Yaşam

Ahmet Altan: İki damla

Hayat, çok değişik mecralardan, bin bir farklı biçimlere bürünerek, hep değişip hep çoğalarak, envai türden duygularla hem kirlenip hem aklanarak, bazen durulup bazen çağıl

09 Ekim 2011 03:00



Ahmet Altan - Taraf


Hayat, çok değişik mecralardan, bin bir farklı biçimlere bürünerek, hep değişip hep çoğalarak, envai türden duygularla hem kirlenip hem aklanarak, bazen durulup bazen çağıldayarak akar gider. 


Çoktur hayat. 


Ölüm tekdir. 


Aynı yerde, aynı biçimde durur, hiç kımıldamaz. 


Hayatın çokluğu ölümün tekliğine çarptığında, bütün duygular tek bir duyguya, bütün insanlar tek bir insana dönüşür. 


Bütün insanlık tek bir insana, bütün duygular tek bir duyguya döndüğünde, biz ölüm karşısında bütün insanlığı ve bütün duyguları tek başımıza taşımak zorunda kaldığımızda, yüzümüz, içini göremediğimiz bir sonsuzluğa çevrildiğinde, sevdiğimiz insanı o sonsuzluğa uğurladığımızda, sonsuzluğun bütün ağırlığını hisseder, hepimiz birbirimize benzeriz. 


Hayatın içinde ne varsa yok olur. 


Keder kalır geriye. 


Sonsuzluk kadar büyük ve paylaşılması imkânsız bir keder. 


Tanrı hepimizi o kederde eşitler, bütün hayatımızı, adımızı, rütbemizi, yaşımızı, geçmişimizi siler bir anda, tanrının masum ve çaresiz çocuğu oluruz hepimiz. 


Hayatın tek ve büyük gerçeğinin kaybetmek olduğunu anlarız. 


Kazanma isteğinin manasızlığını ve günahkârlığını fark ederiz. 


İmam, “helallik” istediğinde Erdoğan’ın yüzünü gördüm. 


O anda Başbakan Erdoğan değildi. 


Annesi çocukken onu nasıl çağırıyorsa oydu, ya Recep’ti, ya Tayyip’ti ama Erdoğan değildi, başbakan da değildi, orta yaşlı bir adam da değildi. 


O anda, annesinin çağırdığı isimle çağrılan bir çocuktu yalnızca. 


Annesini kaybetmiş bir çocuk. 


Dudaklarının kıpırdadığını, yüzünün kasıldığını, göz pınarlarından iki damla yaş süzüldüğünü gördüm. 


İçim titredi. 


Ben annemi kaybedeli çok oldu. 


Ama anne acısı hafiflese de geçmez, annesini kaybeden bir çocuk, kaç yaşında olursa olsun kızgın bir kederin mührüyle mühürlenir, o iz orada hep kalır. 


Tanrının vurduğu bir mühürdür o. 


Ondan sonra artık her şeyi daha farklı görürsün. 


Annem öldüğünde, o ölümün bir daha azalsa da asla dinmeyecek acısını çekerken, annem bir parçası haline geldi diye ölümü bile sevdim, ölüm korkusundan kurtuluşa ilk adımı ben öyle attım. 


Annesi ölen herkesi de çocuğummuş ya da kardeşimmiş gibi sevmeye, şefkat duymaya öyle başladım. 


Annemi alan sonsuzlukla karşılaştığımda, bütün duyguların tanrısal bir tekliğe nasıl kavuştuğunu gördüm. 


Tek olanın, çok olandan daha güçlü olduğunu orada öğrendim. 


Yaşamanın kazanmak olduğunu sanıyordum, yaşamanın kaybetmek olduğunu, her kaybedişin getirdiği kederi ve çaresizliği tevekkülle taşımak olduğunu, sonsuz bir kayboluşa doğru kaybede kaybede yapılan bir yolculuk olduğunu kavradım. 


Ölüm sillesini vurduğunda, her zaman aynı “tek” ve güçlü darbeyi indirdiğinde geçmişi siler, hayatın biriktirdiklerini bir anda silecek kadar kudretlidir, o korkunç anda gerileyen ve yenilen hayat sonra yavaş yavaş çeşitli mecralardan, envai biçimlere girerek geri gelir, ölümün tek ve kesin bir darbeyle yıktığını usul usul tamir eder. 


O büyük tahterevalliye kendi ağırlığını acele etmeden koyar. 


İyileşirsin. 


Belki de “ölümle” iyileşmişken hayatla yeniden hastalanırsın, hırslarına, öfkelerine, kavgalarına, beklentilerine, zaaflarına geri dönersin. 


Ama içinde, ölümün acıtıcı, gerçeği ve doğruyu gösteren izi kalır, hayatın iğvasına kapılsan da artık karar verirken ölümün bıraktığı o “tek izi”, sonsuzluğu, kayboluşu hep görürsün. 


Her cenaze, annesini kaybeden her çocuk sana hep aynı “tekliği” hatırlatır. 


Hayatın parçaladığı ne varsa sana biraz manasız gelir. 


Bilirsin ki tekten gelir teke gidersin. 


Anlarsın ki ikisinin arasındaki manasızlıklara çok kapılmamak gerekir. 


Bunları öğrenirsin ama kederle öğrenirsin, bir daha iyileşmeyecek bir kederle, büyük bir kudretin ruhuna vurduğu mühürlü bir kederle. 


Hayat düşman etse de ölümün kardeş ettiğini bilirsin. 


O iki damla gözyaşını gördüm. 


Her şey silindi aklımdan. 


Erdoğan değildi artık o, annesi nasıl çağırıyorsa oydu, ya Recep’ti, ya Tayyip’ti, bir çocuktu. 


Hayata ve parçalanmışlıklara yarın yeniden dönecek olsak da o anda bana bir kardeş gibi gözüktü, ona annesini daha önce kaybetmiş, o kederi daha önce yaşamış biri, ölüm sıralamasındaki bir abisi olarak usulca dokunarak, “geçecek” demek istedim, “izi hep kalacak ama geçecek”


Tarihin içinde aynı acıyı defalarca defalarca yaşayan, ırksız, milliyetsiz, cinsiyetsiz,rütbesiz milyarlarca kardeşlerdendik o anda. 


Tanrının sonsuz gücü, kazanmanın düşman ettiklerini, kaybetmenin kardeşliğine o iki damla gözyaşıyla döndürebiliyor işte. 


İçin titreyip, “Başın sağolsun” diyorsun.