Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarosoğlu, Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız'ın geçtiğimiz günlerde (10 Ocak 2015) katıldığı bir programda "çocukların altı yaşından itibaren evlenebileceği" yolundaki tartışmaya yol açan sözlerine değindi. "Modern öncesi zamanlarda 25 yaş olgun bir yaşa tekabül ediyordu. Günümüzün 25 yaşı ilk gençliğe tekabül ediyor" diyen Barbarosoğlu, "dolayısıyla günümüz şartları açısından 25 yaşındaki hâkim ve savcıların, çocuk gelinler meselesi kadar tartışmaya açık bir mesele olduğunu düşünüyorum" ifadelerini kullandı.
Barbarosoğlu'nun Yeni Şafak'ta "Tecrübe biriktirilmeyen çağda 25 yaşında hakim olmak..." başlığıyla yayımlanan (23 Ocak 2015) yazısı şöyle:
Çocuk gelinler meselesini konuşuyoruz. Peki delikanlı hakimler, delikanlı savcılar meselesini konuşacak cesaretimiz var mı?
Ne demek istiyorum?
Konuyu layıkıyla anlatabilmek için en iyisi en başından başlayayım.
Adalet Akademisi yaklaşık bir yıldır bendenizden seminer istiyordu. Onlara verdiğim sözü yerine getiremediğim için hiçbir daveti kabul edemedim, bir yıl boyunca. Sözümü niye yerine getiremediğim meselesine gelince... Adalet üzerine felsefi okumalarımı bir türlü tamamlayamadım. Tamamlayamadım, çünkü zihnimde kayıtlı olan sorulara cevap bulmak konusunda Türkiye üzerinden veri toplayabileceğim kaynaklara ulaşmakta sıkıntılarım oldu.
Neredeyse her ay düzenli olarak arayan ve ne zaman geliyorsunuz diyen Hakime Serap Hanım’a her defasında merkezinde suç, suçun tanımı ve suçun cezalandırılmasına dair çarpıcı motiflerin olduğu filmleri söyleyerek öğrencilerin dikkati üzerinden bir tartışma alanı inşa edebileceğimizi söyledim.
Uzun bir süredir yeni teknolojiler, yeni suçlar ve yeni suçlara uygulanmakta olan yeni cezalara dair filmlerin, dizi filmlerin sunduğu izlek üzerinden düşünmeye çalışıyorum. Ne ki bu düşüncelerimi henüz bir tebliğ haline getirecek kıvama ulaştıramadım.
Hakime Serap Hanım, stajyer hakim ve savcılar için Adalet Akademisi'nde uygulanmakta olan beş aylık programın, konferans, seminer bölümünde konuşmacı olduğum için konuşmanın illa ki hukuki bir mesele olması gerekmediğini söyledi.
O halde Tanzimat’tan günümüze hayatın değişen ve süreklilik arz eden yapısı üzerinden bir seminer verebilirdim. Böylece genç hakim ve savcılar için gündelik hayata başka bir pencereden bakmalarına zemin hazırlayabileceğimizi düşündüm.
Çarşamba günü sabah saat 8 gibi evden çıktım. İstanbul trafiği malum. Uçuş saatimiz yarım saat gibi aksadı ve 13 civarı Adalet Akademisi'ne vasıl oldum.
Adalet Akademisi Ankara’nın muazzam bir mevkiinde gayet güzel imkanlarla donatılmış bir yerleşke. Türkiye’nin dört bir tarafından sınavı kazanan savcı ve hakim adayları Adalet Akademisi'ne kabul ediliyor ve yaklaşık beş ay gibi bir süre eğitimden geçiyorlar. Hukuki eğitimin yanısıra ufuk açıcı seminerler, sosyal etkinlikler ve musıki ve sinema üzerine kulüp çalışmaları yapıyorlar. Eğitim boyunca maaşlarını almaya devam ediyorlar.
Eğitim gördükleri sınıflar, uygulamalı duruşma salonları, yemekhane ve yatakhaneleri, birkaç hayvandan oluşan mini çiftliği ile Adalet Akademisi, tatil beldesinde sunulmuş bir eğitim kampı gibi.
Bu kadar güzel imkanlar olunca öğrencilerin birbiri ile rekabet edercesine öğrenme aşkı içinde olmasını beklersiniz doğal olarak öyle değil mi?
İşlerin ters gideceğini, Serap Hanım yaklaşık 400 kişilik bir kitleye seminer vereceğimi söylediğinde anlamıştım.
Bin kişiye de seminer verebilirsiniz. Çok profesyonel davranırsınız, konuşmanızın zihinlerde nasıl yankı bulduğu ile hiç ilgilenmezsiniz; kitleyi elinizde tutmak için bir iki fıkra anlatır ve arada onların ne kadar seçilmiş kişiler olduğunu hissettirirsiniz. Onlar sunmuş olduğunuz iltifatlar ile kendilerini iyi hisseder, o iyi hissedişten sizin payınıza mutluluk düşer. Gökten üç elma düşer. Falan filan. Masal devam eder.
Son günlerde herkes Türkiye’nin dindarlaştığını hayır hayır hiç de dindarlaşmadığını söyleyen iki farklı iddiaya kulak kesilmiş durumda.
Ne ne kadar ilerledi, kim nereye gitti sorusunu her aşamada tartışacak olursak eğer, şunu söylemek isterim: Otuz yaşımdan beri cemiyet önüne çıkıyorum konuşmacı olarak. Kitlenin dinleme kapasitesinin zaman içinde çok düştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.
Sosyal medya ile birlikte insanların dinleme süreleri 45 dakikadan on beş dakikaya kadar inmiş durumda.
Gençler karşılarındaki kişiden bir şey öğrenmek yerine allame google’dan öğrenmeyi tercih ediyor. Nitekim biraz önce paylaşmış olduğum Adalet Akademisi'nde dersliklere çok şık telefon bırakma rafları yapılmış. Neden? Çünkü öğrenciler –ki onlar esasında okullarını bitirmiş, sınavı kazanmış hakim ve savcı adayları- her vesile ile telefon ekranına baktığından, ders veren hocalar sınıfın dinleme kapasitesini arttırmak amacıyla ellerinde cep telefonları olmasa iyi olacak dediği için.
Peki her vesile ile cep telefonuna bakan gençlerin ilgisiz olduklarını söylemek mümkün mü?
Hayır.
Lakin ilgilerini sorumlu oldukları alana transfer ederek merakın coğrafyasında yol alamıyorlar. Günümüz gençlerinin en büyük sıkıntısı bu.
Merak yoksa idrak yok. İdrak yoksa basiret yok. Basiret yoksa adalet yok.
İki saat içinde 400 gençten dört soru alamadım. Soru almak için çırpındım.
Okudukları kitapları sordum beş kişiden cevap geldi. Seyrettikleri filmleri sordum bir cevap çıkmadı. Sorularınızı alayım dedim. Soru gelmedi. Velhasıl hakim ve savcı adaylarının dünyalarına temas edemedim. Lakin başta sormuş olduğum soru ile döndüm.
Bugün 17 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesi olgusuna atıfta bulunurken çocuk gelin tabiri kullanıyoruz. Zamanın hızı arttıkça bireylerin olgunlaşması gecikiyor. Modern zamanlarda bireyler tecrübe biriktiremiyor. Modern öncesi zamanlarda 25 yaş olgun bir yaşa tekabül ediyordu. Günümüzün 25 yaşı ilk gençliğe tekabül ediyor. Dolayısıyla günümüz şartları açısından 25 yaşındaki hakim ve savcıların, çocuk gelinler meselesi kadar tartışmaya açık bir mesele olduğunu düşünüyorum.
Salona baktım, karşımdaki genç kızları ve delikanlıları hakimlik ve savcılık yetkileri içinde düşündüm. O yetkiler, hayata dair henüz hiçbir tecrübe biriktirmemiş bu gençler için fazlasıyla yük.