Ahmet Altan*
Bir hayatın izlerini bulabilmek için bir ölünün hatıralarının peşine düşmem gerekiyor.
Hayatının izleri kısa, hayatı kısa çünkü... Bir bombanın etrafa savrulan şarapnelleriyle vurulup öldüğünde daha yalnızca on yedi yaşındaymış.
On yedi yaşında güzel bir kız.
Siirt’te doğmuş, İstanbul’da yaşamış, Ankara’da ölmüş.
Adı Dicle Deli.
“100 ölü” denilen bir ölüler kalabalığının parçası olarak ayrılmış hayattan.
O “100 ölü”nün her birinin bir adı, hayatı, macerası, hikâyesi, sevdikleri olduğunu fark etmeyen taş kalpli bir toplumun, o taş kalpliliğe dayanamayan, buna isyan eden, artık kaybolmuş güzel, genç bir üyesi o; diğerleri gibi onu da ölümün karanlığından yazının aydınlığına taşımak için “harflerin” mucizesine sığınıyoruz...
Sığınabileceğimiz başka bir mucize yok çünkü; ne tanrı, ne toplum korumuş o çocuğu, korkunç bir meydanda onu ölümün koynuna bırakmışlar.
Veysel’le birlikte yola çıkıyoruz.
Avcılar’da, yeldirmeli yaşlı hanımlarla, başörtülü tazelerle, genç annelerle, koşuşup duran çocuklarla, işsiz ihtiyarlarla, avare gençlerle tıklım tıklım dolu bir “park”ın kenarında, başına çatkı çatmış, ince yüzlü, kederli, yirmi beş yaşında Belçim karşılıyor bizi.
Biraz mesafeli bir duruşu var.
Elimizi sıkıyor, sonra önümüze düşüyor, hemen yakındaki dar yüzlü bir apartmanın dik merdivenlerinden altıncı kata tırmanıyoruz, anahtarıyla kapıyı açıyor.
Sessiz bir ev.
O evde, ölümün değdiği evlerde hissedilen özel, gölgeli bir sessizlik var benim de tanıdığım…
Salona giriyoruz.
Saçlarına pembe bir kurdele bağlamış Zeliş duruyor salonda, dokuz yaşında, Dicle’nin yeğeni, ölümü duymuş, Dicle Ablası'nın gittiğini biliyor ama bunun anlamını henüz tam kestiremiyor gibi... Gülümsüyor.
Girişte sağda uzunca bir yemek masası, yedi çocuklu bir ailenin her sabah ve her akşam etrafında toplandığı bir masa, yerde bir makine halısı, gene kalabalık bir aile için alınmış birbirine L biçiminde eklenmiş uzun koltuklar, tam karşısında içine televizyon yerleştirilmiş kahverengi bir dolap.
Masanın üstündeki duvarda altın yaldızlı bir duvar saati asılı, ortada ekranı var, iki yanında Arapça yazılar. Veysel okuyor bana sessizce, bir yanında “Allah”, bir yanında “Muhammed” yazıyor.
Her sabah, Allah ve Muhammed yazılarının altında yemek yiyen dindar bir ailenin kızı Dicle... 10 Ekim gününe kadar o masada yemek yemiş. Her sabah, her akşam Allah ve Muhammed isimlerini görmüş.
Daha dindar olan anne sanıyorum, baba zabıta ve sendikacı.
“Sen de dindar mısın” diyorum çayları getiren Belçim’e. “Öyle büyüdük” diyor.
“İsyan etmedin mi” diyorum, “hayır” diyor.
Daha çok yakında ölmüş bir kardeşin yasını tutan ince yüzlü, kederle olgunlaşmış, doğallığıyla parlaklaşan bir sesle konuşan bu genç kıza, ölen kardeşiyle ilgili sorular soracağız, kardeşini ölümün karanlığından kurtarabilmek için onun canını yakmayı nasıl göze alacağız, bilemiyorum bunu nasıl yapacağımızı, bir zaman susup çayımı içiyorum.
“Niye geldiğimizi biliyor musun” diyorum.
“Evet.”
“Zor bir konuşma olacak bu.”
“Biliyorum” der gibi boynunu büküyor.
“Nasıl öğrendin öldüğünü” diyorum.
Bir soluk alıyor, derin bir soluk, soluk alışının sesini duyuyorum. Hep birlikte susuyoruz.
Sonra Belçim konuşuyor.
“Ben kardeşimin bedenini sağlam teslim aldığımız için şükrediyorum. Düşünün kardeşimin ölü bedeni tek parçaydı diye şükrettiğimiz günler yaşıyoruz. Bir arkadaşımın vücudunu torbalarla teslim ettiler. Paramparçaydı. Ben Dicle’yi arkadaşlarıma emanet ettim. Bomba patlatacakları hiç aklıma gelmedi, gaz sıkarlar, polis saldırır diye düşündüm, Dicle’ye göz kulak olun dedim. Bir yanında Abdülkadir, bir yanında Cafer duruyormuş. Cafer’in bacağı koptu, Abdülkadir parçalandı. Dicle’nin vücudu tamdı. Öyle ölmüş.”
Durdu biraz.
“Artık ağlayamıyorum. Gözlerim kurudu.”
“Bir sigara içebilir miyim” diyorum,” “için” diyor, içeriden kül tablasını getiriyor.
“Bomba patladığını duyunca ben HDP’nin ilçe binasına koştum. Önce Dicle sağ dediler, dedim ki onu sağ gören biriyle konuşayım, biri telefonda sağ olduğunu söylesin... N'olur dedim... Sağ olduğunu görenler var dediler. Sonra Mersin’deki kızkardeşim aradı, ‘Belçim, Dicle ölmüş’ dedi, bağırarak ağlıyordu, 'nasıl' dedim, inanmadım... Sonra hep birlikte Ankara’ya gittik. Ben yol boyunca da inanmadım, cenazeyi teslim alana kadar da inanmadım.”
“Nasıl bir kızdı Dicle?”
“Çok güzeldi, peşinde çok erkek vardı ama onları beğenmezdi. Çocukları çok severdi. Evleneceğim, çocuklarım olacak derdi. Buralarda Suriyeli Kürt mülteciler var, küçük kızlar erkekleri öpüp onlardan para alıyorlar. Dicle, o Kürt kızlarını her gördüğünde erkekleri öpmeyin derdi. Para için erkekleri öpmeyin. Onları korumak isterdi. Bütün çocukları korumak isterdi.”
Çocukları korumak isteyen bir çocuk, büyüdüğüne inanmış bir çocuk.
Bir bardak çay daha, bir sigara daha.
“Günlüklerini okudum daha sonra… Hiç duygusal bir şey yazmamış. On yedi yaşındaydı ama politikayla çok ilgiliydi. Hep politik düşüncelerini yazmış. Bir de Ahmet Arif’in şiirlerini yazmış. Ahmet Arif’i çok severdi...”
Aklımdan o şiirin mısraları geçti bir an.
“Vurulmuşum Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...”
Bu mısraları okuduğunda ağlamış mıydı acaba diye düşündüm, hiç aklına gelmiş miydi bir sabah vakti, okuduğu şiirdeki gibi “kanlı, upuzun” yatacağı...
“Okula gidiyor muydu” dedim.
“Açıköğretime gidiyordu, sonra hukuk okuyacaktı. Bakırköy’de liseye gidiyordu ama oradakileri çok burjuva buldu, anlaşamadı, ayrıldı okuldan.”
“Hangi okul?”
“Bakırköy Lisesi.”
Bakırköy Lisesi’nde okuyan sınıf arkadaşlarını “burjuva” bulmuş, herhalde politikayla ilgilenmiyorlardı, süslerine düşkündüler belki. Yaşasaydı, yaşamasına izin verselerdi ve biz karşılaşsaydık biraz şakalaşırdık belki bu “burjuva” lafı hakkında.
“Aramızda en politik olan oydu, partiye giderdi... Akşamları parkın orada bütün arkadaşlarla buluşur konuşurduk, tartışırdık, gülerdik.”
Sustu, bana baktı.
“Biz iyi insanlarız,” dedi, “bizi neden öldürüyorlar?”
Sustum...
“Ankara’ya gideceğim dedi, öldüreceklerini hiç düşünmedim… Kız kardeşler arasında küçük kavgalar olur, sen benim bluzumu giydin, ben senin eteğini giydim gibi, saçma kavgalar, biz de ederdik, şimdi o kadar pişmanım ki...”
Yüzüne baktım.
“Artık ağlamıyorum” dedi, “kalbim karardı.”
Bunu söyleyen kız daha yirmi beş yaşındaydı.
“Kalbim karardı.”
Hemen sormadım, çay bardağını avucumda yuvarladım bir zaman.
“Nasıl kalbin karardı?”
“Biz yenildik… Hem öldürdüler, hem de öldürenler yendiler. Seçim gecesi komşularımız kapımızın önünde kutlama yaptılar. Abla gibi, abi gibi bildiğimiz insanlar. Taziye evinin önünde kutlama olur mu? Bizi öldürenler kazandı diye kapımızın önünde oynadılar. Ertesi gün oynayan komşularımızdan biri bize geldi, çok yakınımızdı, kız kardeşim, benim küçüğüm Dicle’nin büyüğü, ‘artık buraya gelme’ dedi. ‘Kapımızın önünde bizi öldürenler kazandı diye oynadınız. Gelme evimize…’ Babam sonra kız kardeşime dedi ki ‘yanlış yapmışsın, düşünceleri öyle olabilir, bunun için komşu evden kovulmaz…’ Dedim ki ‘baba, sen fazla insanca düşünüyorsun,’ kalbin kararması bu işte, yakın bildiğine bile kızıyorsun, sevgin eksiliyor.”
“Yenilmediniz kızım,” dedi, “acı çekiyorsunuz ama yenilmediniz.”
“Öldürenleri biliyorsun ama bir şey yapamıyorsun,” dedi. “Bu, yenilmek değil mi?”
“Yenilmek, vazgeçmektir,” dedim, “bak vazgeçmiyoruz, vazgeçmediğimiz zaman yenilmeyiz. Öldürebiliyorlar ama yok edebiliyorlar mı? Onlar öldürdüler ama biz konuşarak, yazarak yaşatacağız. Direneceğiz...”
Öyle dedim ona.
Homeros’un “acıya bir de aşağılama ekledi” sözü aklımdan geçti ama söylemedim.
C.S Lewis’in hayatını anlatan filmden bir sahneyi anlattım ona sonra.
“Senin gibi dindar bir yazar, bir gün bir konferansa katılıyor. O günlerde bir kazada çok sayıda genç insan ölmüş. Ona soruyorlar, ‘Tanrı varsa neden bu kadar acı çekmemize izin veriyor...’ O da onlara şöyle diyor, ‘tanrı, bir heykeltıraş gibi çekicini vurarak bizi daha mükemmel yapıyor, o acılar o çekiç darbeleri.’ Öyle diyor.”
Sonra durup ekledim.
“Çekicin değdiği yer acıyor ama… Bunu biliyorum.” “Acıyor” dedi.
Bir çay daha getirdi daha sonra.
“Geceleri uyanıyorum, günlüklerini okuyorum… Hep mücadeleci, ümitli yazdıkları…”
Hava kararmaya başlamıştı. Ev sessizdi.
“Artık biz kalkalım” dedim.
“Keşke kalabilseniz,” dedi, “keşke her gün gelebilseniz, merdivenler bu kadar dik olmasa her gün gelin derdim.”
Yüzüne baktım, başında çatkısı, ince yüzlü, kederli, dindar ve solcu bir Kürt kızı, acısı artık varlığının bir parçası olmuş, o kadar parçası haline gelmiş ki acının orada olduğunu bile fark etmiyor sanki, alışmış içine yerleşen, içini yakan o kedere.
Dik merdivenlerden Veysel’le konuşmadan indik.
Duvarında Allah ve Muhammed yazan bir evde yaşayan bir genç kızı, “Allah ve Muhammed” diyenler öldürdü.
Suriyeli Kürt kızlarının peşinden koşup “erkekleri para için öpmeyin” diyen, çocukları korumaya uğraşan, kendisinin de çocuk olduğunu fark etmeyen, bu ülke daha iyi olsun diye katıldığı bir mitingde bir şarapnelle vurulup, “kanlı, upuzun” yatan genç ve güzel bir kızın, çok kısa hayatının izleri... Ümitleri, evlenme hayalleri, çocuk doğurma isteği...
Bir ev o kadar sessiz olur mu?
Ölüm acısı kadar büyük bir sessizlik görmedim, Belçim’in sesindeki kadar, evin duvarlarındaki, halılarındaki kadar bir sessizlik görmedim...
Bir sabah vakti “kanlı, upuzun” yatan Dicle.
Ölüm acısıyla kalbi kararan Belçim.
“Biz iyi insanlarız, bizi neden öldürüyorlar” sorusu.
Duvarda “Allah, Muhammed” yazısı...
Geride kalan defterlerde sahibini kaybetmiş Ahmet Arif şiirleri...
Ve bir çocuk ölüsü.
Tam içimde sessizce yatan, sessizliğiyle bütün ölülerime ses veren, iyi, güzel, ölü bir çocuk.
Vedalaşamadığım, ayrılamadığım bir çocuk.
* Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.