Gündem

1964: Bir adım ötesi dönüşü olmayan yolun başında

Yunanistan uyruklu İstanbullu Rumlar 12 saat içinde sınır dışı edilecekti. Yanlarına 20 dolar ve 20 kilo eşya alabilirlerdi. Sınır dışı edilen 12 000 Rum’u elbette aileleri de takip etti. Birkaç ay içinde 40 bini aşkın İstanbul Rumu şehirlerini, evlerini,

02 Mart 2014 18:11

Samim Akgönül

1990’lardan beri, İstanbul entelijansiyası Kürt başkalığını keşfedip İstanbul’un hayallerde kalmış kozmopolitliğini özlemeye başladığında yeni bir literatürle karşılaştık. “Gökkuşağının kaybolan renkleri”, “Beyoğlu’na kravatsız girilmezdi” mottolarıyla özetlenebilecek bu yukarıdan bakan, acıyan nostaljik edebiyat hayırlara vesile oldu. Aşağı yukarı 20 senedir Türkiye’nin yerel kadim halklarının  nasıl yok edildiği  ve “mermer” olduğu haykırılan Türkiye toplumunun hangi aşamalardan geçerek bu duruma ulaştığı konusu bilimsel araştırmalara konu ve sanatsal  etkinliklere esin kaynağı haline geldi.

Toplumların tarihlerindeki dönüm noktaları, kırılma noktaları teker teker yeniden hafızamıza işlenmekte. 2005, 6/7 Eylül 1955 gecesi ülkedeki Müslüman olmayan İmparatorluk bekasına nefret kusulmasının 50. Yıldönümüydü. Kitaplar yazıldı, sergiler açıldı. 2013, 1923 zorunlu nüfus mübadelesi ile Anadolu Rumlarının evlerinden, anne babalarının mezarlarından, tarlalarından sökülüp atılmasının 90. Yıldönümü idi. Onlarca toplantı konferans düzenlendi. Kitapları yayınlanacaktır. 2015, malum, 1915’te Anadolu Ermenilerinin yok edildiği sembolik tarihin 100. Yıldönümü. Hafızalarda yer alacak etkinlikler düzenlenecektir. Bütün bu tarihler arasında unutulan bir tarih var: 1964. Rıdvan Akar ve Hülya Demir’in kitaplarına verdiği güzel isimle İstanbul’un son sürgünlerinin[1] hafızasına kazınmış ancak Türkiye’de kamuoyunun  hastalıklı bir beynin travmalarını belleğinin derinliklerine gömmesi gibi unuttuğu, unutturulduğu bir tarih.  2014, 50. Yıldönümü.

Biraz filmi geriye saralım. Kimdir bu insanlar? Neden kovulmuşlardır? Ve sürgünleri neden geri dönüşü imkansız bir şekilde İstanbul’da Rum varlığının sonunu getirmiştir? Artık bilindiği gibi Ocak 1923’de, herkesin dilinden düşürmediği ancak kimsenin açıp okumadığı Lozan antlaşmasından altı ay önce, Türkiye ve Yunanistan arasında zorunlu bir nüfus mübadelesi sözleşmesi imzalanır. Bu sözleşmeye göre Yunanistan ordusuyla Anadolu’yu terk eden yüzbinlerce Rum’un geri dönmesi kesinlikle engellenmiş, bunlara özellikle iç Anadolu Ortodokslarının eklenmesiyle yaklaşık bir buçuk milyon Ortodoks Yunanistan’dan ve adalardan gelen beş yüz bin kadar Müslümanla yer değiştirmek zorunda kalmıştır.

Mübadelenin iki istisnası vardır: artık yerel bir kiliseye dönüşen Patrikhane’ye bir cemaat oluşturmak için şehre 1918’den önce yerleşmiş İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları. Böylece 1923 sonrasında da İstanbul’da hatırı sayılır (yaklaşık 150 000 kişi) bir Rum Ortodoks azınlığı Türkiye vatandaşı olarak kalabilmiştir. Bu gruba 1930 Ankara anlaşmasıyla yeni bir grup eklenir. 12 000 kadar İstanbul Rumu Yunanistan vatandaşı olarak kalmak kaydıyla şehirlerinde yaşayabileceklerdir.  Bu tarihten itibaren on yıllar boyunca Türkiye uyruklu ve Yunanistan uyruklu İstanbul Rumları beraber yaşamışlar, aynı evleri aynı mahalleleri paylamışlar, ortaklıklar kurmuşlar, evlenmişler çoluk çocuğa karılmışlardır. Ta ki “Kıbrıs” meselesi hayatlarına girene kadar.

Kendilerinden binlerce kilometre uzakta cereyan eden bu meselenin İstanbul Rumlarının günlük hayatlarını altüst etmesi yukarıda da belirtildiği gibi 1955’de olur. Bu tarihte Demokrat Parti iktidarı ve dönemin “derin devleti” Dünya kamuoyuna Türklerin Kıbrıs konusunda ilgisiz olmadığını ispatlamak için aylarca süren, nefret söylemi ve iç düşman yaratma tekniklerinin kullanıldığı bir basın kampanyasından sonra Taksim’de bir nümayiş düzenlemiş,  1950’lerin başından beri İstanbul’un çeperlerine yerleşen iç göç kurbanlarını Beyoğlu, Tünel, Şişli ve Adalar gibi semtlerde Rumların üstüne saldırtmıştır. Binlerce dükkan ve evin yağmalandığı, cinayet ve tecavüzlerin gerçekleştirildiği, kiliselerin yakıldığı 6/7 Eylül 1955 gecesi İstanbul Rumlarının ilk travmasıdır. Ancak sanıldığının aksine bu geceden sonra Yunanistan’a büyük bir göç başlamamıştır. Patrik Athenagoras ve azınlığın ileri gelenleri korkan Rumları şehirlerinde kalmaya ikna edebilmişlerdir. Ancak bu olay daha sonra Rumların ülkelerini terk etmelerinde önemli bir itici faktör olarak kalacaktır.

Kıbrıs meselesi, 1960’da adada bir devletin kurulmasıyla kısmen de olsa durulur. Ancak bu devletin anayasası ilk Cumhurbaşkanı Makarios tarafından devletin işlemesine engel olarak görülmektedir. Makarios’a göre bu blokajı kaldırmanın tek yolu Anayasa’da yapılacak 13 değişiklikle rejimin sadeleştirilmesi, adada yaşayan Türklere bir nevi “azınlık”  statüsü verilmesidir.  Kendi azınlıklarına nasıl muamele ettiğin bilen Ankara bu değişiklik  denemesini kabul edilemez bulur ve adayı askeri bir müdahale ile tehdit eder. Bu arada İstanbul basını olağan şüpheli İstanbul Rumlarını hedef göstermeye başlamış, “düşman yaratma” teknikleri tekrar yürürlüğe konulmuştur. Türkiye’nin müdahale isteği Küba Krizi ve Kennedy suikastının  şokunu atlatamamış ABD tarafından sert bir şekilde dizginlenir. Meşhur Johnson mektubu ile Türkiye herhangi bir Sovyet saldırısına karşı yalnız bırakılmakla tehdit edilir ve İsmet İnönü büyük bir gurur kırıklığı içinde  tehditlerini yutmak zorunda kalır. Böyle gergin bir ortamda aylardır yaratılan öfke ve heyecanı süratle başka bir hedefe yönlendirmek şarttır. Ve elbette ideal kolay lokma hükümetin elinin altındaki İstanbul Rum azınlığı olur. Makarios’a destek vermekle suçlanan Yunanistan’ı zor durumda bırakmak ve bilenen milliyetçi tepkiyi kullanmak için Türkiye tek taraflı olarak 1930 Ankara anlaşmasını feshettiğini açıklar. Böylece İstanbul Rumlarının şaşkınlık ve panik içinde damdan düşer gibi öğrendikleri 12 mart kararı gelir : Yunanistan uyruklu İstanbullu Rumlar 12 saat içinde sınır dışı edilecekti. Yanlarına 20 dolar ve 20 kilo eşya alabilirlerdi. Sınır dışı edilen 12 000 Rum’u elbette aileleri de takip etti ve birkaç ay içinde 40 000’i aşkın İstanbul Rumu şehirlerini, evlerini, işlerini, okullarını, sevdiklerini geri dönmemek üzere terk etmiş oldular. Günümüzde ise birkaç bin Rum yüzlerce yıllık bir tarihin cılız tortuları olarak varlıklarını sürdürebildiler[2].

Bu az bilinen olayın 50. Yıldönümü dolayısıyla Babil derneği inisiyatifi, Bilgi Üniversitesi işbirliği ve konu üzerinde çalışan birkaç araştırmacının katkılarıyla bir dizi etkinlik gerçekleştirilecek. Bu etkinliklerin en önemlileri 4-30 Mart arası Tütün Deposunda gerçekleştirilecek “20 Dolar 20 Kilo” sergisi  ve 31 Ekim-1 Kasım tarihlerinde Bilgi Üniversitesinde gerçekleştirilecek uluslararası sempozyum olacak[3]

 

 



[1] Hülya Demir, Rıdvan Akar, İstanbul’un son sürgünleri, Belge yayınları, 1999.

[2] Bu sürecin bütününü görmek isteyenler benim Türkiye Rumları: Ulus-Devlet Çağından Küreselleşme Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci (İletişim, 2007) isimli kitabıma bakabilirler.