01 Kasım 2015 11:00
Son gecesinde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, “Nasılsın babacığım” diye sormuştum, başıyla “iyiyim” işareti yapmıştı. Altı yedi saat sonra öldü. Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum. Bunu beceremiyorum.
Gazeteci-yazar Ahmet Altan, 88 yaşında hayatını kaybeden Türkiye basını ve edebiyatının duayen ismi babası Çetin Altan'ı yazdı. "Bütün hayatım bir gün babamın ölümünü göreceğim korkusuyla geçti" diyen Altan, "Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum. Bunu beceremiyorum" ifadesini kullandı. "Hastalığı boyunca, bir defa bile 'kötüyüm' dememişti" diyen Altan, “Nasılsın babacığım” dediğimde, 'iyiyim' diyordu, 'bir sıkıntın var mı', 'hayır', 'bir emrin var mı', 'estağfurullah, bir ricam yok oğlum' diyordu" dedi.
Babası Çetin Altan için Cumhuriyet'te bir yazı kaleme alan Ahmet Altan'ın "Öldüğünü herkes biliyor bir ben bilmiyorum" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2015) yazısı şöyle:
Günlerimi, babamın öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Ölümle babamı birlikte algılayamıyorum.
Halbuki ölürken yanındaydım.
Zeynep’le Mehmet elini öpmüşlerdi.
En son ben gelmiştim.
Aydınlık bir odada yatıyordu.
Yüzüne bakmıştım, huzurlu ve sakindi.
Son zamanlarda çok zayıfladığı için parmaklarının üstündeki kılcal damarların kabarıp görünür olduğu elini öpmüştüm, kendimi tutmaya çalışmama rağmen küçük bir dal kırılır gibi bir ses çıkmıştı dudaklarımdan.
Babamın başucunda duran Doktor Fatma, ağlayacağımdan ve beni ağlarken göreceğinden bir an korkup “güçlü olalım” diye fısıldadı.
Çocukluğum boyunca bana anlattığı hikâyelerle “acıyı taşımayı” ve “güçlü olmayı” öğreten bir adamın başucunda ağlamayacağımı, beni babam için ağlarken kimsenin göremeyeceğini bilmiyordu.
Bizi odadan çıkardılar.
Kapıları kapattılar.
Birkaç dakika sonra kapıları açtılar, artık bizi terk etmiş olan babamın yüzünü son kez gördük.
Hafifçe sararmıştı.
Biz hastaneden çıkarken, kapının yanındaki televizyonda “Çetin Altan vefat etti” yazısını gördüm.
Aklımı zorlayan çelişkiyi ilk o anda hissettim, biraz önce babam benim yanımda ölmüştü ama bu haberin yanlış olduğunu düşünmüştüm gördüğümde, bu yanlış bir haberdi ve böyle yanlış bir haberin çıkmasına yol açtığımız için babam bize kızacaktı.
Kerem’le hastanenin otoparkında yürürken haftalardır beni gören otopark görevlisi her zamanki gibi “Hastamız nasıl” dedi.
- Öldü, dedim.
Tek kelimelik bir cevap.
Kerem’e, “Hiç şikayet etmedi” dedim.
Hastalığı boyunca, bir defa bile “kötüyüm” dememişti.
“Nasılsın babacığım” dediğimde, “iyiyim,” diyordu, “bir sıkıntın var mı”, “hayır”, “bir emrin var mı”, “estağfurullah, bir ricam yok oğlum.”
O “estağfurullah” dediğinde hep çok utanıyordum.
Ama yaklaşan ölüm karşısındaki o aldırmaz duruşu, o alaycı gülüşü ona olan hayranlığımı artrıyordu, hayatının son günlerinde hiç kimse ondan “kötüyüm” sözünü ya da herhangi bir yakınmayı duymadı.
Yalnız kaldığımda “babam...” diyordum kendi kendime, sonunu getiremiyordum bu sözcüğün.
Ben on bir yaşında ülser olmuştum, Afşin Bey mide röntgenimi çekecekti, o zamanlar mide filmini çektirmeden bir gece önce koca bir bardak “baryum” içiliyordu, baryum hayatımda tattığım en korkunç şeydi.
Bardaktan bir yudum almış sonra anneme “Ben bunu içmeyeceğim” demiştim, “Röntgen için içmen lazım” demişti, “röntgen çektirmeyeceğim” “Ama o zaman iyileşemezsin”, “İyileşmeyeceğim.”
Annem bana söz geçiremeyeceğini anlamış, gidip babama durumu anlatmıştı, salonda misafirler vardı, seslerini duyuyordum.
Biraz sonra babam gelmişti.
“Baryumu içmiyormuşsun...”
“Tadı çok kötü.”
Babam bana bakmıştı sonra hiçbir şey söylemeden masanın üstünde duran koca bardağı almış, dibine kadar içmiş, boş bardağı masanın üstüne bırakıp çıkmıştı.
Sesimi çıkarmadan baryumu içmiştim ve hayatım boyunca benim için baba olmanın tarifi, insanın hiç mecbur olmadığı halde o korkunç baryumu oğlu için içmesi olmuştu.
Bu yazıyı yazmak kolay değil benim için, yastayım ben, biliyorum, “ölenle ölünmez”, “hayat devam eder”, hayat devam etsin başkaları için, benim için de bir zaman sonra devam edecek herhalde ama şimdilik bir süreliğine hayatın durmasında bir sakınca yok... Durmuş bir hayatın içinden yazıyorum bu yazıyı... Ve biliyor musunuz neden korkuyorum, bu yazının iyi olmasından korkuyorum, babamın, yazıyı onun ölümünden daha önemli bulduğumu düşünmesinden korkuyorum.
“Yazının kutsallığını” öğrenerek büyümemize, “yazıya ihanet etmeyin” öğüdünü hayatımızın en önemli öğüdü olarak kabul etmemize rağmen yazıyı babamın ölümünden daha önemli görmüyorum, babamın bunu bilmesini istiyorum. Bu yazıyı okuyabilirse eğer, “yazı biraz dağınık olmuş” demesini ve saklamaya çalıştığı bir memnuniyetle usulca gülümsemesini istiyorum.
Dedem, babam çok gençken öldü... “Yazı kutsal” olduğu için babam günlük yazısını babasının öldüğü gün de yazmıştı... Ama sanırım bundan pişman olmuştu.
Bir gün bana “Sen, ben öldüğüm gün yazı yazma” demişti.
Yutkunmuştum, cevap bile verememiştim, babamın ölümünden konuşamazdım ben, hiçbir zaman babalarının ölümünden soğukkanlı bir şekilde söz edebilen “mantıklı” insanlardan olamadım, bütün hayatım bir gün babamın ölümünü göreceğim korkusuyla geçti.
Robert Kolej’de okurken, son etütle yatma saati arasında kırk beş dakikalık bir teneffüs vardı, günün belki de en keyifli zamanıydı, ben o kırk beş dakikayı kütüphanenin ön kısmındaki santralda, eve telefon edebilmek için kuyrukta bekleyerek geçirirdim, babamın sesini duymadan rahat uyuyamazdım, onu vuracaklarından korkardım hep.
Babam geceleri çok geç uyurdu, evde olduğum zamanlar ben de genellikle uyumazdım, ben on dört on beş yaşlarındayken sabaha kadar konuşurduk, bana Hegel’i, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Feuerbach’ı anlatırdı, Marksizmle Leninizm arasındaki farkı, emperyalizmin yorumlarını, bütün görüşlerin açılarını ayrı ayrı değerlendirerek anlatmaktan yorulmazdı.
Bu konuşmaların arasına, daha sonra benim yazılarımda da kullandığım, bütün hayatımı etkileyen hikâyeler girerdi.
- Kartaca elçisi Roma imparatoruna bir mesaj getirmiş, şöminenin başında konuşurlarken imparator elçiyi işkence yaptırmakla tehdit etmiş, elçi elini şöminedeki ateşin içine soktuktan sonra “Özür dilerim majesteleri, ne diyordunuz” diye söze devam etmiş...
Bu hikâyeleri anlattıktan sonra onları yorumlamazdı ama benim aklıma çakılırdı o sözler.
Seni işkenceyle tehdit ederlerse elini ateşe sok da konuş.
Pautus’un macerasını duyduğumda ise büyülenmiştim.
- Pautus, imparatora karşı ayaklanmış, yakalanmış, idama mahkûm olmuş, o zamanlar Romalı asillere daha aşağı sınıfların dokunması yasak olduğu için, idama mahkûm olan asilleri bir odaya koyar, intihar etmesi için de yanına bir bıçak bırakırlarmış, yakınları kapıda mahkûmun yere düşüşünün sesini bekler, o sesi duyunca içeri girerlermiş... Pautus’u da odaya bir bıçakla koymuşlar, annesi, babası, karısı kapıda bekliyorlarmış... İçerden odayı adımlayan Pautus’un adım sesleri geliyormuş... Ama bir türlü yere düştüğünü duymuyorlarmış... Pautus intihar edemiyor, odanın içinde dolaşıyormuş... Karısı onun korkaklığından çok utanmış, içeri girmiş, masadaki bıçağı almış, karnına saplayıp çıkardıktan sonra kocasına uzatmış, “Pautus, non dole” demiş… Pautus, bak acımıyor.
Ders zihnime kazınmıştı, korkma, korksan da korkunla kimseyi utandırma... Hele seni seven kadını, asla.
Babam, annemi hiç utandırmadı.
Annemi çok kızdırdığı, üzdüğü zamanlar olmuştur ama asla utandırmadı, hayatı boyunca annemin babamdan söz ederken sesinde beliren o gururlu tını hiçbir zaman solmadı.
Bir gece, biz yattıktan sonra gelmişti babam, bizim uyuduğumuzu sanıyorlardı, “İşten ayrıldım Karagöz” dedi, anneme iri siyah gözlerinden dolayı Karagöz derdi, “İyi yapmışsın” dedi annem, “Sadece elli kuruşumuz var” dedi babam, annem inançlı bir kadındı, “olsun Çetin,” dedi, “Allah yardım eder.”
Ertesi gün, bir sağcı gazeteden teklif geldi, ben yanlarındaydım, konuşmayı dinliyordum, babam teşekkür edip reddetti.
Adam gittikten sonra niye reddettiğini sordum.
- İnsan yazısıyla para kazanmalı, dedi, yazıdan para kazan ama para için yazma... O gazete bize göre değildi.
12 Mart muhtırasından sonra bir sabah polisler babamı almaya geldi.
Hava daha yeni aydınlanıyordu.
Babam, “Ben hazırlanayım” dedi, “Siz bir kahve için.” Polisler şaşırdılar bir an kahve teklifine, babam dalga geçerek güldü, “Korkmayın, rüşvet değildir, evimizde misafir sayılırsınız.”
Aynı sabah İlhan Bey’i de almışlardı, Turhan Selçuk, Mehmet ve ben günlerce kışla kapılarında ikisini aramıştık.
Selimiye’de, subaylar bize bir boşluğa bakar gibi bakarak yanımızdan geçerler, hiçbir sorumuza cevap vermezlerdi, bir gün kalabalık bir subay grubu yanımızdan geçerken arkalarda kalan genç bir teğmen yanıma yaklaşıp hızla “Yukarıdalar, iyiler” deyip uzaklaşmıştı.
Epey sonra babamı ilk kez Maltepe askeri Cezaevi’nde, tel bir kafesin arkasında görmüştük, elini göğsüne koymuştu, bize bakmış, biz ona sormadan o bize sormuştu, “Nasılsınız.”
Bir aslana benzediğini düşünmüştüm.
O görüntüsü hiç aklımdan silinmedi.
Yazı yazan bir adamdı ve hapse atmışlardı. Yazı yazdığı için.
Babam her sabah yazı yazardı, o yazı yazarken kimse sesini çıkarmazdı evde, fısıltıyla konuşurduk, ben onu seyrederdim, yazarken sağ elini hafifçe havaya kaldırır, sanki cümlelere yol veriyormuş gibi sallardı. Ne garip, ben de yazı yazarken aynı hareketi, aynen babam gibi yapıyorum.
Onun gibi, elimi havada sallayarak aklımdaki cümleleri bir düzene sokuyorum.
Yazısını yazdıktan sonra giyinir ve mahkemeye giderdi, neredeyse her sabah giderdi mahkemeye, kimse yazı yazan bir adamın her gün mahkemeye gitmesine şaşmazdı, ben bütün babaların işten önce mahkemeye uğradığını sanırdım.
O yıllarda yazısını yazmadan önce mutlaka İlhan Bey’le telefonla konuşurlardı, ikisi sol hareketin en önde gelen iki yazarıydı ve ben hayatım boyunca iki yazarın o kadar yakın dost olduğunu görmedim.
Turgut Özal döneminde yolları ayrılmıştı, babam Türkiye’nin dünyayla bütünleşmeden, dünyadan kopuk bir biçimde kendi dinamikleriyle ayağa kalkamayacağını düşünüyor, Türkiye’nin mutlaka dünyayla bütünleşmesi gerektiğini savunuyordu.
İlhan Bey ise Özal’ın liberal politikalarına karşıydı.
O sıralarda Mehmet’le ben de yazı yazmaya başlamıştık. İlhan Bey, babamı pas geçiyor ama bize çok sert vuruyordu.
Bir gün Mehmet babama, “İlhan Bey’e cevap vereceğim”, dedi.
Mehmet’in polemiklerde çok sert ve hırpalayıcı bir kalemi vardır, sağlam bir mantık çerçevesi kurar ve muhatabını çok ağır kalem darbeleriyle sarsar. Babam, onun ağır bir yazı yazacağını anladı.
“Sen bilirsin ama bence yapma,” dedi.
Bu iki kelime, “bence yapma” bizim ilişkimizde asla karşı çıkamayacağımız bir sözdü.
Mehmet biraz da sitem eder gibi, “ama çok ağır yazıyor baba” dedi.
“Olsun,” dedi babam, “sen gene de yazma.”
Bizim taraftan İlhan Bey’e hiç sert bir cevap yazılmadı... Babam eski dostunun önünde durmuş, bize izin vermemişti.
Şimdi düşündüğümde iyi de olmuş.
Eski dostların gizli bir soyluluğu bulunur, Mehmet’le benim için çok ağır yazılar yazan İlhan Bey’in yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi, bana roman ödülü verdi daha sonra.
Ödül töreninde, ben ödülü almak için sahneye yürürken, İlhan Bey karanlıkta tek başına oturmuş, “Çetin’in serseri oğlunun” ödülü almasını o solgun ve yakışıklı yüzündeki gülümsemeyle izliyordu.
İlhan Bey’in öldüğünü söylediğimde babamın yüzündeki dalgalanmayı görmüş, odadan hemen çıkıp, babamı yalnız bırakmıştım.
İlhan Bey’le o yalnız başına vedalaşmıştı.
O zamanlar, bir “entelektüel sosyete” vardı, müzisyenler, heykeltıraşlar, tiyatrocular, şairler, yazarlar iyi dosttular, sık sık buluşurlardı, İlhan Bey hafif bir tebessümle oturur, babam uzun konuşmalar yapardı. Konuşmayı, anlatmayı severdi.
Çok iyi bir konuşmacıydı babam.
İşçi Partisi zamanında babamla birlikte biz de mitinglere gider, babamı dinlerdik.
“Dostlarım” diye başlardı konuşmasına.
Gür ve etkileyici bir sesi vardı ve gerçekten çok güzel “dostlarım” derdi, bir mitingde galiba on beş defa “dostlarım” demek zorunda kalmıştı, o “dostlarım” diyor, büyük bir alkış patlıyor, o tekrar “dostlarım” diyordu.
Taksim’deki bir mitingde babamın elli bin kişiyi güldürüp, sonra aynı elli bin kişiyi yumrukları havada direnme kararlılığıyla bağırttığını görmüştüm.
Askeri darbe döneminde bir gün süngülü askerler arasında Selimiye’deki askeri mahkemeye yargılamaya getirmişlerdi, salonda Mehmet’le ikimizden başka dinleyici yoktu. Babama söz verdiklerinde babam ayağa kalkıp konuşmaya başlamıştı, gür sesi gittikçe yükseliyor, Selimiye’nin yüksek tavanlı taş koridorlarında çınlıyordu.
Selimiye’deki subaylar bu sesi dinlemek için gelmişler, kapıya bir subay kalabalığı birikmişti.
Askeri mahkemenin reisi olan Albay, denetimi yitirdiğinden korkup birden, “susturun” diye bağırdı, “oturtun,” süngülü askerler babamı omuzlarından bastırıp yerine oturttular.
O anda hissettiğim çaresiz öfkeyi hala hissediyorum, fikre cevap veremediği için şiddete başvuran zorbalığa, bu zorbalık kimden gelirse gelsin duyduğum nefret hiç değişmedi.
O zorbaların hepsinin gizli çıkarları olduğunu, yazarların hesapsız cesaretinden ve dürüstlüğünden korktuklarını somut olaylarla görmüştüm.
Babam hesapsız ve şeffaf bir adamdı.
Bir keresinde, “ben en gizli lafımı Taksim’de söylerim” demişti.
Gerçekten düşündüğü her şeyi yazardı, bu düşündüğünün kendisine neye patlayacağına hiç aldırmazdı. Düşünüp de yazmadığı hiçbir şey görmedim.
Kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak kadar büyük bir cesareti vardı, bu bizim gibi ülkelerde çok az rastlanır bir özelliktir, karşı kampla dövüşecek cesur adamlar her zaman bulunur ama kendi taraftarını kaybetmeyi göze alacak adam çok az çıkar.
Türkiye’nin kapılarını ilk kez dünyaya açan Özal’ı desteklediğinde çok ağır saldırılarla karşılaştı, eski dostların neredeyse hepsiyle yolları ayrıldı, “döndü” diye yazılar yazıldı, kapaklar çizildi, bir an bile düşündüğünden ve düşündüğünü yazmaktan vazgeçmedi... Tek bir an bu konuda bir tereddüte kapıldığını görmedim.
Babam “dünyayla bütünleşmek” üzerine yazılar yazarken ben de Hürriyet Gazetesi’nin Dış Haberler Şefiydim ve babama saldırdıkları için içim acıyordu... Bir gün teleks tıkırtıları arasında çalışırken Associated Press’in teleksinde “flaş haber” zili çaldı, kalkıp habere baktım.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Gorbaçov’un konuşması geçiyordu ve Gorbaçov, babamın aylardır yazdıklarını neredeyse birebir tekrarlıyordu.
Yazıişlerine bile haber vermeden önce babamı aramıştım, “Gorbaçov senin söylediklerinin aynısını söylüyor, haberi getirtip bir bak.”
O konuşmayla dünyada yeni bir dönem açılmıştı, kimse bunu açıkça söylemese bile bu değişimi yeryüzünde en erken görenlerden birinin babam olduğunu ben biliyordum ve bununla çok gururlanıyordum.
Onunla hep gururlandım, hep övündüm, hep hayran oldum.
Gençliğimde çok şiddetli kavgalar ettiğimiz de oldu.
Baba-oğul kavgaları.
Bir keresinde James Joyce yüzünden, üstelik de kalabalık bir misafir topluluğunun önünde kavga etmiştik, o sıralarda ben lisede Ulysses okuyordum ve nedense “Joyce’un dünyanın en büyük yazarı” olduğunu söylemiştim.
Bir edebi tartışma sonra şiddetli bir kavgaya dönüşmüştü.
Şimdi babama hak veriyorum, Joyce konusunda söylediklerim saçmaydı, bir gençlik böbürlenmesiydi, bilgiçlikti ve babam bunu sezmiş, böyle bir gösterişçiliğe sapmama üzülmüş, üzüntüsünü de öfkeyle göstermişti.
Babam kavgada sözünü hiç sakınmazdı ve karşısındakinin canını çok acıtırdı, oğlu olmasına da aldırmazdı. Bugün beni eleştirenler, neden onların sözlerine hiç aldırmadığımı pek kavrayamıyorlar, ben Çetin Altan’la kavga ederek büyüdüm, öylesine vahşi bir öfkenin, öylesine haklı bir mantığın ve öylesine parlak bir zekanın vurduğu en ağır darbeleri aldım, aradaki büyük sıklet farkına rağmen ben de aynı darbelerle cevap vermeye çalıştım. Kim babamdan daha etkileyici sözlerle eleştirebilecek ki beni, kim babam kadar zekice, haklı ve acımasız darbeler indirecek...
Bir keresinde, ben herhalde on yedi on sekiz yaşlarındayken, gene bir gece büyük bir kavga patlamıştı aramızda.
Sabaha karşı evi terkedip çıkmıştım.
Babam, arkamdan koşup “dön” diyecek bir adam değildi.
Ama ertesi gün bir yazı yazmıştı, öfke ve acı dolu bir yazı, ne kadar üzüldüğünü görmüştüm, yazısının bir satırını hâlâ hatırlarım, “ben de dört oktav yukardan basmayı bilirim bu tuşlara” diyordu.
Bilirdi gerçekten.
Köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazardı.
Edebiyatı çok severdi ama bilmediğim bir nedenden dolayı, aklını dünyanın pek de önemli olmayan bir ülkesinin daha iyi ve daha mutlu bir ülke olmasına takmıştı, bize de aynı hastalığı geçirdi aslında, niye Türkiye’ye bu kadar aklını taktığını hep merak ettim, üstelik de buranın kolay kolay düzelmeyecek bir ülke olduğunu, hastalığın derinlerde olduğunu biliyordu.
Bir keresinde sinirlendiğinde, “pijama lastiği gibi bu memleket,” demişti, “çekiyorsun uzuyor, bırakıyorsun eski haline dönüyor” onun ne dediğini defalarca yaşayarak gördük.
O uzun gecelerde siyasetten çok çabuk edebiyata geçerdik, herhalde iki binden fazla şiiri ezbere bilirdi, şiirler okurdu.
Hiçbir yazarı çekiştirdiğini, hakkında kötü konuştuğunu duymadım.
“Kim olursa olsun, işini iyi yapan adama mutlaka saygı gösterin” derdi.
Severdi yazarları, onların maceralarını, acılarını, mutsuzluklarını... Neredeyse şefkatle söz ederdi onlardan.
Bir gece babam, Mehmet ben otururken, Orhan Pamuk aramıştı beni, “Sıkıntılıyım, sana gelebilir miyim,” demişti. “Gel” demiştim, “babamla Mehmet de burada.”
Ama hafifçe korkmuştum da, babamın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı, ters bir şey söyleyip Orhan’ı kırmasından çekinmiştim.
Bir masanın başına dördümüz oturmuştuk, babam, sırayla hepimizi küçük darbelerle haşlayarak bize edebiyat anlatmıştı, Orhan, Mehmet, ben, üç küçük çocuk, üç kardeş gibi onu dinlemiştik, Orhan yazarlığına uygun bir zarafetle davranmıştı.
Orhan Nobel’i aldığında babamın ne kadar sevindiğini hatırlıyorum.
Çok da güzel bir yazı yazmıştı.
Bize yazarlara saygı göstermeyi, onları sevmeyi öğretti.
Cesareti sevmeyi öğretti.
Dürüstlüğü sevmeyi öğretti.
Hak ettiğinden fazlasını istememeyi öğretti.
Acıyı taşımayı öğretti.
Fatin Rüştü’nün idama mahkûm olduğu mahkemeyi anlatmıştı bir keresinde.
“İdama mahkûm olduktan sonra diğer sanıklar hakkındaki kararlar okundu. Dava bittiğinde Zorlu salondan çıkarken arka sıralardaki bir milletvekilini kutladı. Adam beraat etmişti. Zorlu da idama mahkum olduğunu duyduktan sonra bile bütün kararları dinlemiş, beraat eden arkadaşını kutlamıştı.”
Aynı fikirde olsun ya da olmasın, cesarete hep bir saygısı vardı.
Bütün bu hikâyeleri geçmiş zamanda anlatmak öldürecek beni.
Biz babamın doğduğu köşkün yerine yapılan apartmanda oturuyoruz, otuz yıl boyunca aynı katta, yan yana dairelerde yaşadık, son üç yıl boyunca neredeyse her gün babama uğrardım ben, konuşurduk.
Hastalanıp gücü tükenene kadar hep aynı coşkuyla anlattı.
Ben herhalde iki ya da üç yaşındayken bir gün bir kuzuyla karşılaşmışız kırda, ben kuzudan korkmuşum.
Altmış beş yaşındayım, neşeli olduğu zamanlarda babam beni hâlâ biraz alaycı biraz sevecen bir gülümsemesiyle “kuzudan korkan oğlum” diye karşılardı, duyduğum en şefkatli laftı.
Bizim ailede, erkekler birbirlerine duygularını çok göstermezler, duygularından çok söz etmezler, garip feodal geleneklerimiz var, babamızdan hep çekindik, onun beğenmeyeceğini düşündüğü hiçbir şeyi yapmamaya gayret ettik, beğenmeyen tek bir bakışıyla bile yaralanırdık, beğenmeyecek diye ödümüz kopardı ve “kuzudan korkan oğlum” sözleri içimi sevinç ve güvenle doldururdu.
Artık kuzudan korkmuyorum.
Komşum gitti.
Bir tek kez bile “kötüyüm” demedi.
Son gecesinde, saat bire doğru onu görmek için yeniden hastaneye döndüğümde, “Nasılsın babacığım” diye sormuştum, artık hayata kapanmaya başladığı halde, başıyla “İyiyim” işareti yapmıştı.
Altı yedi saat sonra öldü.
Günlerimi, onun öldüğü gerçeğini kavramaya çalışarak geçiriyorum.
Bunu beceremiyorum.
Hiç becerebilecek miyim onu da bilmiyorum.
“Hastamız nasıl” dediğinde “öldü” dedim.
Bunu şimdi herkes biliyor, bir ben bilmiyorum.
Benim kuzudan korktuğumu da bilen kimse yok artık.
Yan dairenin kapısı kapalı.
Sonsuz bir sessizlikten başka hiçbir şey kalmadı orada.
© Tüm hakları saklıdır.