23 Haziran 2014 11:35
33. Abant Platformu toplantısı tamamlandı. Toplantıda, “Demokrasinin güçlendirilmesi için kuvvetler ayrılığı hayata geçirilmeli. Hâkimlik teminatının sağlanması şarttır. Siyaset, ötekileştirmeden, topluma güven vermeli. Sansür ve baskıyla seçmenin doğru bilgi alması engelleniyor. Siyasal katılmayı oya indirgemek, antidemokratiktir” çözüm ve önerileri ortaya atıldı.
Türkiye’nin önemli meselelerini masaya yatırıp çözüm önerileri geliştiren Abant Platformu’nun üç gün süren 33. toplantısı sonuç bildirgesinin açıklanmasıyla tamamlandı.
Tuğba Mezararkalı, Suat Özçelik ve Emrullah Bayrak’ın Zaman gazetesindeki haberine göre, 21 maddelik bildirgede Türkiye’nin son dönemde yönü belli olmayan ülke görüntüsü verdiği belirtilerek “Şu anki durum, Batılı olamayan bir Doğulu ve Doğulu olamayan bir Batılı ülke görüntüsü olarak özetlenebilir.” denildi. Türkiye’nin, yönünü tekrar AB’ye çevirmesi gerektiği vurgulandı. Kuvvetler ayrılığının, temel ilkelerin siyasi irade lehine istismar edildiği bu dönemde, özgürlüklerden yana tavır alan anayasal kurumların tutumunun takdirle karşılanması istendi. Mağduriyet, mazlumiyet ve düşmanlıkların meydana getirdiği travmaların üzerinden siyasetin yeni ötekileştirmeler ortaya çıkarttığı kaydedildi ve “Siyasetin ötekileştirmeden, topluma güven vermesi ve samimiyetini ortaya koyması toplumun sağlıklı gelişimine katkı sağlayacaktır.” ifadesi kullanıldı.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından bu yıl 33’üncüsü düzenlenen Abant Platformu Toplantısı’nda ‘Türkiye’nin yönü’ masaya yatırıldı. Üç gün süren oturumların ardından 21 maddelik sonuç bildirgesi hazırlandı. Demokratik Türkiye için yol haritası anlamına gelen bildirge şöyle:
Demokrasilerde siyaset sadece siyasilere bırakılamaz; herkes siyaset yapabilir. Siyaset yapmanın yegâne yolu parti kurmak değildir. Siyaset toplumun ortak yaşam alanının inşasına yönelik bir faaliyet olduğundan, siyasi partiler dışında sivil toplum kuruluşları, medya, meslek örgütleri ve bireyler siyasal alanın diğer temel aktörlerindendir. Bununla beraber, mevcut % 10 seçim barajı halen siyasal alanı daraltmakta, bazı partilerin kartelleşmesini sağlamakta ve toplumun birçok farklı kesiminin ve yeni siyasal hareketlerin Parlamento’da temsilini engellemekte ve siyasal katılmayı çarpıklaştırmaktadır.
Bilgi edinme kanalları işletilmediğinde, sansür ve baskıyla özgürlükler sınırlandırıldığında seçmen tam ve doğru bilgi alamaz. Bu koşullarda seçim ve oy, demokrasi ile olan bağlantısını yitirir. Siyasal katılmayı sadece oya indirgemek, bugünkü dünyadaki sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişimin temin ettiği kaynakları kullanarak sürekli ve düzenli olarak seçmenin siyasal gelişmeleri takip etmesine ve bunlara tepki vermesine ve bu yolla kendi kendini yönetmesine kapıyı kapatmak antidemokratiktir.
Vatandaşı kamusal alanda devlet iktidarının olası keyfi uygulamalarına karşı koruması gereken sivil toplum gelişememekte; hâlihazırda siyasal sistemin saydamlık ve hesap verilebilirliğe getirdiği sınırlar nedeniyle bu temel işlevi yerine getirmekte güçlük çekmektedir.
İnsanı ve çevreyi göz ardı eden ve sadece maddi zenginleşmeye dayanan ekonomik büyüme kabul edilemez. Demokrasinin güçlendirilmesi ve hukuk devletinin yerleştirilmesi ülkenin ekonomik refahının da gelişmesi için bir fırsattır. Özellikle 21. yüzyılda ekonomik refah sadece bir iktisadi büyüme olgusu olarak görülmemekte, aynı zamanda toplumsal, ekolojik ve ekonomik sürdürülebilirliği eşzamanlı olan bir olgu olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla ekonomik kalkınma sürecinde temel insan hakları ve onuruna ve çevreye saygılı bir büyüme modeli benimsenmelidir.
Kamusal yatırımların temel belirleyicisi uzmanlık, katılım ve şeffaflık olmalıdır. Objektif çevresel etki değerlendirmesi, yerel katılım ve üniversiteler de dahil tüm paydaşlarla müzakere ilkeleri ışığında kamusal yatırımların karara bağlanması, kaynakların verimli ve etkin kullanımı açısından son derece önemlidir.
Türkiye’nin çalışma hayatı koşullarının insan odaklı olarak düzenlenmesi ve bunun için acilen ilgili uluslararası sözleşmelere taraf olunarak, dünyada kabul edilmiş standartların hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin kalkınma zihniyetinin, katma değer, inovasyon ve Ar-Ge merkezli olarak yeniden ele alınmasında sürdürülebilirlik açısından yarar vardır.
Çağdaş demokratik sistemler açısından ilk gözetilen hususlardan biri sistemlerin etkili olmasıdır. Özellikle yasama organları yasa yapımında temel işlev gören kurumlar özelliğini artık taşımamaktadır. Bunun yerine yürütmeden hesap sorulması, dengelenmesi ve denetlenmesi açısından yasamanın taşıdığı önem artmıştır. Bu amaçla, TBMM’nin içindeki organlarda sürdürülen faaliyetlerin hesap sormayı kolaylaştıracak şekilde etkinleştirilmesi gereklidir.
Bu bağlamda demokrasinin güçlendirilmesi için kuvvetler ayrılığı prensibi bir an önce hayata geçirilmelidir ve bu bakımdan yargı bağımsızlığının hayati önemi bulunmaktadır. Yargı bağımsızlığının kâğıt üzerinde değil de fiilen gerçekleşmesi için de hakimlik teminatının sağlanması şarttır. Bu da özellikle yürütmenin yargı mensuplarına müdahalelerinin engellenmesini gerektirir ki, ancak böyle bir teminat altında yargı bağımsız ve salt hukuk ilkeleri çerçevesinde denetim işlevini yerine getirebilir.
Benzer bir doğrultuda, yürütme içerisinde de partizan etkilerden korunmuş, ayrımcılık ve kayırmacılık yapmayan, profesyonel liyakati esas alan bir kamu bürokrasisinin düzenlenmesi, yasaların tarafsız ve gereği gibi uygulanması ve temel hak ve özgürlüklerin korunması için zorunludur.
Keza, yerel yönetimler de güçlendirilerek ve etkinleştirilerek, denge ve denetleme mekanizmasını güçlendirecek şekilde siyasal sisteme entegre edilmesi suretiyle, kuvvetler ayrılığı düzenlemeleri de hayata geçirilmelidir.
Türkiye, dış politikadaki yönü belli olan bir ülke iken son dönemde yönü belli olmayan bir ülke görüntüsü vermektedir. Şu anki durum, Batılı olamayan bir Doğulu ve Doğulu olamayan bir Batılı ülke görüntüsü olarak özetlenebilir.
Arap dünyasındaki demokrasi taleplerini desteklemek ilkesel olarak doğru bir tercih olmakla birlikte; bu tercihin icrasında tarafsızlığın korunamaması bölgede yalnızlaşmaya neden olmuştur. Din, mezhep, ideoloji ve kimlik esaslı değil, insan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler esaslı bir dış politikaya ihtiyaç vardır.
Ortadoğu, bir dönüşüm sürecine girmişken Türk dış politikasının parametrelerinin tekrar gözden geçirilmesinin vakti gelmiştir. Yeni ve sağlam analizler üzerine kurulu bir dış politika tasavvuruna ihtiyaç vardır. Türkiye’nin Kahire, Şam ve Tel Aviv gibi üç önemli Ortadoğu başkentinde büyükelçisinin bulunmaması, etkin dış politika yönetiminin önündeki engellerden biridir.
Başta demokratikleşme, insan hakları ve eşit vatandaşlık olmak üzere temel iç meselelerini halledememiş bir ülke olan Türkiye’nin Ortadoğu’ya anlamlı mesajlar verme ve bölgenin geleceğinde olumlu rol sahibi olma iddiası mesnetsiz kalmaktadır.
Türkiye, yönünü tekrar Avrupa Birliği’ne çevirmeli ve kurumlarını gözden geçirme durumunda olan Avrupa Birliği ile yeni fırsatları değerlendirmelidir.
Çoğunlukçuluğun her zaman tiranlığa evrilme potansiyeli barındırdığı tarihsel olarak sabittir. Torba yasalarla yeterince tartışılmadan kanunlar geçirmek, şeffaf olmamak, hesap vermeyi seçim zamanlarına indirgemek ve kutuplaşmayı tahrik etmek çoğunlukçuluğun somut örnekleridir.
2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile vesayet kurumları zayıflatılmış ancak iktidarı sınırlayıcı demokratik kurumların olmayışı çoğunlukçu pratiklerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Bugün ihtiyaç olan, yeni sınırlayıcı hukuki mekanizmaların oluşturulmasıdır.
Sağlıklı bir demokrasinin vazgeçilmez vasıfları olan kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme gibi temel ilkelerin siyasi irade lehine yıpratıldığı ve istismar edildiği bu dönemde, özgürlüklerden yana tavır alan ve siyasi çekişmelere taraf olmayan anayasal kurumların tutumu takdirle karşılanmalıdır.
Mağduriyet, mazlumiyet ve düşmanlıkların yarattığı travmalar üzerinden siyaset yapmak yeni travmalar, yeni ötekileştirmekteler ortaya çıkartmaktadır. Siyasetin ötekileştirmeden, topluma güven vermesi ve samimiyetini ortaya koyması toplumun sağlıklı gelişimine katkı sağlayacaktır.
Demokrasinin tüm farklı grupların haklarını koruyan bir rejim olduğu unutulmadan çoğunlukçu söylem ve pratikler yerine herkesin eşit vatandaş haklarından uygulamada yararlanabildiği çoğulcu anlayışın benimsenmesi toplumsal barışın garantisi olacaktır.
‘Türkiye’nin Yönü’ başlıklı 33. Abant Platformu toplantısının son gününde ‘Demokratik temsil sorunları: Çoğulculuk ve çoğunlukçuluk’ başlıklı konu tartışıldı. İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Yazıcı, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliğinin vesayet makamını tasfiye etmesi bakımından önemli olduğunu söyledi. Ancak yeni anayasa isteyerek referanduma ‘Yetmez ama evet’ diyenlerin umutlarının yarım kaldığını belirten Yazıcı, şöyle konuştu: “2010 yılı anayasa değişikliğine ‘Yetmez ama evet’ diyen bizlerin beklentileri karşılanmadı. O tarihte vesayet makamları tasfiye edilirken pek çoğumuz Türkiye’de bir çoğulcu demokrasiye evrilmenin gerçekleşeceğini, böylece Türkiye’nin demokrasi önündeki engellerin ortadan kalkacağı gibi bir umut beslemiştik.”
Serap Yazıcı, 2011 genel seçimlerinden sonra ise Türkiye’nin çoğulcu yönünde değil, çoğunluk yönünde bir yere savrulduğunu kaydetti. İfade hürriyetinin, basın hürriyetinin, toplantı ve gösteri yürüyüşünün Anayasa’ya aykırı bir şekilde sınırlandığını dile getirerek şunları ifade etti: “Hükümete destek vermeyenlerin kendilerini ifade etmeleri ve karar alma sürecine katılma imkânları kalktı. Torba kanunlarla çok sayıda kanunun çeşitli hükümleri değiştirilmekte, muhalefetin üzerinde çalışma yapmasına bile fırsat tanınmamaktadır. Bunlar, kanunların belirliğine aykırıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri de çoğunlukçuluğa doğru sürüklenmektedir. Tek bir makam için yapılan seçimler kutuplaşmaya eğilimlidirler. Bu seçimlerde AKP adayının cumhurbaşkanı seçilmesi halinde sistem değişikliği ihtimali doğacaktır. Fiilen bir başkanlık sistemi ortaya çıkabilecek ve 2015’ten sonra başkanlık sistemine geçilebilecek. Bu başkanlık sistemi, Amerika tipi başkanlık sistemi olmayacaktır. Başkanın ülkeyi kararnamelerle yöneteceği bir sistem olacaktır. Bu, çoğulcu demokrasi değil, çoğunluk istibdadına yol açacaktır. Gelecek için umutlu olmak imkânsızdır.”
Çankaya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tanel Demirel de Gezi olaylarının AKP’nin kimyasını bozduğunu söyledi. Bu travmanın üzerine gelen 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının da hükümette ciddi bir panik duygusuna yol açtığını dile getiren Demirel, AKP’nin yaşanılanları var olan otoriterliği artırmak için fırsat gördüğünü aktardı. Bu sebeple HSYK’da olduğu gibi bazı değişiklikler yaptığını kaydetti. “En kısa sürede ve öğrenerek bir uzlaşma noktasına varabilir miyiz?” diye soran Demirel, bunu düşük bir ihtimal olarak gördüğünü ama imkânsız bulmadığını vurguladı. Asıl rolün iktidar partisine düştüğünü ifade ederek şöyle konuştu: “İktidarı eline geçirenler kendini sınırlamada bir fren düşünmüyor. Türkiye’de demokrasi potansiyeli var. İnanılmaz kötü gidişin eleştirilmesi gerekiyor. Bunun için kullanılacak şeyler ise seçimler ve demokrasi. Sadece iktidarın değil, herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor.”
Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Bican Şahin de Türkiye’de vesayet rejiminin 2010 yılına kadar devam ettiğini ifade etti. 2002-2011 yılları arasında vesayet rejiminin getirilmesi yönünde önemli adımlar atıldığını anlatan Şahin, son 10 yıldaki kazanımlarda kayıplar yaşandığını ve geleceğe yönelik endişeleri olduğuna dikkat çekti.
Avrupa Parlamentosu eski üyesi Joost Lagendijk ise Ortadoğu’daki gelişmelere temas ederek şu tespitte bulundu: “IŞİD’in yaptıkları konusunda Türkiye suçlanabilir. Çünkü Esed’e karşı olduğu düşünülen her şeyi destekler tutum sergiledi. Bu bir hataydı. Şu an Türkiye’yi ilgilendiren kısmı Kuzey’deki Kürtlerin ne olacağıdır. Kerkük, bir Kürdistan artık. Onun sınırlarını genişletmeye götürüyorlar. Türkiye’de de bağımsızlık isteyecekler. Onun için Kerkük sınırlarını genişletmeyi düşünecekler. Bu durum Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerini etkileyecektir. IŞİD önemli ve ondan kurtulmaya çalışmamız lazım. En önemli gelişme IŞİD değil, Kürtlerin ne olacağıdır.”
© Tüm hakları saklıdır.