22 Nisan 2020 22:45
Emel Akal
31 Ekim 1918’de galip devletlerin dayattığı mütareke şartlarını kabul etmeyen asker, sivil pek çok Türkiyeli siyasi aktör, 1919 yılı yaz başında işgal ordularının ve onlarla işbirliği yapmakta olan İmparatorluğun merkezi gücünün, yani Halife Sultanın ve onun hükümetinin elinin yetişemediği kadar uzağa çekildi. Başında Mustafa Kemal’in bulunduğu bir askeri yapının yanında, Anadolu’nun batı illerinde Redd-i İlhak, doğu illerinde Müdafaa-i Hukuk adı altında eşraf, mütegallibe ve aşiretler örgütlendi. Toplanan Erzurum ve Sivas Kongreleri ile direniş kararlılığı tepe noktasına vardı. Anadolu’daki bu toplanma ve karar alma süreçlerinin incelenmesi, bir toplumsal direnişin hangi aşamalardan geçerek örgütlendiğini anlatan bir laboratuvar gibidir.
Önce Erzurum’da yerel, bölgesel içerikli bir kongre toplandı. Kendine güveni yenilenen güçler bir buçuk ay gibi kısa bir zaman sonra, Sivas’ta merkezi ve ulusal çıkarların öne çıkarıldığı bir kongre ile mücadelenin programını ve liderlerini de belirlediler. Sivas Kongresi sonrasında kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) Heyeti Temsiliyesi, İstanbul Hükümeti ile anlaşarak seçim kararı aldı. Bu karar hayati öneme sahipti, çünkü ülkenin savaştan yenik çıktığı ve işgal altında olduğu 1919 koşullarında siyaset kurumu meşruiyetin dayanağını seçimlerde aramaktaydı.
Seçim sonrasında Meclis-i Mebusan Ocak 1920’de İstanbul’da açıldı ve "Misak-ı Milli" adıyla bilinen, direnişin hangi koşullarla biteceğini kararlaştıran kararlar aldı.
İstanbul’da çalışmakta olan Meclis-i Mebusan’ın 16 Mart 1920 de işgal kuvvetlerince basılması ve Meclisin Ankara’yla bağlantısını sürdüren Rauf Bey gibi önde gelen şahsiyetlerin tutuklanması üzerine bir grup mebus Meclisin Ankara’da toplanmasına karar verdiler. Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ile artık işgal altındaki İstanbul’da siyaset yapma olanağının kalmadığını gören bazı mebuslar Ankara’ya geçti. Bu sayı Meclis-i Mebusan’ın ancak beşte biriydi[1] (Tuncer, 2003; 333. Akın, 2001; 50). Zaten Meclis-i Mebusan’da Ankara’daki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) heyeti ile birlikte hareket eden grup da 88 mebustan ibaretti. Dolayısıyla, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi (BMM), büyük ölçüde Ankara tarafından yapılan ikinci seçimde seçilen mebuslardan oluşmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgi belgesi olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir yıl dört ay 22 gün, Erzurum Kongresi’nin toplanmasından dokuz ay sonra, 23 Nisan 1920’de Ankara’da "Büyük Millet Meclisi" adıyla açılan Meclis, işgal koşullarına direnmeye kararlı, İstanbul’un dışında ikinci bir iktidar odağı yaratan güçlerin merkezi oldu.
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastıktan sonra direnişten yana olan askeri kadronun komutanıydı. Aynı zamanda Erzurum ve Sivas Kongrelerine reis seçilmişti; böylece liderliği sivil ve asker aktörlerce de kabul edilmişti. Seçimlerden sonra Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da işgal koşullarında çalışamayacağını ısrarla belirtmiş ve mebus seçilmesine karşın İstanbul’a gitmemişti. Öngörüsünün gerçekleşmesi üzerine İstanbul’dan Ankara’ya gelmek zorunda kalanlar bu tarihten sonra Mustafa Kemal’i mücadelenin tartışmasız lideri olarak kabul ettiler..
23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanması ile birlikte siyasetin merkezi İstanbul’dan Ankara’ya kaydı. Ülkede ikili bir iktidar oluştu. Ankara’da Meclis, onun hükümeti, vekâletler, bürokrasi, ordu vardı; yani bir devletin bütün resmi kurumları faaliyete geçmişti.
1917 Şubat ve Ekim aylarında Çarlık Rusya’sında gerçekleşen devrimlerin Anadolu’ya, dolayısıyla BMM’ne önemli etkileri oldu. Şubat 1917 Devrimi’nden itibaren Rusya’da yaşayan bütün Müslümanlar (Tatar, Kazak, Azeri, Kafkasyalı, Vitoyak, Çeremiş, Oset, Tacik, Kabartay, Türkmen, Kırgız, Özbek ve Yakut, Çuvaş, Kıpçak, Mari vb) örgütlenmiş, kongreler, kurultaylar, konferanslar düzenlemiş ve komiteler, Şuralar/Sovyetler kurmuşlardı. Bu süreçte Rusya Müslümanları kendi talepleri doğrultusunda mücadele araç ve yöntemlerini öğrendiler. Bütün bu faaliyetler Anadolu’da merkezi iktidara baş kaldıran kesim için örnek teşkil etti. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin demokratik ortamı, 1919 genel seçimi ve Ankara’da açılan BMM’nde mebuslara "milletvekili", nâzırlara "vekil" denmeye başlaması kuzey komşuda üç yıldır yaşanan tecrübe dikkate alınmadan değerlendirilemez.
BMM’nin toplandığı Ankara nasıl bir kentti? BMM’yi kuran, Bolşevizm’e sempati ile bakan mücadelenin lider kadrosunu oluşturanlar nasıl insanlardı? 1920’de yirmi yaşında bir genç olan Enver Behnan Şapolyo, o günlerin Ankara’sını ve insanlarını şöyle anlatıyor:
Başta kalpak, belde tabanca, külot pantolon, ayakta çizmeler ... fesli adam yok gibi ... bunlardan başka keçe kulaklı, laz başlıklı, haki çuhadan yapılmış türlü askeri serpuşlar ... Bir bakarsın kapıdan bir kuva-yı milliye kaptanı içeri girer, göğsünde iki sıra fişenkler, belinde bir Çerkes kaması ve yanında bir bomba asılıdır. Bu korkunç adamdan kimse ürkmez, esasen hepimizin kıyafeti bu adama benzemekte idi. Herkesin muhakkak belinde bir tabancası vardı. Mebuslar tabancalı idi. Görüşülen meseleler yalnız cephe havadisi ve Meclis müzakereleri idi.
Milli mücadelede yeni bir ruh taşıyorduk. Bu ruh yeni kıymet hükümleri idi. Eski hayata tamamen düşman, yeni bir hayata susamıştık. Bu ruh haleti bizde pek şiddetli ve hareketli idi. Kabına sığamayan insanlardık. Bu hal, ihtilâl devrinin korkusuz ve yıkıcı galeyânı idi. Ağır yürüyen ve hafif konuşan pek azdı. En ufak bir hadise bizi çılgına döndürüyordu. Derhal yıkmak ve yok etmek istiyorduk. Yaşayışımız pek sade, o kadar ki, sefalete düşen bir insan gibi yoksul hayatı. Hepimiz memleketlerimizden getirdiğimiz elbiseleri, yahut satın aldığımız birer avcı ceketini giyiyor, kilot pantolonlarımızın üzerine bir yün çorap çekiyorduk. Yakalıklı ve kravatlımız pek sayılı idi. Şık giyinen kimse yoktu. Yediklerimiz pek sade idi. Kaldığımız yer boş bir han odası, ortasında bir portatif karyola, bir de iskemleden ibaretti.
Atatürk o zamanlar kırk yaşlarında idi. Suriye cephesinde böbreklerinden rahatsızlandığı için çok zayıftı. Daima avcı ceketi ve kilot pantolon giyer, üzerine de bir yün çorap çekerdi. Elinde bulunan bir yeşil tesbihi çekerdi. Neşeli ve hareketli değildi. ... Mustafa Kemal bir bağ evinde aynı yoksul hayatı yaşamakta idi (Şapolyo, 1967; 145, 177, 180, 186, 192).
Komintern görevlisi olarak İstanbul üzerinden Ankara’ya gelen heyetin üyelerinden biri olan Fransız sosyalisti Magdeleine Marks’ın gözünden Ankara’yı tanımaya çalışmak ise acı vericiydi:
Gerçekten de Ankara burası mıydı? Bu tuhaf, yoğun taş yığınları, bu çıplak arazi, bu bomboş grilik, bu hüzün müydü? Sağda solda görülen bu ha yıkıldı ha yıkılacak harabelerin arasından uzanan ortası tümsek geçit, yol muydu, sokak mıydı? Yani yeni başkentin insanları geniş kuşaklarını kemer gibi bağlamış, kocaman cepli şalvarlar giyen bu köylüler miydi? Bu kentin dükkânları, bu girişleri mağaraya benzeyen izbe delikler miydi?
Bizler gazetelerde bu memlekette bir devrim olduğunu okumuştuk. Peki nasıl oluyor da gözlerimizin önünde bunca sefalet varken, böylesine perişan bir gerilik gözlenirken, bu koskocaman açılmış gözlerde bu kadar az umut olabiliyor? Burada sanki Rusya’dan bir köşe bulmuş gibiydik: Kaynar çayın buharında ve sigara izmaritlerinin dumanında sürüp giden bitmek tükenmek bilmez konuşmalar, şaşırtıcı kibarlık gösterileri, tutkuyla savunulan fikirler, gecenin içinde yankılanan şarkılar.
Yorgun ve sıska eşeğini dürtükleyerek yol alan şu yaşlı ve şaşı adam ile birkaç adım gerisinden gelen bir sürü örtünün altında gizlenmiş kadınlar, trahomun kemirip tükettiği sapsarı suratlı çocuklar... Suratları yolun taşlarıyla aynı renk, sırtları forsaya çakılmış kölelerinki gibi iki büklüm insancıklar...
Bugün bir okulu ziyaret ettik. Okul pislik içinde ve yamru yumru, daracık bir sokaktaydı. Okulun tek sınıfı, iki tane küçücük pencereden az ışık alabilen bir odaydı. İçerisi çok berbat kokuyordu ve bu ortamda nefes almak bile çok güçtü. Üstleri başları yırtık pırtık otuz kadar çocuk ve yirmi kadar tabure vardı. Bir kara tahta, bodur masalar, ilk bakışta yaşlı bir büyücüye benzeyen bir öğretmen... Genizden gelen bir sesle tutuk, kekeme bir okuyuş. Ders Kuran dersi. Çocukların her birinin önünde sararmış, koskoca birer kitap vardı... tüm sınıf hep bir ağızdan ve ağlamaklı bir sesle birlikte okuyorlardı (Marks, 2007; 96, 97, 99-100, 103, 111).
İşte Meclis, 600 yıllık imparatorluğun sadece asker devşirilecek bir yer olarak baktığı böyle bir yerde çalışmaya başlıyordu.
BMM, ülkenin işgal altında olduğu zor koşullarda yekvücut olduğunu kanıtlamak için "particiliği" reddederek çalışmalarına başladı. Aslında BMM açılmadan önce, Sivas Kongresi’nde hem "ittihatçılık", hem de "particilik" reddedilmişti. Bir tür "cephe" kurulmuş, vatan toprağı işgalden kurtuluncaya kadar birlik ve beraberlik içinde davranmak gerektiğine her kanattan siyasi, birlikte karar vermişti. Bu doğrultuda hazırlanan yemin şöyleydi: "… vatanın bugün duçar olduğu mesaib [musibetler] ve felaketin müsebbibi bulunan İttihat Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut fırka-i siyasiyeden [siyasi partilerden] hiçbirisinin amâl-i siyasiyesine hadim olmayacağıma [siyasi emellerine hizmet etmeyeceğime]) vallahi, billahi" (İğdemir, 1999; 18).
Bu tutum, bundan yüz yıl önce işgal altına alınmış bir ülkede birlik ve beraberliği sağlamak kararında olanların nasıl bir sağduyu ile hareket ettiğinin en büyük kanıtıdır. BMM’nin çoğunluğunun hangi toplumsal çıkar grupları adına mücadele ettiğine baktığımızda ise, alınmış olan bu karar işi zorlaştırmaktadır. Çünkü Meclis’te pek çok grup vardır ama açık ve net programlara sahip olan partiler yoktur.
Osmanlı Devleti’nde 1876’da başlayan, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile devam eden süreç, anayasalı ve parlamentolu bir düzene geçiş süreciydi. Osmanlı Devleti de 1789’da başlayan, bütün iktidarı elinde tutan kral/imparator/hükümdar/padişah vb.nin elinden iktidarın alınarak burjuvazinin egemenliğindeki halka verilmesi sürecini yaşadı. Avrupa’da kuvvetin tek elde toplanması yerine dağıtılması, ‘kuvvetler ayrılığı’ kavramı ile bilenen iktidarın yasama, yürütme ve yargının eline verilmesi, güçlerin birbirini kontrol evresi başladı. Aşağı yukarı yarım asırdır son derece sancılı, inişli çıkışlı geçen mücadelelerle Osmanlı Devleti mutlakiyetten meşrutiyete geçişin taşlarını döşedi. Bu sürece son noktasını koyan ise 1920’de Ankara’da açılan BMM oldu. Meclis’in çekirdek lider kadrosu bu kez sadece meşrutiyeti değil, cumhuriyeti hedeflemişti. "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" demek, iktidarın Halife Sultanın elinden alındığı ve saltanatın sonlandırıldığı anlamına gelmekteydi. Bu ise adı öyle konmamış bir cumhuriyet idaresi demekti. Elbette saltanat ve hilafetle temsil edilen eski çıkar çevreleri böylesi bir süreçte egemenliklerini kaybedecekleri için bu sürece karşı durdular..
BMM’deki mücadele, Osmanlı Devleti’nin kapitalist modernleşme çabasının son safhasıydı. İstanbul ve Anadolu’da giderek güçlenen sanayi, ticaret, tarım burjuvazisi artık iktidar adayıydı. Her ne kadar kuzey komşudan gelen eşitlikçi rüzgarlar çok kuvvetli esse de, sonuçta iktidara aday olan emekçiler değil burjuvaziydi. 1920-1923 BMM sürecinde "Cumhuriyetçiler"le "Saltanatçılar" arasındaki savaşı "Cumhuriyetçiler" kazanacaktı.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün dünyada yükselen siyasi rejim "cumhuriyet"ti. Türkiye’nin yanı başında Rus Çarlığı’nın yerine kurulan ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’, ‘Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’ ve benzerleri Ankara’daki Meclis’e esin kaynağı oldular. Üstelik bu tarihte dünyada sadece otuz civarında devlet vardı. Bugün Asya, Afrika’daki devletler o tarihte henüz Batılı devletlerin sömürgesiydi.
BMM’de 363 milletvekili vardı. Ancak toplantılara genellikle 200 civarında milletvekili katılırdı; kararlar da 100’ün biraz üstünde milletvekilinin onayıyla alınırdı. BMM’de kararların alınmasını sağlayan bu çoğunluk kimi temsil etmekteydi? Bu mebuslar kimin çıkarlarının savunucusuydular?
BMM’ne seçilen milletvekilleri esasen askeri ve mülki erkânın içinden gelenler, dönemin kimi aydınları, mücadeleye kazanılan ülkenin taşra eşrafı ve din adamlarıydı. Hareketin siyasi taşıyıcılığını yapan ilk iki kesim 18 ve 19. yüzyıl Fransız düşünürlerinin görüşlerini yakından bilen, birçoğu Dârülfünun, Mülkiye, Tıbbiye, Harbiye’den sonra Avrupa’da tahsil görmüş, Osmanlı’nın yetiştirdiği entelektüel kuşağın önde gelenlerini içermekteydi. Bu kadroların büyük çoğunluğu laik bir Cumhuriyet fikri ile uzun zaman önce tanışmıştı.
Bu kadrolar, Anadolu’ya geçtiklerinde çok çarpıcı iki durumla karşı karşıya kaldılar: İlki Anadolu’da halkın kabul edilemez yoksulluğuydu. Anadolu’da halk yığınları iki bin yıl önce nasıl yaşıyorsa, hâlâ öyle yaşamaktadır: Karasabanla yapılan tarım, gaz lambalarıyla aydınlanan evler, hastane, yol ve benzerlerinin yokluğu... koyu bir taassubun içinde yaşayan bir halk. İstanbullu, Paris’i, Berlin’i görmüş milletvekilleri, Anadolu’nun terk edilmişliği, ihmal edilmişliği, halkın inanılmaz yoksulluğu, çaresizliği karşısında samimiyetle sarsılmışlardı (Yakup Kadri’nin Yaban’ını; Halide Edib’in kitaplarını hatırlayalım).
İkinci çarpıcı durum ise, kuzey komşudan gelen Devrim haberleri ile bu yoksulluktan kurtuluş çaresinin Bolşevizm olabileceği düşüncesinin yaygınlığıydı. Verili toplumsal sistemin ciddi bir sınıfsal eleştirisi yapılmadan da olsa ilk yıllarda Meclis’te Bolşevizm’e yönelik belirgin bir sempati vardı.
Yeni bir anayasa yapmak için kurulan komisyon adına konuşan Burdur milletvekili İsmail Suphi Soysallıoğlu’nun şu sözlerini Meclisin çoğunluğu paylaşmaktaydı: "Türkiye köylüsü yine Balkan’da, yine Karadağ’da, yine Şark cephesinde, yine Yemen’de ölmüş, ölmüş, ölmüştür". Tanzimat ve meşrutiyet idaresinde asker, ulema ve memur sınıflarının baskısının kalkmadığını anlatan İsmail Suphi, savaş zamanlarında "Türk köylüsü, Kürt köylüsü, alelûmum bu memleketin köylüsü"nün "Jandarmanın kırbacı altında, memurun tazyiki altında, öküzünü satarak, teknesini satarak ölmüş, ezilmiş, harap olduğunu" içtenlikle anlatmakta ve şöyle devam etmekteydi:"Halkın ihtiyacını düşünmek, yukarı tabakanın aşağı tabakaya doğru inerek, halkı anlamak, dinlemek, birlikte yükseltmek emelleri baş gösterdi. Fakat bunlar ihtilâl gulguleleri ve harp topları arasına karıştı, gitti, hiçbir netice hâsıl edemedi. Efendiler, bugün dünyanın pek az yeri vardır ki bizim üzerinde yaşadığımız zulümdȋde [zulme mâruz kalmış] topraklar kadar harabȋye düçar olsun [harap duruma düşsün]. Çin’e gitseniz, Japonya’ya gitseniz, Afrika’ya gitseniz, ancak akvamı vahşiyenin [vahşi kavimlerin] oturduğu topraklardan gayri hiçbir toprak bulamazsınız ki bu memleket kadar küllük, harabe, baykuş yuvası olsun" (tbmm.gov.tr).
İsmail Suphi bir başka konuşmasında Meclisin amacını ve niyetini şu sözlerle ifade ediyordu:
Mütareke, bize icbar edilen muahedenin [mecbur bırakıldığımız antlaşmanın] zalim, katil ahkâmı [hükümleri] Meclis-i Âlinizi [Yüksek Meclisinizi] buraya toplamıştır. Biz burada esasen bu inkilâp için toplanmadık; esas itibariyle bir müdafaa-i meşrua [meşru savunma] için toplandık. Cihanşümul [evrensel] bir müdafaa için, hakk-ı hayatımızı, bütün dünya, denizler gibi üzerimize gelse bile, yine müdafaa için toplandık, azim ve ısrarla toplandık. Fakat efendiler, burada toplandıktan sonra gördük ki bu memleketi zaafa sürükleyen yalnız tesvilât-ı hariciye [dışardan gelen yalanlar, hileler] değildir. Memleketin illetlerinin, dahili su-i idarenin [içerdeki kötü idarenin)] büyük bir tesiri vardır. Gözümüzün önünde akan kanların, yıkılmış yuvaların; köylülerin eminlerinin tesiriyle kendiliğimizden; ıslah ve inkilâp zaruretini anladık ve yeni bir idare kurmak için bir takım istihzarat [hazırlıklar] yapmağa başladık. Binaenaleyh, bugün Meclis-i Âliniz müdafaa için toplanmış olmakla beraber, bu memleketi, bu milleti yaşatmak için en iyi esas nerede ise onu bulmağa ve lede’l-hâce [ihtiyaç olduğu için] her şeyden inkılap yapmağa her şey ve her şey yapmağa karar vermiştir.
Yüz yıl önce Ankara’da bir araya gelen milletvekilleri, yüz yıl sonra bugün ortadan kaldırılan BMM’nin temellerini bu heyecan ve inançla attılar. Türkiye yüz yıl öncesinden geriye gidemez. Dünyanın içine düştüğü iklim krizi ve Coronavirüs salgınının bizlere yaşattığı koşullarda, gerçekten emekçilerden yana demokratik bir sistem inşâ etmenin imkânlarını bir kez daha düşünüyorsak, 23 Nisan 1920 örneği hâlâ anlamını koruyor.
Akal, Emel. 2012. Milli Mücadele’nin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm. İletişim Yayınları: İstanbul.
Akın, Rıdvan. 2001. TBMM Devleti (1920-1923). İletişim Yayınları: İstanbul.
Demirel, Ahmet. 1995. Birinci Meclis’te Muhalefet. İletişim Yayınları: İstanbul.
İğdemir, Uluğ. 1999, Sivas Kongresi Tutanakları. Türk Tarih Kurumu: Ankara.
Marks, Magdeleine. 1921-1922. İstanbul-Ankara. Makaleler-Anılar. 2007. Sosyal Tarih Yayınları: İstanbul.
Şapolyo, Enver Behnan. Tarihsiz. Kuvayı Milliye Tarihi Gerilla.
tbmm.gov.tr
Tuncer, Erol. 2003. Osmanlı’dan Günümüze Seçimler (1877-2002). TESAV Yayınları: Ankara.
[1] İstanbul Meclis-i Mebusan’ına kayıtlı 451 mebustan ancak 80-90 civarı Ankara’ya gitti. Rıdvan Akın’a (2001; 50) ve Ahmet Demirel’e göre (1995; 92-100, 137) 88, Tuncer’e (2003; 333) göre ise 92 mebus Ankara’ya taşındı.
Bu yazı Ankara gazetesi Solfasol’un işbirliğiyle yayımlanmıştır. Yazara ve Solfasol’a teşekkür ederek...
© Tüm hakları saklıdır.