19. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarına köle olarak getirilen "Arap"lar artık ten renklerinden başka bir miraslarının kalmadığını belirterek Türkiye'de bir sandalye edinmek istiyor.
Milliyet gazetesinden Miraç Zeynep Özkartal'ın haberi şöyle:
Onlar Afrotürkler... 19. Yüzyılın sonlarından beri buradalar. Köle olarak gelip özellikle İzmir çevresinde pamuk tarlalarında çalışmışlar. 1926’da TC kimliklerini almışlar. Şimdi artık dernekleri var. “Derimizden başka hiçbir şey kalmadı geçmişten” diyorlar. İstekleri ise “Bu toplumun sözleşme masasında bir sandalye edinmek.”
“Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor.” Ne kadar bildik, alelade bir tekerleme değil mi?
Peki ya size bu tekerlemenin sayısız çocuğun hafızasında hâlâ açık bir yara olduğunu söylesem? Sırf bunları duymamak için yağmurlu günlerde okula gitmediklerini? Siyah renklerini açmak için çamaşır suyu içtiklerini?
Hayır, olay uzaklarda geçmiyor. Burada, Türkiye’de, yanı başımızda.
Cezayir toplantı salonunda, “Anadolu Kültüründe Afrotürkler” söyleşisindeyiz. Afrikalılar Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Mustafa Olpak anlatıyor:
“Ben sırf bu tekerlemeyi duymayayım diye okula ara verdim. Ancak ilkokulu bitirdim. Bize neden Arap dediklerini de yıllar sonra öğrendim. Hacca deve yoluyla gidildiği dönemde, konu komşuya Hacca gittiğinin kanıtı olsun diye orada siyah çocuklar kaçırılıp getirilirmiş. Onların hepsinin nüfus kağıtlarında doğum yeri Arabistan yazar. Arabistan yarımadasında siyah yoktur ama bu yüzden Arap kalmış siyahların adı. Bafa, Milas, Söke bölgesinde dedeleri böyle getirilmiş binlerce kişi var.”
Yalnız beyazlar mı kullanıyor “Arap” sözcüğünü? Hayır. Yapılan bir araştırmada Afrotürkler kendilerini önce Türk, sonra Arap, sonra da Müslüman olarak tanımlıyorlar.
Güpegündüz mülteci kaçırıyorlar
Mustafa Olpak 2002 yılında karar vermiş derneği kurmaya, 2006 yılında açılışı yapmak için üç otobüsü doldurup İzmir’den yola çıkmışlar. Bergama civarında jandarma bir bakmış, bir otobüs siyah insan. Sonra bir otobüs daha, bir tane daha.
“Güpegündüz mülteci kaçırıyorlar” deyip durdurmuşlar. Otobüslerdeki herkesin TC kimliği olması besbeter şaşırtmış onları. Çünkü Afrotürkleri hiç duymamışlar daha önce.
Oysa onlar 19. Yüzyılın sonlarından beri buradalar. Köle olarak gelip özellikle İzmir çevresinde pamuk tarlalarında çalışmışlar. 1926’da Medeni Kanun’la birlikte ise TC kimliklerini edinmişler. Söyleşiden sonra açılışı yapılan fotoğraf sergisinin afişindeki Hatice Karaboğa mesela doğma büyüme Torbalı’lı, TC vatandaşı.
Afrotürklerin bir de bayramları var. Yıllarca devam edip sonra unutulmaya yüz tutmuş Dana Bayramı’nı birkaç yıldır canlandırıyor dernek. Dana Bayramı, bir Türk baharı karşılama ritüeli. Üç Cuma boyunca sürüyor ve godya denen toplumun liderleri tarafından yönetiliyor. İlk Cuma Dellal, ikincisi Peştamal, üçüncü ise Dana Bayramı. Babası Afrika kökenli olan Hüseyin Hançer’e göre “364 gün köleliğin karşılığı bir gün bayram bu.”
Hançer sarışın renkli gözlü. “İmalat hatasıyım” diyor, annesi sarışın, o da annesine benzemiş. Ailesinin nereden geldiğini neredeyse bütün Afrotürkler gibi bilmiyor. İzmir’e Girit’ten geldiklerine dair bir bilgi var elinde, hepsi bu.
Öncesi boşluk.
Geçmişten utanıyorlardı
Gazeteci Alev Karakartal bu bilinmezliği utançla izah ediyor: “Ne zaman sorsak, ‘Biz Türküz ve Müslümanız, karıştırmayın’ cevabıyla karşılaştık. Çünkü bu ülkeye satın alınarak gelmekten utanıyorlardı, geçmişte köle olmaktan utanıyorlardı.”
Karakartal’ın soyadı dikkatinizi çektiyse, elbette bir tesadüf degil... Dedesi hava kuvvetlerinde görevli olduğu için kartal’ı almış, “kara”nın nereden geldiği de malum. Çocukluğunda hoşuna giden bu soyadı, kökleriyle elindeki tek bilgi olarak kalmış uzun süre.
Mustafa Olpak “Derimizden başka hiçbir şey kalmadı geçmişten” diyor hayıflanarak. Oysa yaşadığı baskıdan o deriyi değiştirmeye çalışanlar da olmuş. Tarih öğrencisi Solmaz Çelik, kız kardeşinin davet edilmediği bir “beyaz arkadaş” doğum günü sonrasında rengini açmak için çamaşır suyu içtiğini anlatıyor sesi titreyerek.
Alev Karakartal da Afrotürk kadınların hep beyaz erkeklerle evlenmeye çalıştıklarını, böylece çocuklarının “en azından” melez olup kendi çektiği sıkıntıları çekmeyeceklerini umduğunu söylüyor. Çünkü dün “köle” olarak mimlenen siyah deri rengi, bugün uyuşturucu satıcılarının işareti sanılıyor.
Ben çocukken de bu renkteydim
Mustafa Olpak’a kulak verelim: “Ne zaman İstanbul’a gelsem en az bir kere polis çeviriyor. Bir keresinde karga tulumba karakola götürdüler. Ayvalık’ta da bir kamu görevlisi bana ‘Sen inşaat işçisisin değil mi? Güneşin altında bu kadar kalırsan rengin böyle olur’ bile dedi. Halbuki ben çocukken de bu renkteydim. Derneğin amacı bu işte, bu toplumun içinde bizim de olduğumuzu anlatmak.”
Bu söyleşinin ardından bir sergi açılışı olacak, Ahmet Polat’ın Afrotürk portrelerinden oluşan “Gündüz Feneri”. Solmaz Çelik’in sert bir eleştirisi var bu isme: “Babama hadi sergiye gidelim dedim. İsmini duyunca ‘Beni bu sözle aşağılayan yere gitmem’ dedi. Neden böyle bir şey yaptınız?”
Cevap hakkı, serginin isim annesi Alev Karakartal’ın: “Bize beyazlar böyle diyor. Bu kez içeriden kurduk bu cümleyi; göndermeleri olan, katmanlı bir söz”.
“Arap” “Zenci” “Gündüz feneri” Sözcükler nasıl savuruyor insanları; kimi için sıradan bir söz, diğerinin yarasını deşiyor. Bir tekerleme, bir hayatın prangası oluyor. Bir önyargı, bir cana mal oluyor.
Afrika kökenli Türkiye vatandaşları tek bir şey istiyor: Bu toplumun sözleşme masasında bir sandalye edinmek.