılar doğuruyor. Hem ekonomik anlamda hem de sosyal boyutuyla. Bakın Almanya başta olmak üzere bu ülkeler yurtdışından aktif nüfus ithal ediyorlar. Özellikle özel hastanelerde yapılan, yüzde 50’lik sezaryen oranı, toplumun geleceğini tehdit ediyor. Bu oranın mutlaka düşürülmesi gerekiyor.
- Kürtaja neden karşısınız?
Hayatın o anda, ana rahminde başladığına inanıyorum. Dolayısıyla bana göre sonlandırılan bir hayattır aslında. Artık hayata tutunmuştur ve o andan itibaren bütün organlar oluşuyor. Tartışma da o zaten; Hayat ne zaman başlar? Eğer bunun başlangıcını ana rahmi olarak alırsanız, o zaman kürtaj bir hayata son vermek, bir canlının ortadan kaldırılması anlamına gelir. Doğumdan sonraki bir hayatın sonlandırılmasıyla, bu anlamda içerdeki bir hayatın sonlandırılması arasında ben fark görmüyorum.
- Başbakan, “Her kürtaj bir Uludere’dir” dedi. Uludere’yi de “devletin işlediği cinayet” olarak değerlendirenler var...
Kürtaj, bir hayatın sonlandırılmasıdır. Durum bu. Nasıl tanımlarsanız tanımlayın. Cinayet mi dersiniz başka bir şey mi dersiniz, ama başlamış olan bir hayatın sona erdirilmesidir. Kürtaj budur. Uludere’de 34 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir ve gerçekten çok dramatik bir olaydır. Oradaki tartışma, sorunun nereden kaynaklandığı. Yani nedeni nedir? Esas cevap verilmesi gereken soru budur. Neden böyle bir saldırı yapılmıştır? Bunun bir çok nedeni olabilir. Gelen bilgilerin yanlış değerlendirilmesinden tutun da, bilgilerin yanlış olmasından, eksik olmasından kaynaklanabilir. Kasıt, ihtimallerden bir tanesidir. Ama açıkçası delil olmadığı sürece “Bu bilerek yapılmıştır” deme imkanımız yok. O çok vahim bir iddia olur. Dolasıyla bunun nedenini bilmeden “cinayet” demek mümkün değildir. Hata yapılmaması gerekir ama ihmal olabilir, hata olabilir, yanlış değerlendirme olabilir. Buradan yola çıkarak “cinayet” diyemezsiniz. Sonuç itibariyle oradaki görevli son kararı veriyor. Devletin her kademesinde böyledir. Gelen bilgileri, dataları inceliyor ve “Bunlar teröristtir, bombalayın” diyor.
- Ama dediğiniz gibi sonuçta çok hatalı bir karar oluyor...
Bir değerlendirme hatası yapılmış olabilir. Bilemiyoruz şu an. Soruşturma hem yargı boyutuyla devam ediyor hem idari soruşturma sürüyor. Böyle durumlarda kesin karar vermek kolay değil. Siz izlerken, “Bu görüntülerden terörist olmadığını anlayabilirim” diyebilirsiniz. Ama bir başkası da “hayır, onlar geliş biçimleri, yürüyüş güzergahları, hayvan sayısı, yükleme biçimi vesaire terörist gibi gözüküyor” diyebilir. Dolasıyla “Kasıtlı olarak, sivil vatandaşlar oldukları bilenerek bombalanmıştır” demediğiniz sürece “cinayet” diyemezsiniz. Ama bunu diyebilmeniz için elinizde kesin ve net delillerin, bilgilerin, belgelerin olması gerekir. İspatlanmış olması gerekir. Aksi halde kazayen yapılmış bir vahim hata diyebilirsiniz. Hakikaten çok üzücü bir hadisedir, kabul edilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
- Uludere’yle ilgili bir dönem size çok yakın olan kesimlerin ağır eleştirileri dikkat çekici. “İktidar statükoya yenildi”, en hafif eleştiriler arasında kalıyor...
Bakın tekrar söylüyorum; bu görevde hepimiz olabiliriz. Bunun TSK mensubu olması veya başka bir kurum olmasının önemi yok. Maliye de, Sağlık Bakanlığı da bir takım kararlar alıyor, kendi konusuyla ilgili değerlendirmeler yapıyor. Herkes kanunun kendisine verdiği görev çerçevesinde bu işleri yapıyor. Askerler de öyle. Terörle mücadele ederken bu kararları vermesi gerekiyor. Her gün bu kararları veriyorlar. Buradaki sorun, terörist olmayan sivil vatandaşlarımızın, terörist zannedilerek bombalanmasıdır. Şimdi en hafif ifadeyle bir hata olduğu kesin. Bilerek yapılması ise çok başka bir şey; o başka bir yerlere gider. Böyle bir iddiada bulunmanız için ispatlamış olmanız gerekiyor. Bunu kim iddia ediyorsa, benim bildiğim -isim önemli değil - bizimle veya kamuoyuyla paylaşılmış bir belgesi, bilgisi yok. Ama öyle yok efendim statükoyla uzlaştınız falan... Elbette hata yapılmışsa yapanın cezası verilmelidir. Konu yargıya intikal etmiş. Bakın önemli olan böyle bir olay varsa üzerini kapatmamaktır, örtmemek, üzerine gitmektir. Biz de üzerine gidiyoruz. Sonucunda ihmal tespit edilirse idari, adli olarak gereken yapılacaktır. Onun ötesinde değerlendirmeler yapmak gerçekten insafla bağdaşır değildir.
- “Büyükşehirlerle ilgili düzenleme, eyalet sismenin alt yapısı” iddiasına ne diyorsunuz?
Kusura bakmasın arkadaşlar ama saçma bir yorum. 16 büyükşehir var, eyalet mi geldi yani? Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır öyle. Hepsi büyükşehir. İlk defa gelen bir sistem değil ki. Diğerinin mekanizması belli. Güçlendirilmiş, halk tarafından seçilen valiler falan var orada. bir değişiklik söz konusu değil. Bu iddiaların hiçbirisinin gerçekle ilgisi yok.
- Hüseyin Çelik ve İdris Naim Şahin arasında Uludere konusunda yaşananlar “Partide çatlak” olarak değerlendirebilir mi?
Zaman zaman olabilir. Devlet yönetiminde bazen farklı tondan açıklamalar olabilir. Yoksa görüş ayrılığı olarak değerlendirmiyorum. Bu konuda bizim görüşlerimiz bellidir. Uludere ile ilgili, terörle mücadele, KCK ile ilgili hem hükümetimizin ve Sayın Başbakanımızın yaptığı açıklamalar ortadadır ve çok nettir. Ama bunları zaman zaman ifade biçiminde farklı tonlar ortaya çıkabilir. Olay farklı tonlarda ifade edilmesinden ibarettir. Yoksa İçişleri Bakanımızın da özü itibariyle hükümet politikasından farklı bir şey söylediğini iddia etmek mümkün değil.
- Siyasette sert rüzgarlar esiyor. “Ölü seviciler” lafı bile tartışıldı. Bu havada Anayasa Komisyonu’ndan verimli çalışma beklemek doğru mu?
Siyaset yeni sertleşmiyor. 24.dönemin başından beri sizin ifadenizle söylüyorum sert rüzgarlar esiyor. Ama bu sert rüzgarlar eserken bu çalışmalar da yürüyor. Şu anda yapılan tartışmaları ilave bir sertlik olarak görmemek lazım. 24’ncü dönem sert başladı, sert devam ediyor. CHP ve BDP’nin Meclis’i boykot etmesiyle başlayan bu sert hava devam ediyor. Ben bu sert siyasi atmosferin komisyonun çalışmalarını çok etkileyeceğini düşünmüyorum. Çünkü orası hakitaten farklı bir platformda götürülmeye çalışılıyor. Sanki genel siyasi tartışmaların dışında, soyutlanmış, ayıklanmış bir ortamda götürülüyor. Zaten bu konuda siyasi partilerin açıklamaları da var.
- İlk aşamada bu kriz ortaya çıkınca, “İlk üç maddede kıyamet kopar mı?” düşünülmeden edilmiyor açıkçası...
Başlangıç maddeleri zordur. Çünkü esas ruhunu verecek olan, genel olarak çerçeve çizilmesi anlamına gelecek maddeler mesela temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddeler önemlidir. Tartışmaların burada olması son derece önemlidir. Başlangıcın zor olmasını, tartışmalı yürümesini aslında çok olağandışı karşılamamak gerekiyor.
- 28 Şubat’ta beşinci dalga yine askerleri vurdu. Sivillere ulaşacak mı bu dalgalar?
Onu biz bilemeyiz. Bunu ne Başbakanımız ne bakanlarımız ne de biz bilebiliriz. Sonuç olarak yargının denetiminde, gözetiminde, yargı tarafından yargının talimatıyla yürütülen bir süreç var. Soruşturma zaten gizli yürütülüyor. Bu nedenle değerlendirme yapmak doğru değil. Hukuki olarak da doğru değil. Yönlendirme anlamına gelir sonuç itibariyle. Bu konuda bizim bir kanaat belirtmemiz yanlış değerlendirebilir. İktidarın da muhalefetin de bu konuda dikkatli olması gerekir. Şahsi kanaatim de vardır ama bunu kamuoyu ile paylaştığınız zaman yanlış algılanır.
- Sadece asker cezalandırılsın, sivillere dokunulmasın doğru mu olur?
Sivil ayak olmadan bu iş olmaz, olmayacağı ifade ediliyor. Geçmişe baktığınızda ihtilallerde mutlaka o sürece destek veren, bazen doğrudan sürecin içinde olan ve hatta bazen kışkırtanlar olmuştur. Mesela 1960 ihtilalini CHP’nin o dönemdeki yöneticilerinin kışkırttığı bugün artık çok net olarak biliniyor. Genel değerlendirme yapıldığında bütün bu illegal müdahalelerin Meclis’e, sivil iradeye yapılan müdahalelerin sivil ayağının, boyutunun olduğu biliniyor. Bunu genel olarak söyleyebilir ama olaya spesifik olarak girdiğiniz zaman delillerin o insanlara ulaşması gerekir ki yasal bir uygulama başlasın. Aksi halde yüzeysel bir değerlendirme olur.
© Tüm hakları saklıdır.