Kültür-Sanat

50 yıldır sahnede: Genco Erkal

50 yıllık tiyatrocu Genco Erkal ile hayat, felsefe, politika ve tiyatro üzerine bir söyleşi

12 Nisan 2009 03:00

50 yıldır tiyatro oynuyor Genco Erkal. Milliyet gazetesinden Zeynep Özkartal, ünlü tiyatrocu ile hayat, felsefe, politika ve tiyatro üzerine bir söyleşi yaptı. Tiyatrocu Genco Erkal, sahnede olmayınca da sahneden kopamadığını gösterdi. İşte Milliyet Pazar'da yayımlanan söyleşi:

En büyük şansı olarak mesleğini gören, en büyük korkusu ise tiyatro yapamamak olan; etiyle, kanıyla, canıyla, ruhuyla bir tiyatrocunun, Genco Erkal’ın yılı 2009.

Kendisi kariyerinde 50’nci yılını, tiyatrosu ise 40’ıncı yılını kutluyor. Geçen hafta Uluslararası Sabancı Tiyatro Festivali’nde onur ödülüne değer görüldü, yarın ise bu yıl tiyatro dalında verilen Aydın Doğan Ödülü’nü alacak. Aynı zamanda ekonomik krizden “hayır gören” az kişiden biri. Çünkü muhteşem bir zamanlamayla “Marx’ın Dönüşü” adlı oyunu oynuyor.
Marx, Genco Erkal suretinde dönüyor dünyaya ve çöken ekonomiyi yorumluyor. Tabii “Ben size demiştim” ifadesiyle...

Söyleşiyi yaparken farklı bir fotoğraf çekmek istediğimizi söyledim. Ancak Genco Erkal fotoğraf sözcüğünü duyar duymaz huzursuz oluyor, sıkılıyor, “Hiç çekmesek” diyor... Baktı ki bizden kurtuluş yok, “farklı” bir poz arayışına katıldı. Sonunda tam 50 yıl önce, üstelik bugün de oynadığı sahnedeki ilk profesyonel oyunu olan “Çöl Faresi”nde giydiği kostümde karar kıldık: Bir frak!
Tabii Genco Erkal’ı sahnede çekmek Ercan Arslan’ı “kesmedi”, İstiklal Caddesi’ne çıktık. Genco beyin caddede frakla yürürken bana attığı “Senin yüzünden” bakışları hâlâ gözümün önünde. Ama her zamanki zarafeti, titizliği ve hoşgörüsüyle kırmadı bizi, gördüğünüz pozları verdi.

Tiyatroda 50’nci yılınız. Bugünkü Genco, 50 yıl önceki Genco ile karşılaşsa ne der?
“Oğlum senin işin çok zor! Daha başına gelecekleri bilmiyorsun” der. Ama bunları yaşamış olmaktan çok mutluyum. Bu salonda başlayan ve burada devam eden bu yaşamı hiçbir şeye değişmem. Bütün karşılaştığım zorluklar bana direnme gücü ve enerji verdi. İyi ki o zorluklar vardı! Şimdi en güzel yıllarım, daha gençliğimi yaşıyorum.

Bu 50 yıl da önce Sabancı, yarın akşam da Aydın Doğan Ödülü ile taçlandırılıyor.
Marx’ı oynayan bir oyuncuya, ülkenin iki büyük sermaye kuruluşunun ödül vermesi çok şaşırtıcı geliyor. Nasıl yorumlayabileceğimi bilemiyorum. Ülkemizde çok şey değişti. Demek ki demokrasi, hoşgörü gelişiyor sonucunu çıkarıyorum. Bir de bir para ödülü söz konusu... O da benim hiç alışık olmadığım bir durum. Bugüne kadar hep birtakım plaketler aldım. 

Ne yapacaksınız o parayla?
Eğitime bağışlayacağım. Ülkemizin temel sorununun eğitim olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız her şeyi Köy Enstitüleri’nin kaldırılmasına bağlıyorum. 

“Böyle giderse köçek olacak”

“Tiyatrocu olacağım” cümlesini kendi kendinize ilk ne zaman kurdunuz?
Ne zaman olduğunu bile hatırlamıyorum, o kadar doğal bir şeydi. Sonradan farkına vardım ki çocukluğumdan beri kendimi tiyatroyla ifade ediyorum. Kapalı, kolay iletişim kuramayan bir insandım. Hâlâ da öyleyim. Şimdi tabii çok ilerledim ama...

Başka birinin ağzından konuşmak işleri kolaylaştırıyor mu?
Olabilir. Çocukken kukla tiyatrosu yapıp evde büyüklere söyleyemediklerimi o yoldan söylüyordum. Çamlıca’da teyzemin bir evi vardı, yazın beni oraya yollarlardı. O evin yanındaki Kısıklı Aile Gazinosu’na hafta sonları ünlü tuluatçılar gelirdi: İsmail Dümbüllü, Şevki Şakrak... Benim için en büyük mutluluk onları seyretmekti ve oyunculuğumda büyük izleri vardır. Bana “Brecht’çi oyuncu” derler ya, “Brecht’çilik” oradan geliyor aslında. Sonra Muammer Karaca’yı çok izledim. Tiyatrodan dönünce akşam evde gösteri yapardım, sonunda babam “Bu çocuk tiyatroya gitmeyecek. Böyle giderse köçek olacak” dedi. Ondan sonra gizli gitmeye başladım. Hiçbir şey önleyemezdi tiyatroyla olan ilişkimi.

“Babam istemiyor sandım, onu annem yönlendirmiş meğer”

Otoriteyle ilişkiniz nasıl?
Kötü. İsyan duygusu uyandırıyor bende otorite. Karşı çıkmak istiyorum ama çıkamıyorum. Otoriteyle yüz yüze olduğumda kendimi ifade edemiyorum. Onu sonra ancak sanatsal bir biçimde ifade edebiliyorum. Otoriteye ve düzene karşı öfkemi hayattan çok tiyatroda ifade edebildim.

Neden?
Eğitim sistemiyle ilgili sanırım. Babam çok sert bir insandı, ondan kaynaklanıyor olabilir. Elini bile kaldırmadı ama çok sertti. Aynı zamanda da çok duyarlıydı; aşk romanları okur, klasik müzik dinlerdi. Birazcık da annem onu kullandı, “Aman baban duymasın”. Mesela babam karşı çıktı benim tiyatrocu olmama. Yıllar sonra öğrendim ki aslında annem onu yönlendirmiş.
Böyle parlak bir öğrenci neden kendini tiyatroyla “harcıyor”?

Neden karşı çıkıyordu babanız?
Liseyi bitirmek üzereydim, babam beni yanına çağırdı: “Artık 18 yaşını doldurdun, lise de bitiyor, gelecek için ne düşünüyorsun?” Lisede her yıl dört-beş prodüksiyonda oynuyordum, babam da biliyordu ama ses çıkarmıyordu. Ben de pat diye “Tiyatrocu olmak istiyorum” dedim. Babamın cevabı “Yok o olmaz bir defa” oldu, “Öyle bir kararın varsa bu evde olmaz”. Ben de o cesareti gösteremedim doğrusu. 18 yaşında, el bebek gül bebek büyümüş bir burjuva çocuğu... Öyle bir serüveni gözüm yemedi. İkinci tercihim psikolojiydi, onu “kabul edilebilir” buldu babam. Ben lisede çok parlak bir öğrenciydim, notlarım çok iyiydi. Doktor da olabilirdim, mühendis de... Onlar da herhalde böyle bir şey bekliyorlardı. Bu kadar parlak bir öğrenci neden kendini tiyatroyla “harcıyor” diye düşündü herhalde... Üniversitede de amatör olarak Genç Oyuncular ile çalıştım, karşı çıkmadı babam.

“Büyük dayımın gözünde hiçbir zaman adam olamadım”

Profesyonellikte dönüm noktası neydi?
Muhsin Ertuğrul haber yolladı bana; “Yıldız ve Müşfik Kenter İstanbul’a geliyor, ‘Çöl Faresi’ diye bir oyun yapacaklar, Genco da gelsin oynasın”. Babama dedim ki “Böyle bir teklif almak kolay değil, milli takım gibi de bir kadro var. İzin verirsen kendimi denemek istiyorum”. “Peki” dedi. Sonra da geldi hep izledi oyunlarımı... Ama bir büyük dayı vardı, yıllar sonra, ki ben artık “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni, “Aslan Asker Şvayk”ı oynamışım, “Artık hevesini almışsındır” dedi bana, “Şimdi doğru dürüst bir meslek düşünüyor musun kendine?” Hiçbir zaman onun gözünde adam olamadım ben!

O gün evi terk edip tiyatro okumamaktan pişman oldunuz mu hiç?
Hayır. Tiyatro eğitimi alsaydım sadece oyuncu olurdum. Konservatuvara girdiğinizde size oyunculuk öğretiyorlar. Kendi içinizde dönüp duruyorsunuz. Özellikle bizdeki eğitim hep kendine dönük: Nasıl duruyorum, nasıl konuşuyorum... O zaman o öğrenci kendini tiyatronun merkezi olarak görüyor, tiyatro o değil ki... Oyuncu sadece bir unsur. Ama konservatuvardan gelen, özellikle de ödenekli tiyatroların oyuncularında bu benmerkezci bakış var. Kafa eğitimi eksik konservatuarda!

“Bir varmış bir yokmuş olmak istiyorum”

Vizyona giren “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nda da oynuyorsunuz. Son filminiz “Camdan Kalp”ten bu yana 15 yıl geçmiş. Nasıl ikna etti sizi Ben Hopkins?
Yönetmenle tanışmaya filmi reddetmek üzere gittim, “Beni düşündüğünüz için teşekkür ederim ama yapamam” diyecektim. Proje, yönetmen konusu benim için çok zor. Yönetmen o kadar sıcaktı ki... Bu rol için düşündüğü insanın ben olduğumu, kabul etmezsem kolunun kanadının kırılacağını söyledi. Dedim ki, “Bu adama böyle bir kötülük yapamam”.

Tiyatrocular genelde kalıcı olabilmek için sinema yapmak ister. Siz niye kaçıyorsunuz?
Hep erteliyorum. Çok kötü bir huyum var. Anılarımı yazmak, Dostlar Tiyatrosu’nun tarihini yazmak da beni zorluyor.

Sanki sahneden indikten sonra görünmez olmak istermişsiniz gibi bir haliniz var.
Evet. Beni böyle ödül törenleri, televizyona çıkmak zorluyor. Ama mecburuz, tanıtım çağı. Ama “Eyvah resmimi çekecekler” diye korkuyorum. Sadece sahnede görüneyim, dışarıda görünmeyeyim. O akşam olsun bitsin. Marazi bir durum olduğunu kabul ediyorum ama tiyatroyu meslek seçen insanların pek normal olduklarını da söyleyemeyiz.

Sebebi ne?
Ben “Bir varmış bir yokmuş” olmak istiyorum.

“Marksistim demek çok iddialı, bir akrabalığımız var”

“Marx’ın Dönüşü” gündeme cuk oturdu.
Dört yıl önce bu metni bulduğumda eşime dostuma oynayacağım bir ara oyun olarak düşünmüştüm. Böyle oyunlarım vardır benim. O ara başka bir oyun iyi gidiyorsa, tiyatronun gişesini garantilemişsek, keyfim için yapıyorum bazı oyunları. Mesela Edward Bond’un “Yaz”ını da kendim için sahneye koymuştum, hiç kimse beğenmeyecek demiştim. Hakikaten de az seyircisi oldu. Aylar sonra gidip seyrettim, bir de baktım ki karanlık mı karanlık. “Ben bu kadar sıkılıyorsam seyirci ne yapsın?” dedim. Marx da böyleydi ilk başta. Ama eksik olmasın ekonomik kriz, bize burada yardımcı oldu. Kapitalizmin çıkmazı Marx’ı kurtardı. Bazı seyirciler “Acaba bu karanlık günlerde Marx bize yardımcı olabilir mi?” diye geliyor, bazıları da “Marx’ı cilt cilt okumaktansa Genco Erkal bize şimdi bunu hap yapıp yutturur” diye geliyor.

“Devlet büyükleri izlemedi, ‘Sivas 93’e de gelmemişlerdi”

Bugüne dair göndermeler de var oyunda. Ne sıklıkta güncelliyorsunuz?
Oyunda Marx günümüzde New York’a iniyor. Gazeteleri alıp “Bunların böyle olacağını daha önceden söylememiş miydim?” diyor. Oyundaki haberler 14 yıl öncesine aitti, yazarına “Güncellenmesi lazım” dedim. Ekonomik kriz konusunda açılımlar yaptım. En son G-20’leri koydum mesela...

Krizin teğet geçmesi de girecek mi oyuna?
Hayır. Başkası olsa yapar belki ama ben yapamıyorum. Yerelleştirmek iyi olmuyor. Bir ara “Marx İstanbul’da” diye yapmayı düşündüm olayı. Ama oyunu yeni baştan yazmak gerekecekti. Zaten muhalefetin, iktidarın durumunu anlattığınızda her ülkeye gönderme yapıyor.

Devlet büyüklerinden oyunu izleyen var mı?
Henüz yok. Devlet büyükleri “Sivas 93”e de hiç ilgi göstermediler. Yandaş basından da çıt çıkmadı, sanki böyle bir oyun oynanmadı. TRT her sene iyi kötü bizim oyunlarımızdan söz eder, Sivas konusunda çıt yok! Anladım ki bu bir politika. İktidar partisinden hiç kimse gelmedi. Üstelik Kültür Bakanı geleceğine dair söz de verdi.

“Nazım’ın sırtından para kazananlar” tartışmasından sonra hiç gelmez herhalde.
Gelmez. Zaten aramız pek hoş değil.

“Marksistlik Atatürkçülük gibi, herkes kendine göre çekiyor”

Bir gelişme oldu mu o konuda?
Üstüme alınmadım. Yıllardır Nazım Hikmet’i sevdirmek için çalışıyorum. Zaten o da bizi kastetmediğini söyledi ama o zaman açıklasın. Öyle birisi varsa kendini savunmak isteyebilir. Çıt çıkmadı.

Siz Marx’la ne zaman tanıştınız?
1960’ta. 27 Mayıs çocuklarıyız biz. Daha evvel çok apolitik bir tiyatro anlayışım vardı. Beckett, İonesco gibi öncü tiyatroya ilgi duyuyordum. ‘61 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler çerçevesinde bir uyanış başladı. Nazım’ın yasaklı kitaplarının basılması, Brecht’in Türkiye’de tanınmasına bağlı olarak bu iki ozanın yapıtlarını aydınlatan Karl Marx’ın Türkçeye çevrilmesiyle beraber tiyatro ve sanat bağlamında Marx’la ilgilendim.

Marx oyunun içinde diyor ki “Ben Marksist değilim”. Siz Marksist misiniz?
Bu Marksistlik Atatürkçülük gibi, herkes kendine göre çekiyor. Atatürkçülükten kendine uyan bir tarafı cımbızla çekip “Atatürkçüyüm” diyor bazıları. O zaman her derde deva oluyor Marksistlik ya da Atatürkçülük. Bir darbenin komutanı “Atatürkçüyüm” diye ortaya çıkıp bu toplum için yapılabilecek en büyük kötülükleri yaptı. Kuran kurslarıyla, zorunlu din dersleriyle bugünkü karanlığı hazırlayan bir ressam paşa var biliyorsunuz. O da Atatürkçü işte! Bir de Nadir Nadi bey gibi “Ben Atatürkçü değilim” diyenler var. “Ben Marksist değilim” de o bağlamda söylenen bir söz: “Bunlar Marksistse ben değilim”. Evet, benim de beraber olmayı düşünmediğim Marksistler var. Aynı şeyi Atatürkçüler için de söyleyebilirim.

Ya doğru anlamıyla... Marksist misiniz?
O kadar iyi bildiğimi iddia etmiyorum. Marx’ın bir sürü düşüncesine yürekten katılıyorum. Marksistim demek çok iddialı, bir akrabalığımız var!

“Mehmet Ulusoy aynı cümleyi 35 kere tekrar ettirdi”
Son yıllarda çoğunlukla tek kişilik oyunlar seçtiniz kendinize. Belli bir nedeni var mı?
1992 yılında Paris’e Mehmet Ulusoy’un yanına gitmeye karar verdim. Ama evimi, kızımı, Dostlar Tiyatrosu’nu bırakamadım. “Sezonun bir yarısı İstanbul’da bir yarısı Paris’te oynayayım” dedim. O ara da tek kişilik oyunlar peş peşe geldi, başka türlü olamıyordu.

Tek kişilik oyunda hem yönetmen hem oyuncu olmak zor değil mi?
Zor ama artık başka türlüsünü düşünemez oldum. Kendimi bir başka yönetmenin eline teslim etmek benim için korkulu rüya. Beni en iyi ben anlarım... Uzun yıllar içinde kendimi tümüyle bir tek Mehmet Ulusoy’a bıraktım. Artık yeni bir şey yapamıyorum, kendimi tekrarlıyorum dediğimde Mehmet’e koştum hep.

Neydi Mehmet Ulusoy’un farkı?
O benim içimde gizli olan şeyleri ortaya çıkarabildi. Onunla çalışırken sınırlarımı aştım. Su sıcak mı soğuk mu demeden balıklama atlayabilmeyi öğrendim. Mesela “Sevdalı Bulut”ta Arhavili İsmail sahnesinin ilk lafı “Ateşi ve ihaneti gördük”. Aynı lafı bana 35 defa tekrarlattı... Maksadı beni kamçılamak... Bir daha, bir daha, bir daha... Bunu kaldırabilmek kolay değil, başkası olsa yapamazdım belki.

“Genco Erkal oynuyor mu?”
2009 aynı zamanda Dostlar Tiyatrosu’nun da 40’ıncı yılı...
Dostlar Tiyatrosu’nu, Genç Oyuncular’ın ilkelerini profesyonel tiyatroda sürdürmek için kurduk. Öbür tiyatrolar gibi isim tiyatrosu olmasın istedik. Hatta ben o dönemin koşullarına göre bir tiyatro starıydım, adımın geçmesi gişeye katma değer sağlıyordu. Ama ilkelerimiz o kadar kuvvetliydi ki, kendimi geriye çektim. İlk 10 yılda mümkün olduğu kadar geride durmaya çalıştım. Biz başka bir şey anlatmaya çalışıyorduk bu şekilde ama seyirci gelip “Genco Erkal oynuyor mu?” diye soruyordu. Var olan sisteme ne kadar karşı çıksanız da birtakım şeyler dayatılıyor size.

Sonra ne oldu?
Oyunlarımız hep doluydu ama işçiler, öğrenciler, abonelerimiz indirimli biletle geldiği için 15 kişilik kadronun giderlerini karşılayamıyorduk. İflas etti Dostlar Tiyatrosu o haliyle. Üç yıl boyunca o borçları ödedim. İsim kaldı ama sadede benim sorumluluğumda olan bir tiyatro oldu Dostlar, bir 30 yıl da böyle geçti.

Nasıl dinleniyorsunuz peki? Bunca tempo nerede yavaşlıyor?
Ben çalışırken dinleniyorum. Öylesine büyük bir keyif alıyorum ki, daha büyük mutluluk düşünemiyorum. Tabii ki spor yapmayı, denize açılmayı ayrıca seviyorum.

50 yılın “en”leri

En büyük başarınız: Onu izleyicilere, eleştirmenlere sormak lazım.
En büyük başarısızlığınız: Dostlar Tiyatrosu’nu ilk kurduğumuz haliyle sürdürememek. Yerleşik bir kültür merkezi oluşturamamış olmak.
En büyük pişmanlığınız: Bir ara babam “Sana bir tiyatro salonu yaptırmanın yollarını arayalım” demişti de ben sosyalist birinin tiyatro sahibi olmasını kendime yakıştıramamıştım. Gençlik işte.
En büyük şansınız: Tiyatrocu olmak.
En yanlış oyun seçiminiz: Bir ara bana jön prömiye rolü de oynattılar. Allah’tan o hataya bir daha düşmedim.
En çok isteyip de yapamadığınız: Uluslararası bir opera sanatçısı olmak.
En büyük korkunuz: Uzun yaşamak... Tiyatro yapamaz hale gelmek.