Yaşam

60. yılında insan haklarını düşünmek

İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk alanlarında çalışan Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 60. yıldönümünde, herkesin bu bildiride vurgulanan haklarda

10 Aralık 2008 02:00

İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk alanlarında çalışan Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 60. yıldönümünde, herkesin bu bildiride vurgulanan haklardan ve özgürlüklerden  yararlanabilmesini garanti edecek bir uluslararası ve sosyal düzene ihitiyaç olduğuna vurgu yapıyor.

Turgut Tarhanlı'nın Taraf gazetesinde yayımlanan '60.yılında İnsan Haklarını Düşünmek' (10.12.2008)  adlı yazısı şöyle:

Evrensel Bildirge’nin 60. kabul yıldönümünde, Türkiye’de, bir Adalet Bakanı ilk kez, idarenin gözetimindeyken işkence şüphesiyle ölen bir mağdur nedeniyle kamudan özür diledi. Bu, elbette, ahlâken ve vicdanen takdir edilmesi gereken bir davranış. Evrensel Bildirge, 28. maddesinde, yürürlükteki hukuku da aşan bir güçlendirme talebini, aynı zamanda bir hak konusu haline getirmiştir: “Herkesin, bu Bildirge’de ortaya konulan hak ve özgürlüklerin tam uygulanmasını sağlayacak bir sosyal ve uluslararası düzene hakkı vardır.”

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü

Bu yıl, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin kabul edilişinin 60. yılı. Bildirge, Birleşmiş Milletler’de, 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilmişti. O tarihte, Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin sayısı, bugünkü Birleşmiş Milletler üyelerinin neredeyse dörtte biri kadardı. Üstelik bunlar arasında, Bildirge’nin ilk maddesindeki “bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğar“ vurgusuna rağmen, denizaşırı sömürgeleri bulunan devletler de vardı. Henüz dünya halklarının tümü, kendi geleceklerini kendilerinin tayini konusunda, hukuken ve fiilen eşit değildi. Bu yöndeki mücadelelerin hukuken tanınması ve siyasi sonuçlarını görebilmek için 1960’lı yılları beklemek gerekecekti. Öte yandan, filizlenmeye başlamış Soğuk Savaş ayrışması da, insan haklarının korunması idealinin, sadece devletlerarası ilişkilerde bir dış politika silâhı şeklinde araçsallaştırılması yaklaşımını azdıracaktı.

Bunlar, Bildirge’nin kabulü ve sonrasında varolan, etkileri uzun yıllara yayılmış bazı gerçekler. Ama insan hakları düşüncesinin ve onu, hayatımızın farklı ilişki biçimlerinde bir mercek olarak kullanma çabası, 1948’den bugüne, hem yaygınlaştı hem de derinleşti.

Üstelik bugün, sadece devlet adına hareket eden kişilerin yaptıklarıyla sınırlı olmaksızın, bu konumda bulunmayan kişilerin ve grupların da insan haklarını ihlâl edebileceğini kabul ediyoruz. Kısaca, insan hakları düşüncesinin mücadele zemini hem dikey hem de yatay bir anlam kazandı.

İnsan hakları: herkes için

Bu sonucu doğuran yapısal unsurların önemini ve bu önemi kavrayan insanların mücadelesi önemsenmelidir. İnsan hakları düşüncesi her şeyden önce bir eşitsizliğin üzerinde yükselir. Bu, mutlaka hukukun da tanıdığı, yapısal bir eşitsizlik olmak zorunda değildir. Ama hangi türde ilişkiler söz konusu olursa olsun, o ilişkilerin tarafları arasında mevcut ya da muhtemel bir ‘asimetri’nin tartışılıyor olması, insan hakları bakışının söz konusu olması için yeterlidir.

Bu asimetriyi, ilişkilerimizin geometrisini belirleyecek hukuk düzeni içinde tanımlamak, aslında geleneksel anlamda bir hukukun kendisi için de dönüştürücü olmuştur. Çünkü hukuk kuralları da, farklı eşitsizlik biçimlerinin ya da bu anlamda bir asimetrinin kemikleştiği, güç ilişkilerini esas alabilir, almıştır. Mazisi, neredeyse bir çeyrek yüzyıla bile varmayan İnsan Hakları Hukuku dersleri, artık hukuk fakültelerinin ders programlarında yer alıyor. Ama genel olarak hukuk kurallarının kabulü ve uygulanmasında, bu insan hakları merceğinden etkili bir biçimde yararlanabiliyor muyuz?

Veya daha gerçekçi bir ifadeyle, acaba bu isteniyor mu?

İnsan hakları düşüncesinin hukukla donatılmış asıl hedefi, ‘güçlendirme’ diye tanımlanacak bir sonucun elde edilmesi, tanınması, korunması ve geliştirilmesidir. ‘Güçlendirme’, öncelikle buna ihtiyaç duyan kişi ve kesimler bakımından kendini gösterecek bir kavramdır. Bu anlamda, güçsüzlüğün en belirgin maddi halleri ve bunun doğurduğu hak kayıplarının gündeme gelmesi şaşırtıcı sayılmaz.

İşte bu nedenle, örneğin şu ilişkilerde, erkeğe göre kadının, büyüğe göre küçüğün, çoğunluğa göre azınlığın, varlıklıya göre yoksulun, yurttaşa göre yabancının, işverene göre işçinin, engeli olmayana göre engellinin, heteroseksüele göre eşcinselin, özgürlüğü yasalarca sınırlanmamış olana göre sınırlanmış olanın, silâhı olana göre silâhsızın haklarının ihlâli daha kolaydır. Bu ilişki biçimlerini çoğaltmak elbette mümkündür. Hatta bugünden kestiremeyeceğimiz ilişki biçimleri de ilerde bu listeye eklenebilir. Ayrıca, hiçbirimizin, hayatı sadece belli bir ilişki ekseninde yaşadığımız iddia edilemez. Bu nedenle, bir ilişkinin ‘güçlü’ tarafında olduğumuz algısı, bunun sağladığı rehavet, başka ilişkilerimiz bakımından hiç de geçerli olmayabilir. Bu nedenledir ki, insan hakları tüm insanlar için vazgeçilmez ve evrensel bir karaktere sahip kabul edilmelidir.

Ancak, bir tuzağa düşmemek gerekir. Yukarıda, belli örnekler şeklinde sıraladığım o ilişkilerden doğacak hak ihlâlleri, heyecanla dikey bir haklar listesini savunmaya da kapı aralamaz. Başka bir ifadeyle, hakları en önemliden önemsize doğru, farklı hak katmanlarından oluşan bir anlayışla inşa etmek, böylece o ilişki bakımından ‘üstün ve öncelikli haklar’ yaratırken, başka hakları hiçe sayan tutumlara meyletmek insan haklarının bütünselliğiyle, tüm hakların birlikte korunmasına özen gösterme ilkesiyle bağdaşmaz. Haklar arasında bir tasnif yapılacaksa, bunu, ancak hukuken, meşru amaçlarla sınırlanıp sınırlanamayacaklarına göre yapmak mümkündür. Fakat bu da, hakları üst üste sıralandırmadan çok, hayat geometrimizin (belki de bugünün medeniyetinin) olmazsa olmaz ilkelerinden biri şeklinde anlaşılmalıdır.

Bildirgenin 60. yılında Türkiye'de bir ilk

Evrensel Bildirge’nin 60. kabul yıldönümü olan bu yıl, Türkiye’de, bir Adalet Bakanı ilk kez, idarenin gözetimindeyken işkence şüphesiyle ölen bir mağdur nedeniyle kamudan özür diledi. Bu, elbette, ahlâken ve vicdanen takdir edilmesi gereken bir davranış. Ancak, işkence (ya da benzeri muameleler) gibi, hiçbir neden ve bahaneyle mazur gösterilmesi mümkün olmayan eylemlerin, mutlak nitelikte haklar sayesinde korunmaya çalışılan hayati nitelikte bir menfaatin ihlâli anlamına geldiği de, hukuken tartışmasız bir gerçek.

Bunun gibi, haklar lehine fakat güce karşı olduğu anlaşılan beyanlar, uygulamalar, mahkeme kararları karşısında ferahlamadan önce, bunların ne ölçüde istikrarlı bir ilkesel duruşun ifadesi olduğu sorusunu cevaplayacak verileri görmek daha önemlidir. Bunun formülü hiç de karmaşık değildir.

Gerek yasama faaliyetleri, gerek idari faaliyetler, gerek yargısal işleyişte ortaya çıksın, hangi biçimde olursa olsun, insanlar arasındaki bir ilişki sonucunda doğan hak kaybı, insan hakları hukuku merceğinden bir ‘ihlâl’ olarak niteleniyorsa, bunun devlet ya da toplumca umursanıp umursanmaması temel bir veridir. Çünkü, son tahlilde, cevabı verilmesi gerekecek soru, o ilişkinin görece zayıf tarafının güçlü tarafı karşısında, sistem içinde ne ölçüde haklarının korunup korunmadığı olacaktır. Kısaca, o insan, hukukun güçlendirici etkisinden ne ölçüde yararlandırılmıştır? Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sıklıkla yüzleştiğimiz hak kayıplarının ardındaki mantık aslında budur.

Evrensel Bildirge, 28. maddesinde, yürürlükteki hukuku da aşan bir güçlendirme talebini, aynı zamanda bir hak konusu haline getirmiştir: “Herkesin, bu Bildirge’de ortaya konulan hak ve özgürlüklerin tam uygulanmasını sağlayacak bir sosyal ve uluslararası düzene hakkı vardır.”