Reel sektörde 2009’un sonuna doğru kıpırdanma olacağını savunan Güler Sabancı, “Kritik konu kredi musluklarının açık tutulması ve piyasalara gereken likiditenin sağlanması” dedi.
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, Radikal gazetesine (5.1.2009) krize yönelik bir değerlendirme yaptı. Yılın ilk çeyreğinin harekete geçmek için kritik bir zaman olduğunu söyleyen Sabancı, ekonomik yavaşlamayı geriye çevirmek için boş geçen her günün işleri daha da zorlaştıracağına ve bunun bazı siyasi maliyetleri de doğuracağına dikkat çekti.
Reel sektörde 2009’un sonuna doğru bir toparlanma ve kıpırdanma beklediğini ifade eden Sabancı, “Krizle baş etmek için neler yapılması gerektiğini dünya nispeten daha iyi biliyor ve uygulamaya başladı. Bu alanda kritik konu, kredi musluklarının açık tutulması ve piyasalara gereken likiditenin sağlanmasıdır” dedi.
İşte Güler Sabancı’nın değerlendirmesi:
Geçen yıl yaptığım açıklamada 2008 yılının dünya için belirsizlikler yılı olacağını, 2008 başında pek çok şeyin tam anlamıyla ‘bıçak sırtında’ durduğunu ve ne tarafa düşeceğini kestirmenin son derece güç olacağını ifade etmiştim.
Türkiye’nin bu belirsizliklerden dolayı temkinli ve tedbirli olması gerektiğini, Avrupa Birliği sürecine ivme kazandırılması, verimliliği arttıracak mikro düzenlemeler ve geriye kalan yapısal reformları bir arada ve eş zamanlı yapmak zorunluluğundan bahsetmiştik.
Üzülerek belirtmem gerekir ki, 2008 yılı, tahmin ettiğimizin de ötesinde pek çok olumsuzluğun gerçekleştiği bir yıl oldu. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde çok sayıda banka, yatırım bankası veya finans kurumu krizin kurbanı oldu. Bu kurumların birçoğu bağlı oldukları ülkelerin hükümetleri tarafından, efektif olarak, satın alınarak devletleştirildiler. ABD yönetimi, Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri ve merkez bankaları piyasalara milyarlarca dolar enjekte ettiler. Ancak birçok finansal krizin temelinde olduğu gibi bu krizin temelinde de derin ‘güven kaybı’ yatmaktadır ve bu güvenin hâlâ tam olarak sağlanamadığını görüyoruz.
2008 yılında Türkiye
Türkiye, 2008 yılını ağırlıklı olarak iç siyasete odaklı geçirmiştir. Yaz sonlarına kadar AKP’nin kapatılma davası, daha sonra da halen devam eden yerel seçimlere odaklı bir siyasi iktidar ve muhalefet gözlenmektedir. Terör, son yıllardaki çıkışını 2008’de de devam ettirerek önemini korurken, dış politikada gerek komşularımızla olan ilişkilerimizde gerekse Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliği gibi konularda sevindirici gelişmeler yaşanmıştır.
2008 başında bahsettiğimiz reformların bir kısmı halen yapılmamakla beraber pek çok ülke ile karşılaştırıldığında olumlu görününen Türk ekonomisi, son çeyrekte dünyadaki aşırı olumsuz ekonomik gelişmelerden etkilenmiştir. Aynı dönemde ekonomi yönetimi birçok tedbir almasına rağmen piyasaların beklentileri tam olarak sağlanamadığı için reel sektörde önemli düşüşler görülmektedir.
Ülkemizin geçmişteki krizden bu yana altyapısını sağlamlaştırmış bir bankacılık sektörü olmasına rağmen, piyasalarda likidite sıkıntısı doğmuştur. Para politikamız ve ilgili kararları doğru yönde olmasına karşın büyüme hızımız önemli düşüş göstermektedir. Geçtiğimiz 2001-2007 yılları arasında yakalanan ekonomik başarının önemli çıpası olan IMF ve AB konularında ise; maalesef IMF ile anlaşma 2009 yılı başına kalıyor gözükürken, AB süreci öncelikler listesinde oldukça gerilere düşmüş izlenimini vermektedir.
2009 yılına girerken, dünyada ABD ve AB ülkelerinin hükümetleri ile Merkez Bankaları doğru yönde ve birlikte hareket etmeye devam ederken, ABD’de yeni yönetimin iktidara gelmesinin piyasalara güven vermeye katkısı olacağına inanıyoruz.
İki boyuttan biri
Dünyada yaşanan ekonomik krizin iki boyutundan birisi olan reel sektörde 2009’un sonuna doğru rahatlama ve tekrar kıpırdanma olacağını sanıyorum. Zira bununla baş etmek için neler yapılması gerektiğini dünya nispeten daha iyi biliyor ve uygulamaya başladı. Bu alanda kritik olan, kredi musluklarının açık tutulması ve piyasalara gereken likiditenin sağlanmasıdır. Tabii bu da mali sektörün sıhhatine bağlıdır. Bu alanda ülkeler tarafından hayata geçirilen önlemler faydalı olacaktır.
Öte yandan, krizin ikinci boyutunda, dünyadaki mali sektörün bilançolarının düzelmesi, ‘toksik asset’lerden kurtulmaları, daha sağlıklı bir gelir akımına kavuşmalarının bugün tahmin edilenden daha uzun, 5-8 yıl süreceğini düşünüyoruz. Tabii bu arada, mali sistemin yeniden yapılanması, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonunda oluşan uluslararası yapının tekrar gözden geçirilmesi ve yeniden tasarlanması dünya gündemini önemle meşgul edecektir.
Göz önünde bulundurulması gereken husus ise, bu değişimlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi, Batı tarafından dikte edilemeyeceğidir; dünya dengelerinde önemli değişiklikler olmuştur. 10, 15 yıldır zaten gözlediğimiz, üretimin ‘Batı’dan BRIC(T) diye andığımız ülkelere, özellikle Çin ve Hindistan’a, doğru kaymış olması, ilk ağızda buralarda hızlı gelir artışına yol açmıştır. Bununla birlikte, bu ülkelerde hızlı bir şekilde, insan kaynaklarında çok önemli gelişmeler olmuştur. Son zamanlarda sırf ucuz üretim alanı olmaktan çıkıp, pek çok alanda ARGE’nin de kaynağı olmaya başlamışlardır. Ayrıca buraları dünya genelinde tasarrufun tüketimden çok olduğu ender ülkelerden olduğu için, önümüzdeki yıllarda ihtiyaç duyulan likiditenin de kaynağı bu ülkeler olacaktır.
Gerek piyasaların boyutları ve üretim güçleri, gerek insan kaynaklarındaki hızlı gelişme, gerekse ellerinde biriken mali kaynaklara bakıldığında bu ülkelerin yeniden yapılanacak dünya düzenine ağırlıklarını koyacakları gözükmektedir.
“Ülkemizin önüne önemli fırsatlar çıkacaktır”
Mali alanda regülasyonların daha kısıtlayıcı olduğu, reel alanda piyasaların daha çeşitli ve akışkan; firma bazında ise ‘sürdürülebilirliğin’ daha önem kazanacağı bir dünya düzenine doğru ilerleyeceğiz. Bu düzende ülkemizin önüne önemli fırsatlar çıkacaktır. Ülkemizin de bu uzun vadeli önemli oluşumlarda etkin temsil edilmesi bu açıdan daha da önem kazanmaktadır.
Türkiye’de ise Hükümet yetkililerinin açıkladıkları gibi IMF ile bir anlaşma zemininin en kısa zamanda yaratılacağını ve bunun da uluslararası likidite imkânlarını Türkiye’ye açacağını düşünüyorum. Ayrıca durgunluğun aşılmasındaki en önemli araçlardan olan iç talebin yeniden canlandırılması konusunda da hâlâ alınması gereken tedbirler vardır.
Ekonomi açısından yılın birinci çeyreği harekete geçmek için kritik bir zaman olacaktır; ekonomimizdeki yavaşlamayı geriye çevirmek icin boş geçen her gün işleri daha zor kılacaktır. Tabii bunun siyasi maliyeti de olacaktır. Bu, Avrupa Birliği ilişkileri için de geçerlidir; en Türk dostu olanlar bile önemli adımlar gerçekleşmediği takdirde sürecin zora gireceğini açık açık söylemektedirler. Avrupa Birliği ile ilişkileri yeniden canlandırmalı, yaşanan ekonomik krizi fırsata çevirmeli ve bu süreçte bu ilişkiye daha fazla asılmalıyız. 29 Mart Yerel Seçimleri atılması gereken bu adımlar için engel değil, önünü açıcı olmalıdır.
İşsizlik problemi
Ülkemizin en önemli problemlerden biri işsizliktir. Bu konuya ayrıca değinmek istiyorum. Türkiye yılda yüzde 6 - 7 büyüdüğü dönemde dahi işsizliği yüzde 9’un altına indirememiştir; bu demektir ki memleketimizde işsizlik, temelinde ‘talep eksikliği’nden kaynaklanmaz, ‘yapısal’dır.
Elbette büyümenin artması, işsizliği azaltması dahil, pek çok müspet gelişmeye imkân yaratacaktır ama Türkiye’nin bu kritik derdine tek başına çare olamayacaktır. Gerek iş gücünün dağılımı, gerekse maliyetinde yapısal bir takım değişiklikleri hedef alan düzenlemeler gerekecektir. İş gücünün toplam maliyetinin verimine olan oranını düşürmeden işsizliğe çare bulmak, enflasyonu daha da aşağıya çekmek ve rekabetçi bir dünya ortamında dış açığımızla baş etmek hemen hemen imkânsızdır. Alınacak tedbirler mutlaka işgücü maliyetini aşağı çekecek ve verimlilik artışını özendirecek yapısal önlemleri içermelidir. Ve bu sebeple 2009 yılında, tekrar bu ve bunun gibi önemli yapısal reformlara odaklanmalıyız.