19 Ağustos 2017'de tatil için gittiği İspanya'da Türkiye'nin Interpol nezdinde çıkarttığı kırmızı bülten nedeniyle gözaltına alınan Doğan Akhanlı pasaportuna el konduğu için bir süre İspanya'da kaldıktan sonra Almanya'ya dönebilmişti.
Akhanlı hakkında 2010 yılında hakkında verilen beraat kararı 2013 yılında bozulmuş ve savcılık "ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası" ile tekrar yargılama talebinde bulunmuştu.
Doğan Akhanlı, İspanya'da geçirmek zorunda kaldığı sürede kaleme aldığı "Granada'da Tutuklanma: Türkiye faşizme doğru mu gidiyor?" adıyla yayınlanan kitabına ilişkin DW Türkçe'nin sorularını yanıtladı:
DW Türkçe: Merak eden okuyucularımız için kitabın içeriğini bize anlatabilir misiniz kısaca?
Doğan Akhanlı: Kitap kendi biyografimden hareketle Türkiye, İspanya ve Almanya ile ilgili duygu ve düşüncelerimi aktarıyor. Kitabı her üç ülke ile ilgili ama bunu her üç ülkeyi çok iyi bilen birisi olarak değil, her üç ülke ile duygusal, politik ilişkisi olan, yakınlığı olan bir insanın aktarımı olarak kaleme aldım.
Peki, Türkiye ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Anadilim Türkçe, Türk bir yazarım sonuçta. Türkiye'ye beni sıkı bir biçimde bağlayan şeyler var. Orada çok önem verdiğim doğduğum bir yer var, orada geçirdiğim çok önem verdiğim bir çocukluğum var, çok önem verdiğim insanlar var. Öte yandan o ülkede çok fazla yaralanmışlıklarım da oldu. Bu yaralanmaların nedeni de aslında devlet kaynaklı keyfi şiddetti ve bu istisnai bir şiddet değildi. İstisnai olmadığı için de incelenmesi gereken bir olguydu. Kitapta devlet şiddetinin sürekli olduğunu iddia ettim ve bunun sadece beni hedef almadığını, yüzyıllardan bu yana çok farklı grupları hedef aldığını ve Türkiye toplumunun hem mağdurlardan oluşan hem de aslında aynı zamanda faillerden oluşan bir toplum olduğunu söyledim. Yani bir dönemin mağdurları bir başka dönemin failleri oldular ve bu da temel sorun üzerine konuşturmayı güçleştirdi.
Türkiye'nin temel sorunu nedir sizce?
Devlet şiddetinin sürekliliği ve vatandaş-devlet ilişkisinin aslında korku üzerine oturmuş olmasıdır. Ortada bir güven ilişkisinden çok korku ilişkisi vardır. Türkiye’de vatandaşların sürekli devlete ilanı aşk etmeleri yani devletini vatanını ne kadar çok sevdiğini sürekli tekrar etmelerinin nedeni esasında devletten duydukları korkudur. Her gün kocasına seni seviyorum deyip de kendisini korumaya çalışan, şiddet mağduru bir kadın gibidir bütün vatandaşların içinde bulunduğu durum. Bu yüzden de sürekli vatanımızı milletimizi devletimizi ne kadar çok sevdiğimizi söyleriz.
Türkiye'de farklı dönemlerde tutuklandınız. Bu sebeple de aslında Türkiye'deki adalet sistemini yakından görme fırsatınız oldu. Tüm bu süreçlerde bir yazar olarak nasıl gözlemleriniz oldu?
Şu şekilde bir gözlemim var, tabi çok incelenmiş bir şey değil, doğruluğundan da emin değilim ama bir kıyaslama da yapmak zorundayım. Mesela askeri dönem, hukukun resmen rafa kaldırıldığı bir dönemdi ama o dönemde dahi bir hukuk ve işleyiş vardı. Bu hukuk işleyişi şüpheli sanıkların polis merkezlerinde işkence ile suçları üstlenmeleri temeline dayanıyordu. Yani çok yoğun bir işkence oluyordu. Ama işkence dışında, özel olarak da uyduruk suçlar yaratılması gibi bir şey duymadım o dönemde. Mesela şu anda Ahmet Şık’ın başına geldiği gibi ya da Ahmet Altan'ın başına geldiği gibi... Darbecilik suçu üretildi ve hapse gönderildi insanlar. Bütün Cumhuriyet tarihi döneminde yazarlar gazeteciler hapse girmişlerdir ama ömür boyu cezaevine yollanan gazeteci ilktir şimdi. O da bugün aydınlara yönelik saldırının boyutunu göstermesi açısından da önemlidir.
Kitabınız Almanca başlığının Türkçe'ye çevirisi "Granada'da Tutuklanma: Türkiye faşizme doğru mu gidiyor?" Kitabın başlığı nasıl ortaya çıktı?
Ben aslında kitabın başlığını "Bükülen Zamanlar, Granada Alaturka" koymuştum. Ama Alman yayınevi bunu çok şiirsel buldu. Onun için "Granada'da Tutuklanma" diye son derece direkt ve altına da çok daha politik bir alt başlık konuldu. "Türkiye faşizme doğru mu gidiyor?" diye. Benim arzuladığım başlık "Bükülen zamanlar: Granada Alaturka" idi. İki sinyal vermek istemiştim orda. Bir gerçekten zaman bükülmesi yaşamıştım ve onu edebi olarak, yani bir edebi kitap olmamakla beraber, sanki bütün bir elli sene aynı anda oluyormuş gibi anlatmaya çalıştım. O yüzden Bükülen Zamanlar adı verdim. Granada Ataturka ise biraz da politik gelişmelerle ilgiliydi, biraz ironik bir yaklaşımın sinyaliydi.
Kitabı yazmaya Madrid'de tutuklandığınızda başladınız. Yazma süreci nasıldı?
Çok yoğundu. Motivasyonum çok yüksekti. Hafif bir öfkem de vardı. Hafif bir öfkemin olması tempolu yazmamı sağladı. Okuyanlardan birisi sanki koşarak yazmışsın gibi bir saptamada bulundu. Onun nedeni de kitabı yazmak için 40 gün zamanımın olmasıydı. Daha ilk başta bir karara varmam gerekiyordu, ki bu benim çok yaptığım bir şey değildir. Sadece son sayfada ne yazacağımı biliyordum. Zaman bükülmesi konusu gerçekte çok yoğun ve karmaşıktı ama o yoğun ve karmaşıklığı okuyucuya aktarma şansım güçtü. Bunun için başka bir formda yazmam lazımdı. Bu yüzden de çok sadece bir yola başvurdum. Ve sonradan da o zaman bükülmesi mecazından hareketle bu bükülmeyi üç bölümde anlattım. Ömrüm boyunca yaşadığım tüm tutuklamaları birinci bölümde, tüm serbest bırakılmalarımı ikinci bölümde ve geri dönüşlerimi de üçüncü bölümde anlattım.
Tüm bu yaşanmışlıklara geri dönmek, yazmak için bile olsa, tüm yaşamış olduklarınızı işlemek, en başından bunları üzerine düşünmek zorunda kalmak nasıl bir süreçti sizin için?
Doğrudan yazdığım için orada olan bitenleri herhangi bir roman karakterinin üzerine yıkamıyordum bir yazar olarak. Şimdi diyelim ki, adı Doğan bile olsa, başıma gelmiş olanları birinin üzerinden anlatsam, onu dramatize etme hakkım var ya da gülünç anlatma hakkım var. Her türlü formda anlatabilirim. Ama bu sefer kendi adıma yazdığım için, anlatılardan doğrudan kendim sorumlu olacağım için anlattıklarımı aşırı dramatize etmekten kaçındım. Okuyucuyu da işkencede olmuş bitmiş şiddetle uğraştırmak istemedim. Sadece böyle bir olguyla yüz yüze kalmış birisi olduğumu ifade etmek ve oradaki genel atmosferi vermekle yetindim. Doğrudan şiddeti anlattığım yerlerde mümkün olduğunca minimalist davrandım. Öte yandan hapishaneler sadece dramların yaşandığı yerler değil. Belki de o dramatik olayların üstesinden gelebilmek için hayata şakayla bakmanın da çok yoğun yaşandığı yerlerdir. Hayatla gırgır geçme duygusunu da anlatmaya çalıştım. O yüzden okuyucular hem neşeli bölümleri, hem de duygusal bölümleri hem de siyasi bölümleri olan bir kitapla yüze kalıyorlar. Ne akıl veren, ne aşırı dramatize eden, ne de güldüren bir kitap. Bu üçünün bir sentezidir. Ama şöyle bir iddiam var, kitabın siyasi tahlilleri, vadettiği ümitler hatalı olabilir ama mümkün olduğunca içten bir kitap yazmaya çalıştım. Yani neysem onu yansıtmaya çalıştım hem politik olarak hem de insan olarak.
Melis Yüksel
© Deutsche Welle Türkçe