Medya

Ağabeyinden tutuklu gazeteci Ahmet Şık'a: Bir mektubu sadece sana yazamamak!

"Bir mektubu postadan kendi ellerinizle alacağınız günlerin hayalini kuruyorum"

21 Şubat 2017 17:08

677 sayılı KHK ile Akdeniz Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’nden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık, "FETÖ, DHKP-C ve PKK propagandası yaptığı" iddialarıyla tutuklanan gazeteci kardeşi Ahmet Şık hakkında bir yazı kaleme aldı. Ağabey Şık, "Ahmet, gazetede sadece sana hitap eden bir mektup yazmaya utandım. Görüşmeler çok kısıtlı, kitap az, mektup yasak… Yeterince haberleşemiyoruz ama merak etme iyiyiz" diye yazdı. 

Bülent Şık'ın Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (21 Şubat 2017) nüshasında 'İçeriye mektuplar' köşesinde yayımlanan 'Bir mektubu sadece sana yazamamak' başlıklı yazısı şöyle: 

Sesine kulak verebileceğimiz bir vicdan yok içimizde. Vicdan eyleme geçtiğimizde çınlayan, kendini gösteren bir şey. Elimizden geleni yapmaya başladığımızda ancak bir vicdan sahibi olabiliyoruz. Kötülüğün gözünün içine bakmaktan korkmama, sinmeme ya da susmama hali eylem dediğim. Kötülük kolay organize olabiliyor; kalabalıklaşıyor. Ama direnmenin de binbir yolu var; yeter ki insan içindeki hakkaniyet duygusunu yitirmesin.

Ahmet, gazetede sadece sana hitap eden bir mektup yazmaya utandım. 2011’de tutuklandığında Akın Atalay avukatlarından biriydi. Şimdi bir kaçak olan savcı Zekeriya Öz seni “Ergenekon terör örgütü üyesi olmak” suçlamasıyla sorguluyordu. Ama asıl meselenin henüz basılmadan toplatılan ve o zamanlar başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın “Bazı kitaplar bombadan daha tesirlidir” diyerek cemaatin size yönelik operasyonunu savunduğu “İmamın Ordusu” adlı kitabın olduğunu biliyorduk. Sonra o ordu bir darbeye teşebbüs etti. Nasıl yapıldığına dair detayları hâlâ bilmiyoruz. Beşiktaş’ta Özel Yetkili Mahkeme (eski adı Devlet Güvenlik Mahkemesi) adı verilen yerde hakkında verilecek kararı bekliyorduk. Tutuklama kararı çıktı. Şaşırmadık. Hukuk hep bir istisna haliydi. Adalet adaletsizliğin suretinde vücut bulan, yokluğu ile tecelli eden bir şeydi bu ülkede. En analitik düşünceli gazetecilerden biri olan Kadri Gürsel.

Ülke gündemine ekoloji temalı yazılarıyla soluk taşıyan Hakan Kara. “Birleşip ‘yeter’ diyen olmazsa gidişat kötü; ya zamana hâkim olmanın yollarını arayacağız ya da o bizi istemediğimiz mekânlarda ‘ikamete’ zorlayacak” cümlesi ile Güray Öz. “Suriye ateşine odun taşıyanlar o ateşe düşer” başlıklı karikatürüyle Musa Kart’ı anmadan olmaz. 92 davadan yargılanan ve her birinde aynı doğru savunmayı, “haberlerimiz ifade özgürlüğü kapsamındadır” savunmasını yapan Özgür Gündem Gazetesi Yazıişleri Müdürü İnan Kızılkaya’yı unutmamalı. İstanbul Barosu Türk Sanat Müziği Korosu’nun emektarlarından avukat Mustafa Kemal Güngör ve sadece sevenlerinin değil kedilerinin de eve dönmesini beklediği “kocaman yürekli adamlardan biri” olan Önder Çelik’i de anmalı.

Cumhuriyet Kitap’ın editörü Turhan Günay ilk sayıyı hatırlar mı acaba? Kapakta Ahmed Arif’in kocaman fotoğrafı vardı. Ya Murat Sabuncu? O vefalı insan. 2011’deki tutuklanmanızda cezaevine sizi ziyarete birlikte gelmiştik sık sık. O incelikli, sükûnetinden bile barış sızan Bülent Utku’yu en sona saklayabilseydim keşke. Ama tutuklu 150 gazeteci var ve hepsini nasıl anabilirim bu kısa yazıda? Sen olsan hemen sorardın gazeteci refleksinle: “Abi sadece gazeteciler mi?” Sadece onlar değil elbet. HDP’li vekiller, siyasetçiler, öğrenciler, emekçiler… ve ismini duyamadığımız, kendini sahipsiz hisseden nice insan. Onların da uğradığı haksızlıkları dile getirebilmek isterdim. Zulme uğrayan bir dinleyiciye ihtiyaç duyar en çok.

Acısı bilinsin ister. Bu ülkenin geçmişindeki acıları paylaşabilsek, kayıplarımızın yasını tutabilseydik... “Kim aktaracak bu acıları, hangi basın, hangi medya” dediğini duyar gibiyim. Ya akademi? Onun hali daha perişan. Bunca adaletsizliğe 80 tane hukuk fakültesinden çıt çıkmıyor. Son KHK ile barış bildirisi imzacısı pek çok akademisyen arkadaşımız işten atıldı yine; öyle ki en iyi felsefe bölümlerinden biri olan Ege Felsefe fiilen kapatıldı sayılır. Toplumsal barış talebi cılız kaldığı sürece hep birlikte kaybediyoruz.

Memleketin iyiliğini düşünen insanlar ya hapiste ya da işsiz ama onlardan söz eden bu mektupla umutsuzluğu beslemek istemiyorum. Doğru bir yerde duruyoruz: İyi bir hayatın sadece özlemini duymuyor bunu mümkün kılmak için çaba da gösteriyoruz. Başkalarının acılarına gözümüzü, kulağımızı kapatmıyoruz. Bir toplum kötülük üreten, günaha batmış bir siyasal iktidara ne kadar katlanabilir? Er veya geç bu haksızlıkların sonu gelecek ya da belki daha kötü günlere savrulacağız. Bilemeyiz. Yaşadıklarımız kötümserliğimizi artırsa da geleceğe dair umutlarımızı azaltmamalı. Mücadele etmek için umuda ihtiyaç duyulmaması gereken zamanlar da var. Bazen umudu çoğaltacak olan şey doğru bildiğimiz şeyleri söylemeye ve yapmaya devam etmektir. Tutukluluk koşulları daha kötü bu kez.

Görüşmeler çok kısıtlı, kitap az, mektup yasak… Yeterince haberleşemiyoruz ama merak etme iyiyiz. Terry Eagleton’ın “İyimser Olmayan Umut” kitabını göndereceğim sana. “Ortada bir umut varmış gibi davranmamak, gerçekten de umut olmamasını garanti edebilir…” diyor bir yerinde. Bunalanlara, siyaseten bir çıkış yolu bulamayanlara ya da kafayı bozup ülkeden gitmek isteyenlere bu sözle seslenmek istiyorum. Umutsuzluğu çoğaltmak iktidarın diliyle konuşmaktır çünkü. Vicdan eylemle vücut bulan bir şey demiştim ya, belki buna vicdanımızı besleyen şeyin hayal kurmak, umut etmekten vazgeçmemek olduğunu da eklemeli. Her ne yapsalar hayal kurmaktan bizi vazgeçiremezler. Bir mektubu postadan kendi ellerinizle alacağınız günlerin hayalini kuruyorum haksız yere cezaevinde tutulan herkes için. Herkesin selamı var sana. Seni seviyorum.

Abin.