16 Ekim 2017 13:39
"İstifa" iddialarıyla gündemde olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, geçtiğimiz haftanın da en çok konuşulan ismi oldu. Sosyolog Sevinç Doğan Gökçek'in tasfiyesinin içinde olduğu süreci değerlendirdi. Doğan, "Tasfiyelerin, referandum sonuçlarıyla çok ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü referandum sonuçları, AKP’nin iktidarı boyunca ilk defa büyük şehirleri ve güçlü olduğu ilçeleri kaybettiğini gösterdi" dedi. Doğan, "Meral Akşener’in kuracağı partinin AKP’nin karşısına çıkarılması ve CHP’nin daha sağa yönelmesini de değerlendirerek "En nihayetinde devlet konsensüsünü sağlayanların daha milliyetçi kartlara oynayacağını, ulus-devletçi paradigmanın öne çıkartılacağını gösteriyor" ifadesini kullandı.
Evrensel'de Serpil İlgün'e konuşan Doğan'ın açıklamaları şöyle:
Erdoğan, Sırbistan dönüşü uçakta, belediye başkanlarının istifaya zorlanmasıyla ilgili, ‘Konuyla ilgili demek ki bir sıkıntı yaşıyoruz, bu sıkıntıları da aşmamız gerekiyor’ açıklamasında bulundu. Erdoğan’ın ‘sıkıntı’ olarak tarif ettiği şey ne? AKP içindeki tasfiyelerin nedeni için nereye bakmalıyız?
Tasfiyelerin, referandum sonuçlarıyla çok ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü referandum sonuçları, AKP’nin iktidarı boyunca ilk defa büyük şehirleri ve güçlü olduğu ilçeleri kaybettiğini gösterdi. Bu, parti tarihinde bir ilkti ve sonuçlar AKP içinde çok büyük tartışmalar yarattı. Aslında içerde bir zafer edası yoktu ve kazanlar kaynıyordu. İktidara yakın olan basına da bunlar yansımıştı. Fakat sonuçların kendisi, muhalefet tarafından benzer biçimde değerlendirilemedi.
Değerlendirilemedi derken?
Sonuçların bugüne ne getireceğini, bugüne nasıl olanaklar açacağını çok konuşamadık. Ama iktidar seçim sonuçlarının nelere yol açabileceğinin farkına vardı ve bugün buna karşı önlemler alınıyor. Seçimi kaybeden İstanbul, Ankara gibi kentlerde ve kendilerince kritik görülen şehirlerde ciddi yenilenmeler olacağı görülüyor. Aynı şekilde parti içinde de belirgin tasfiye ve yenilenmeler olacak. Sonuçta kaybedildi ve parti tarihinde bir ilk oldu bu.
Yerel yönetimler, AKP’yi iktidarda tutan önemli dayanaklardan biri, ciddi bir ekonomik kaynağa sahip olduklarını da biliyoruz. Dolayısıyla belediyeleri, özellikle de büyükşehirleri kaybetmek muazzam bir ekonominin/rantın da kaybedilmesi demek, ne dersiniz?
Refah Partisi belediyeciliğinin devamı olarak AKP’nin yerellerden yükselmesi gibi bir durum var, evet. Ama bugün artık bambaşka bir tablo var. AKP zaten merkezde yer alıyor. Bugün artık AKP için sadece yerellerden yükselen bir hareket diyemeyiz. Tersine çok merkezi, devlet içinde güç oluşturmaya çalışan, hatta ciddi güç kavgasına giren bir yapı var karşımızda. Diğer yandan evet, belediyeler sahip oldukları bütçelerle, özellikle büyükşehirlerdeki kapitalist kent ekonomisi nedeniyle çok önemli bir yerde duruyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni düşünelim... Dolayısıyla yerel seçimler çok önemli olacak.
‘Mahalledeki AKP’ kitabınızda da vurguladığınız üzere, yerel yönetimler hizmet siyaseti, sosyal yardımlar, eğitimler vs aracılığı ile tabanla canlı bir ilişkinin kurulduğu, bu yolla partiye yeni seçmen kazandırılan önemli ayaklar. Bugün, faturası belediye başkan ve yönetimlerine kesilen oy kaybının nedeni ne? Kurulan ilişkilerde mi yoksa hizmetlerde mi zayıflıklar baş gösterdi?
Gerek referandum sonuçları, gerekse son dönemlerdeki söylemler artık “hizmet siyaseti”nin yetmediğini ortaya koyuyor. İstanbul’da son iki üç ayda yaşadıklarımız dahi (en küçük bir doğa olayının bile İstanbul’da felakete dönüşmesi) İstanbul’un altyapısının ne kadar çürük olduğunu gösterdi. İstanbul artık bir beton kent. Hâlâ da yapılaşmalar devam ediyor. Diğer yanda da, kentsel dönüşümde kimlerin kazançlı çıktığına yönelik soru işaretleri duruyor.
Önümüzdeki süreçte daha yıkıcı hale gelecek kapitalist koşullarda, ayakta durabilmek için suç ortaklıkları meselesi gündem olacak. Yaşam koşulları oldukça zorlaşıyor. Bir insanın bir işe girmesi çok zor örneğin. Bunun için araya tanıdık koyması, birini ezmesi, rekabette öne geçmesi gerekiyor. Diğer yandan maaşla geçinmek de çok zor, birinin sırtından geçineceksiniz ki bir yerlere gelebilesiniz. Dolayısıyla vahşi bir kent yaşamında suç ortaklıkları gittikçe daha kaçınılmaz ve “normal” olacak.
AKP de tam da bunu, yani bireysel kurtuluşu vaat etti. Kitabınızda da neoliberalizmle AKP politikalarının nasıl örtüştüğüne vurgu yapmıştınız...
Evet, bu karşılıklı bir şey gibi. AKP neoliberalizmi besliyor ama neoliberalizmin kendisi de AKP’nin ekonomik-sosyal etiğini güçlendiriyor. AKP’nin bir şekilde yarattığı bütün bu yıkıcı, kutuplaştırıcı şeyi besleyen bir işleyiş biçimi. Çünkü işsizlik çok yoğun, iş bulmak için birilerinin birilerini elemesi, birilerinin “sırtına binmesi” gerekiyor. AKP de “Benimle gelirseniz bu toplumun yoksulu, ezileni olmayacaksınız, iş sahibi olursunuz, iktidar olmanın olanaklarıyla bir yerlere eklemlenebilirsiniz” diyor aslında.
Ama bunun bir yere kadar gideceğini gördük. AKP-MHP seçmenleri arasında, özellikle gençler arasında liyakat ciddi bir rahatsızlık nedeni. İşin ehline ya da hak edene verilmemesi, adam kayırmacılık sorun olarak görülüyor. Yaş aralığı düştükçe AKP’ye oy verme oranı da düşüyor. Kararsızların oranı da yüksek. Gençler arasında AKP’ye oy verme oranı azalıyor; çünkü iş bulmak zor, gençler gözü kör bir taraftarlığa da inanmıyor gibi, var olan siyasi atmosferden hoşnutsuz ve geleceği belirsiz görüyor.
Peki, parti içindeki bu tasfiyelerle ne sağlanacak? Belediye başkanları istifa ettirilecek, yerine işaret edilenler gelecek ve sorun/tartışmalar bitecek mi?
Tam tersi, önümüzdeki sürecin AKP içinde de çatışmalara/çelişkilere çok açık bir süreç olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir başkanın gitmesi, bırakın büyükşehir başkanının, bir ilçe başkanının bile yerinden edilmesi o ilçede gerilimler yaratıyor. Çünkü o ilçe başkanı oraya tek başına gelmiyor, bir ekiple geliyor ve üç dört yıl boyunca oradaki güç mücadeleleri, rekabet ilişkileri ile gelişiyor. Parti içindeki ciddi motivasyonlardan biri konum beklentileri... AKP içinde gerginlik olduğu biliniyor. “Kalacak mıyız, gidecek miyiz, birisi çözülürse her şey mi çözülür...” 2019’un alınmaması durumunda kaybedecek çok şeyi olanların sayısının fazla olduğunu akılda tutmamız gerekiyor.
Kadir Topbaş’ın ya da adı geçen diğer belediye başkanlarının neden görevden alındıklarına dair bir izahat yapılmamasını siz nasıl değerlendirdiniz? Üstelik örneğin Topbaş, ‘başarılı’ olarak nitelenirken?
Kendileri için başarılıydı, bu doğru. İstanbul’u sermayeye tamamen açtı çünkü. Gerçekten de yeni sermayeye (sadece AKP sermayesi değil bana kalırsa diğer sermaye gruplarına da) kenti açtı Kadir Topbaş. Ve bu anlamda hakikaten elinden geleni yaptı, başarılıydı yani.
Ama ‘Başarılıysan neden istifa ediyorsun’un bir açıklaması yok...
Biliyoruz ki bu liderin dayattığı bir şey. Ama böyle olduğu kamuoyunda açık bir şekilde tartışılsın istenmiyor. Şu anda zaten var olan sürecin kendisi ciddi hoşnutsuzluklar yaratmış durumda. Referandum öncesinde yaptığımız araştırmada AKP, CHP, MHP, HDP seçmenlerinin üzerinde ortaklaştığı iki şey vardı; asla hukuka güvenmiyoruz ve Türkiye’de adalet yok! Sadece demokratik anlamda değil, sınıfsal yani ekonomik anlamda da bir adaletin olmadığını söylüyor insanlar. Yine çok çarpıcı bir şekilde devletin hiçbir kurumuna bugün güven kalmadığını görüyoruz. İnsanlar yargıya güvenmiyor, orduya güvenmiyor, eğitim sistemine güvenmiyor... Bu çok ciddi bir şey. Başkanlık sistemi de iktidarı destekleyenlerce canhıraş biçimde savunulamadı. Çıkan sonuç da daha fazla istemeye gerek yok, “Artık yeter” sonucuydu bence.
Referandumda ‘evet’in çıkması, sonrasında milliyetçi söylemin daha da artırılması bu yaklaşımı, sorgulamayı nereye çekmiştir?
Başkanlık sistemi referandumdan geçmedi! Geçmiş gibi davranmak, konuşmak haksızlık oluyor diye düşünüyorum. Şaibeli, hâlâ hukuksal anlamda tartışılan, uluslararası mahkemelerce de tartışmalı olan bir seçimden bahsediyoruz. Ve bütün büyük şehirlerin “hayır” dediği bir seçimden bahsediyoruz. Azımsanmayacak bir kesim “evet” dedi, tamam. Ama büyük çoğunluğu da demedi.
Bunu unutmayalım diyorsunuz...
Kesinlikle! Tarihi egemenlerin istedikleri şekilde kurgulamamak gerekiyor gibi. Her şeye, tüm eşitsiz koşullara, baskılara rağmen başkanlık sistemi üzerinde uzlaşı sağlanamadı ve 16 Nisan, Türkiye’nin en şaibeli seçimlerinden biri olarak geçti tarihe. “Evet” diyenler iktidarın mobilize etmeyi başardığı kesimler tabii ki. Burada orta sınıflar ciddi bir kesimi oluşturuyor. Yine yoksullar, ama sadece tek başına yoksullar değil çünkü biliyoruz ki örneğin Alevi yoksullar CHP’ye oy veriyor, Kürt yoksullarının büyük bölümü HDP’ye oy veriyor. AKP, sınıf atlamaya çalışan yoksulları daha fazla çekiyor. Evet, sınıf atlamış, ayrıcalıkları elde etmiş kesimlerin bunlardan feragat etmesini beklemek çok zor. Ama bu insanlara toplumdaki huzursuzluğu görmezden gelmelerinin sorunları derinleştireceğini anlatmak gerekiyor. Sadece kendisine odaklanan bir bakış var.
Diğer yandan, ülkenin en az yarısı, var olan sistemden ve yönetiminden memnun değil. Evet, muhalefet homojen değil ama iktidar toplumun yarısını ikna edemiyor, sopa göstererek de uzun vadede istikrar sağlaması zor gibi duruyor.
AKP’li yazar-yorumcular Erdoğan’ın kucaklayıcı bir siyaset izleyeceğini söylese de pratiği, sözünü ettiğiniz yarıyı ikna etme gibi bir uğraş içine girmeyeceğini gösteriyor...
Evet, ben de bunun olmayacağını düşünüyorum.
Peki, parti içi tasfiyeler konusunda ‘Partinin geleceği için yapılıyor, milletin talebi bu’ açıklaması taban için ikna edici mi?
Erdoğan, “operasyonları partinin geleceği için, bir sonraki seçimin geleceği için yapıyoruz, koltukları değil geleceği, davamızı düşünelim” diyor ama kolay değil. Çünkü tabanda cemaat operasyonlarıyla ilgili hoşnutsuzluklar var. Bir taraftan onları hoşnut etmeye çalışırken, bir taraftan da tasfiyelere devam etmek kolay değil. AKP bugün, varlığını Türkiye’nin selameti için elzem gösteriyor. Aslında pür-i pak olduğunu da iddia etmiyor. Başkanlık sisteminde de sürekli vurgulanan şey, tek bayrak, tek devlet, tek millet sloganıydı! Bugün savaş nidaları yükseliyor. Bu otoriterliği güçlendiriyor. Erdoğan devlet içindeki farklı güç odakları nezdinde hâlâ vazgeçilmemiş bir konuma sahip duruyor. Çatışsa da bu güçler, Kürt sorunu karşısında, örneğin Kerkük’e müdahale konusunda, Türkiye’nin “ötekileri” karşısında aynı yerde durabiliyor. İktidarı ayakta tutan da Türkiye’nin kendi iç dinamikleri kadar dışarıda olanlar. Yani Suriye savaşı, Ortadoğu’nun kaynaması... Savaş, sınır dışı operasyonlar, müdahaleler, içeride kaldıraç işlevi görüyor.
Bu da KONDA’nın cuma günü kamuoyuyla paylaşılan seçmen eğilimleri anketindeki yüzde 34.7’lük AKP tercihini (kararsızlar dağıtıldıktan sonra yüzde 50) daha anlaşılır kılıyor...
AKP/Erdoğan çoğunluktan değil ama toplumun büyük kesiminden hâlâ oy alıyor, evet. Fakat ulus devlet kurulduğundan beri bu toplumun kendisine özel yarılmalardan, kutuplaşmalardan ve eşitsizliklerden de besleniyor iktidar. Yani, etnik-mezhepsel ayrımlar ve yaşam tarzı farklılıkları, tüm bunların yarattığı eşitsizliklerin kendisi iktidara yarıyor.
O halde asıl soru, ‘Erdoğan hâlâ nasıl birinci çıkıyor’dan ziyade, yarılmaların, kutuplaşmanın, eşitsizlik biçimlerinin nasıl ortadan kaldırılacağı veya hafifletileceği?
Evet. Çünkü Erdoğan gitse bile bu eşitsizlikler ve kutuplaşmalar, temsili figürler üretmeye devam edecek. Mesela Meral Akşener... Meral Akşener’in alternatif olarak AKP’nin karşısına çıkarılması ve CHP’nin daha sağa yönelmesi bize, en nihayetinde devlet konsensüsünü sağlayanların daha milliyetçi kartlara oynayacağını, ulus-devletçi paradigmanın öne çıkartılacağını gösteriyor. Oysa bu, toplumun en başta etnik olmak üzere ayrıştırılması demek. Sınıfsal anlamda da var olan eşitsizlikler iktidara fatura edilmiyor, düzene atfediliyor örneğin. Fakat iktidar sınıfsal eşitsizlikler üzerinden de sürdürüyor kendisini.
KONDA’nın anketine göre kararsızların oranı yüzde 23,2. Kararsız olduğunu ya da görüşü olmadığını söyleyenlerin genellikle muhalif seçmen kitlesi olduğu anımsanırsa, oranın bu kadar yüksek çıkması bize ne söylüyor?
Kararsızların oranı son seçimlerde de fark edildiği gibi artıyor. Fakat kararsız kesimleri iyi tahlil etmek gerekiyor. Kimler karasız ya da neden kararsız oluyorlar? Referandum öncesinde, eli AKP'ye gitmeyen ancak gönlü de başka partiye oy veremeyenler vardı. Hatırlayın, bir coşku ve inanma edası yoktu parti çalışmalarında. Bununla birlikte genç seçmen grubuna da bakmak gerekiyor, çünkü gidişattan memnun olmadıkları anlaşılıyor. Örneğin iktidara oy verdiğini söyleyen genç kesimler arasında Gezi hakkında daha az olumsuz algılar var. Her şeyin çok kaygan ve değişken olduğu zamanlara tanıklık ediliyor. Muhalif kesimler içinse CHP gerçek bir alternatif olamıyor. Sağa eğilim göstermesi, ekonomi-politikaları anlamında farklı iddialar sunmaması, muhalif kesimleri tutuk kılıyor olabilir. Tek başına yaşam tarzı meselesi yetmiyor. Sizin etnik sorunları ele alışınız, kent politikalarınız, işleyiş biçiminiz de iktidar karşısında nasıl bir alternatif olacağınızı belirliyor sonuçta. Aynı şekilde HDP'nin ve başta Sellahattin Demirtaş olmak üzere önde gelen isimlerinin ne zaman "özgürce" siyaset yapabileceğine dair belirsizlik var. Bu da olumsuz şeylerden biri kuşkusuz.
“Ülkeyi kim yönetsin” sorusuna, katılımcıların yüzde 32’si “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan” yanıtını verirken, 29.7 ise “Öyle biri yok” demiş ve bu oranlar birbirine oldukça yakın. Muhalefet açısından bu bulgu hangi handikaplara işaret ediyor?
Aslında bir handikap mı, düşünebiliriz. Belki ülkenin tek bir kişi tarafından yönetilmesine dair verilen olumsuz yanıtlardır bunlar. "Ülke nasıl yönetilmeli sorusu" belki daha anlamlı olur. Parlamenter sistemin, daha da önemlisi yerelden demokrasinin daha da güçlenmesi gerektiğine dair güçlü talepler vardı yakın zamana kadar ve bastırıldı. Erdoğan'ın bir anlamıyla bir mit olduğu biliniyor, ancak bu başkanlık sistemi için istediği onayı almasına yetmedi. Belki kişileri değil, yönetim ve katılım biçimlerini konuşmakta ısrar etmek gerek.
Kanal İstanbul projesi yeniden gündemde. Erdoğan, 2017 sonlarında ya da 2018 başlarında projenin startının verileceğini söyledi. Çılgın proje olarak lanse edilen Kanal İstanbul iki seçim öncesinin vaatlerinden biriydi. Ne ekonominin, ne bilimin aklının yatmadığı, sonuçlarının çok yıkıcı olacağı söylenen Kanal İstanbul projesinin yeniden canlandırılmasını nasıl okursunuz?
Aynı şekilde canlandırabilecekler mi, henüz bilmiyoruz. Ama çok çok büyük bir rant potansiyeli ve çok büyük bir değişim söylemi. OHAL’in daha çok toplumsal, siyasal boyutunu konuşuyoruz ama OHAL’in aynı zamanda çok ciddi bir ekonomik boyutu var. Sermaye çevreleri için değişen bütçe kararları, hızlı değiştirilen yönetmelikler ya da kararnameler açısından OHAL "işlevli" olmuş görünüyor.
Kanal İstanbul, içerideki kıpırdanmaları hatta farklı düşünen hoşnutsuz kesimleri bir arada tutabilecek tutkal işlevi görecek -ekonomik- projelerden biri gibi ele alınabilir. "Benden memnun ol olma, bu ilişkiler, bu kazanımlar sayesinde olduğun yerdesin ve -mış gibi yapacaksın" demeyi kolaylaştırıyor böylesi girişimler. Kent için hızlı bir yağma süreci bu aynı zamanda. Topkapı Sarayı çevresinin "denetimli" olarak inşaata açılması da bunun örneklerinden. Tüm bunların bir de sembolik bir anlamı var diyebiliriz. Muhalefete karşı "Bakın, biz her şeye rağmen devam ediyoruz, muhalefetinize rağmen bildiğimizi okuyoruz" yani hem bir nevi güç gösterisi demek oluyor hem de içeriye karşı da güven verme noktasında da bir anlama sahip görünüyor.
© Tüm hakları saklıdır.