Gündem

Ahmet Altan, babasını böyle yazmıştı: Babaca değildi öğütleri hep yazarcaydı...

"Cebinde sadece elli kuruş varken gazeteden nasıl istifa ettiğini gördüm"

23 Ekim 2015 14:27

Ahmet Altan’ın Taraf Gazetesi’nde çıkan 3 Şubat 2009 tarihli köşe yazısından...

...O benim babam ama o Çetin Altan.

Onun yazdığı ve söylediği cümleler belirledi benim hayatımı.

Babaca değildi öğütleri hep yazarcaydı.

“Yazıya ihanet etme” dedi, “bu ihanetlerin en büyüğüdür.”

Bir yazarı izleyerek büyüdüm.

Yazarlar, yüz binlerce, milyonlarca insanın dikkatini çeken büyük bir ışık gibidirler, o ışığı onların içinde yanan nasıl bir ateşin yarattığına tanık oldum.

O ateş, milyonları ısıtıp aydınlatırken yazarın kendini de yakar.

Bir yazar olabilmek için bazen bir yaşamdan vazgeçmek gerekir.

Kendimi bildim bileli onun yazılarını okurum, birçok yazısını ezbere bilirim, birçok yazısı bana hayatta nasıl durulması gerektiğini öğretmiştir, başkalarına öğrettiği gibi.

Ama ben o yazılardan başka şeyler de gördüm.

Cebinde sadece elli kuruş varken gazeteden nasıl istifa ettiğini gördüm.

Her sabah tek başına evden çıkıp mahkemelere gittiğini gördüm.

Bir şafak vakti, darbecilerin polisleri onu almaya geldiklerinde, onlara nasıl gülerek, “ben hazırlanırken bir kahve için beyler” dediğini gördüm.

Bir hapishanenin parmaklıkları arasında nasıl yaralı bir aslan gibi durduğunu gördüm.

İlk torununun yüzüne ilk kez demir bir kafesin arkasından bakarken yüzünde beliren gülümsemeyi gördüm.

Yeryüzündeki bütün yazarlar gibi yazar olmanın tek kişilik çilesini çekerken, bu ülkede yazar olmanın getirdiği belaları nasıl sırtlandığını da gördüm.

Meclis’te onu linç etmeye kalktıklarında eve, yüzlerce adamın alçakça çiğnediği mosmor vücuduyla döndüğünü gördüm.

Ben Taksim Meydanı’nda onun elli bin kişiyi bir sözüyle güldürüp, bir sözüyle ayağa kaldırdığını gördüm.

Sıkıyönetim mahkemelerinde savunmasını yaparken, onun sözlerinden korkan askerî yargıçların nöbetçilere “susturun onu” diye nasıl bağırdıklarını gördüm.

Doğru bildiğini söyleyebilmek için bütün taraftarlarını ve dostlarını kaybetmeyi göze aldığını gördüm. Ben onun, bugün ikisi de başka diyarlara uçmuş olan annesiyle karısına sövdüklerinde nasıl yumruklarını sıktığını gördüm.

Ben onu gördüm.

Ben onu her yerde gördüm.

Ben sadece “baba” dediğim bir adamı değil, ömrüm boyunca bir yazarı gördüm.

Bugün böyle bir yazı yazıyorsam, bunu babam için değil, bir yazar için yazıyorum.

Ben onu önceki gün Aya İrini’de gördüm.

Bir ödül veriyorlardı.

Ama orada bir ödülden daha başka bir şey gördüm.

Seksen iki yaşındaki bir yazar konuşurken, bir başbakanla kültür bakanı, iki genç delikanlı gibi bir kenara çekilip ayakta dinlediler.

Birçok şey gördüm ama bunu hiç görmemiştim.

Böylesine doğal bir nezaket, böylesine zarif bir saygı...

Belalarla kutsanmış bir hayatın herhangi bir noktasında karşılaşacağımı sanmadığım, bu topraklarda pek rastlanmamış bir sahneydi.

Bundan etkilendiğimi itiraf edeyim.

Nasıl bir ülkede yaşadığımı biliyorum, yazarlara bu ülkede neler yaptıklarını, ne acılar çektirdiklerini biliyorum, onları öldürdüklerini, işkencelerden geçirdiklerini, hapishanelerde çürüttüklerini biliyorum.

Bazen, “hiçbir şey değişmeyecek mi” diye umutsuzluğa kapıldığım da oluyor.

Ama önceki gece Aya İrini’de yaşananları izlerken, “bir şeyler değişiyor galiba” duygusuna kapıldım.

Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil...

Yarın belki yeniden bizi ümitsizliğe düşürecek olaylarla karşılaşacağız ama bugün ümitliyim.

Ve, şunu anladım, “ümitli olmak” güzelmiş. Şunu da anladım, “ben çocuklarımızın bu tür bir saygının gelenekselleştiği, böyle bir gelişmişliğin doğallaştığı bir ülkede yaşamalarını istiyorum.”

Öyle bir ülkeyi hayal etme imkânını gördüm ben geçen gece.

Ve bu hayal hiç bozulmasın istedim.