11 Ocak 2016

Uzak şehrin yalnızları

Bir kez daha göçüyorlar; bir gözyaşı gibi akıyorlar Sur’dan, Silopi’den, Cizre’den...

Seksenlerde adları bile yoktu onların. Karda yürüyen dağ Türk'üne çıkmıştı isimleri. Kara bastıkça "kart", adım attıkça "kırt" diye sesler çıkarırlardı... Renkleri biraz kara, dilleri kırık, biraz cahil, çokça geri kalmışlardı. Kaderde, tasada ve kıvançta bizimle hep birdiler ama. Ayrılmak ne mümkün, etle tırnak gibiydiler. Dilleriyse başka bir lehçesiydi başka dillerin...


*  *  *


Bir zamanlar, sokaklarında adalet, eşitlik, özgürlük şarkılarının söylendiği bir ülkenin ortak sevinciydiler. Daha güzel bir dünyada yaşamaktan; işten, ekmekten, hürriyetten ibaretti istekleri.

Çok geçmedi, gizli emelleri olduğuna hükmettik onların! Sebepsiz, kardeşi kardeşe kırdırmaktı amaçları. Bu yüzden çok sürmedi şarkıları. Sıkıyönetimler ilan ettik şehirlerde, darbeler yaptık onları için! Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne kast eden, kökü dışarda bir haydut yığını olarak gördük onları. Gözü dönmüş caniler, şakileri dedik adlarına…

Devletin bekası için, sürek avı başlattık üzerlerine. Aranıyor afişleri astık yollara, duvarlara, sokaklara. Öldürdük, yakaladık, itirafa zorladık; türlü işkencelerden geçirip hapislere doldurduk cümlesini. Dünyanın en akla gelmez baskı ve işkence yöntemlerini uyguladık; Diyarbakır’da, Metris’te, Mamak’ta…

Bir an önce huzuru tesis etmekti amacımız. İdam sehpaları kurduk önlerine gecikmeden. Adaleti eşit dağıtmakta ise üstümüze yoktu; bir oradan, bir buradan, kurayla seçerek idamlıkları, tez elden sunuyorduk cellatlara fermanları...

Oysaki itiraz edenleri vardı bu ülkenin, anlamadık! Sanki başka ve uzak bir dünyada yaşıyormuş gibiydiler, görmedik! Öylesine sessizdi ki çığlıkları, duymadık! Sürekli görmezden gelmeyi tercih ettik onları. Hep yasaktı adları sözlüklerde, hep cisimsizdi kimlikleri, hep tehlikeliydi renkleri.

 

Hep faili meçhullerde kaldı adı ölenlerin

 

Doksanlarda, daha da öfkeliydi dilimiz. İyiden iyiye ateşe ve yangına bulaşmıştı her yanımız. Fetva büyük yerdendi; “balığı yok etmek için denizi kurutmak gerekir” diye buyurmuştu büyüklerimiz. Hemen sıvadık kollarımızı; stratejiler geliştirdik, taktikler oluşturduk denizi kurutmak üzerine. Yıllarca bombaladık dağlarımızı, ateşe verdik ormanlarımızı; yaktık, yıktık, tarumar ettik... Ve böylece boşaltmış olduk binlerce köyümüzü.

Bir ara “dağda silahlı gezmek” yerine, “düz ovada siyaset yapmayı” öğütledik. Dinlediler! Çok geçmeden siyaset yapmayı bile öğrendiler! Bir parça umutlandık… Lakin tahammülümüz azdı, çok sürmedi; Bir süre sora meclisi bile dar ettik onlara, enselerinden tutup zindanlara tıktık vekillerini. Şehirde siyaset yapmaya tam teşebbüsten cezalar kestik, yıllarca hapis yatırdık siyasetçilerini.

Oysaki “gece silahlı, gündüz külahlıydılar” onlar! Her dağın arkasında onlar vardı, her tepenin duldasında onlar, her evde onların gölgesi! Bu yüzden duyduğumuz her sesten kuşkulandık, her renkten korktuk, her külahlıyı düşman belledik; daha çok estik, daha çok gürledik üzerlerine.

Hep olağan dışıydı yaşamları onların; olağan üstü haller ilan ettik onlar için, geçici askeri bölgeler oluşturduk, gün gün yasaklar koyduk yaşamlarına; sakıncalı ilan ettik yaylalarını, mezralarını. Bu yüzden ömürleri boyunca, hep olağanüstü yaşamak düştü paylarına… Gün oldu, karneye bağlamaktan bile çekinmedik yiyeceklerini; gün oldu şekeri, unu yasakladık, gün oldu ekmeği ve tuzu… 

Devlet için kurşun atan da, yiyen de şerefli”ydi, kahraman dedik onlara. Ötekine kurşun sıkanlaysa gururlandık, bayraklı pozlar vermekten çekinmedik kameralara.

Hep gizli ajandamız oldu onlar için, gizli faaliyetler yürüttük arkalarından; bin operasyonla gittik onların üzerine, üstelik bas bas bağırarak övündük bununla.

Hep faili meçhullerde kaldı adı ölenlerin; hep ocakları söndü, hep anaları ağladı gidenlerin.
 

 

Şimdi onlar bir kez daha kimliksizler!

 


Aradan yıllar daha geçti. Nasıl olduysa bir gün, onları keşfetmek düştü aklımıza. Aslında vardılar! Öyle de bize benziyorlardı! Nasıl benzemesinler, zira kardeşimizdiler! Sokulmayı denedik hayatlarına. Hiç zor olmadı bu, çekincesiz söyledik kimliklerini, telaffuz etmekte bile zorlanmadık isimlerini…

Sonra, birlikte oturup çözmeye çalıştık, tarihin önümüze yuvarlamış olduğu bu zehirli düğümü. Biraz şaşırdık, biraz umutlandık, çokça sevindik… Lakin fazla sürmedi bu, bir gece ansızın dumura uğradı sevincimiz…

Zira nasıl bir kumpasa getirilmiş olduğumuzu fark etmekte gecikmedik!

Ne çözülmesi gereken bir düğüm vardı ortalıkta, ne kökünü tarihten alan bir zehir! Bir günde yeniden keşfettik bölücülüklerini, hemen anladık köklerinin ne denli dışarıda olduklarını! Çekinmeden attık bütün köprüleri, kaçar gibi uzaklaştık hayatlarından.

Yardımımıza yetişmekte gecikmedi ecdadımız, yok saymayı yeniden tarihi bir görev bildik! Nasıl bir gece ansızın keşfettiysek kimliklerini, yine öylesine, aynı hızla unutuverdik isimlerini. Ve bir sabah uyandığımızda, aynı o bildik zehre banarak dilimizi, hiç tereddüt etmeden yeniden uyandırdık nefretimizi…

 

Soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri,
yeni ötekileri

 

Şimdi onlar bir kez daha kimliksizler!

Çocuklar, gençler, kadınlar ve yaşlılar…

Şimdi bir kez daha karşımızdalar. Üstelik daha da çoğalmışlar.

Kim bunlar, nereden gelmişler, nasıl çoğalmışlar, sormamışız!

Hâlbuki kovduğumuz dağlardan, bozkırlardan inmişler, tamamı bizim eserimiz onlar; yakılmış köylerden, mezralardan gelmişler. Büyük şehirlere, ilçelere göç etmişler, varoşlara sığınmışlar. Sur diplerinin, kenar mahallelerin, soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri, yeni ötekileri, yeni konukları onlar.

Bir dönemin umutları yok edilmiş, hayalleri yasaklanmış taş atan çocukları onlar.

Yokluğun, yoksunluğun, dışlanmışlığın isyankar gençleri; gecekondu kentlerin, derme çatma semtlerin asileri onlar.

Yine kaşları kara, yine tenleri esmer, yine dilleri kırık. Yine bir kentin ezikleri onlar. Belki isimleri var artık, lakin ne idüğü belli değiller hala; belki korkuları daha az, ancak bilinmeyen bir dilde konuşmaya devam ediyorlar hala.

Yine uzak kentlerin yabancısı; her türlü gaspın, cinayetin, hırsızlığın başlıca sorumlusu onlar. Herhangi bir kavgada, arbedede ilk suçlu onlar. Bir yerde bir karışıklık çıktığında ilk onlar akla gelir, ilk onlar şüphelidir. Kentleri huzura kavuşturmak için, otobüslere doldurularak ilk onlar sürülmeye adaydır. Halkımızın hassas duyguları kabardığında ilk onların evleri yakılır, ilk onların dükkânları kundaklanır.

Çünkü fişlenmişlerdir bir kez, adları çoktan girmiştir şifreli dosyalara. Çünkü gittikleri her yerde bilinirler; sayıları hep azdır, hep yabancıdırlar. En ucuz işçilik onları bekler, en bayağı işlerde onlar çalışırlar ve kovulurken en önce onlar kovulur işyerlerinden.

Affedersiniz”, ayıptır söylemesi, ağza layık görülmez bazen kimlikleri. En sinkaflı küfürler onların adıyla başlar, onlara dair kurulur en menfur sözler.

Olası eylemlerin, şaibeli işlerin, henüz işlenmemiş suçların failidir onlar.

Nereye gitseler kimlikleri peşlerinden gelir; bakışları ele verir onları; kafa kâğıtlarında, doğum yeri hanesi ele verir; tenleri esmerdir, ele verir; dilleri kırıktır, dilleri ele verir. Bir kez yapışmıştır kimlikleri yakalarına, kaçamazlar; damgalıdır isimleri kurtulamazlar…

Bu yüzden hep ürkektir bakışları, çok soru sormaz, fazla şey istemezler; çünkü hep yaralıdır hayalleri. Milli duygularımız kabardığında ilk onlar gelir aklımıza; ilk onların üstüne boşaltmak ister öfkemizi, ilk onlardan almak isterken hıncımızı, dize getirip öptürmek isteriz kutsalımızı. Bu yüzden kolay karşı gelmezler, fazla ses etmezler. Orada, burada sessizce toplaşırlar, çoğu kez ayrılıp gitmek düşer paylarına.

 

Hep ölü ele geçirmeye çalıştık hayatlarını



İşte, böyle bir tarihi tahayyül içinde yaşadık birlikte. Hep kardeş dedik, lakin hep uzak kaldık hayallerine. Hep uzaktan baktık, hep dokumaya korktuk hayatlarına.

Yüreği atıp isyana durduklarında terörist damgası vurmakta gecikmedik cümlesine. Merak etmedik niye başkaldırdıklarını, sormadık ne istediklerini, anlamak istemedik itirazlarını. Hep ölü ele geçirmeye çalıştık hayatlarını.

Babalarının yanında kuş gibi avladık çocuklarını, çocuklarının yanında ise babalarını. Bazen tek mermi yetmedi canlarını almaya, şarjörler boşalttık sıcak bedenlerine.

Kelimeler, çoğu kez nefrete dönüştü dilimizde. Yekvücut olup hücum ettik hemen üzerlerine, seferler düzenledik şehirlerine. Okullarını zapt ederek, kara tahtalara kazıdık öfkemizi.

Salt öldürmekle yetinmedik, sokaklarında çırılçıplak soyarak teşhir etmekten geri durmadık ölülerini. Araçların arkasında sürüklerken biz insan cesetlerini, insanlık paramparça olduğunda, aldırmadık. 

İtaat etmediklerinde, başlarına yıkmakta bir an bile tereddüt etmedik evlerini; ateşe, zehre ve baruta boğduk sokaklarını. Yetmedi zırhlı araçlar getirdik, yetmedi ağır silahlarla yürüdük üzerlerine, yetmedi tankları dizdik karşılarına. Çekinmedik, ateşe tuttuk kasabalarını, toplarla dövdük surlarını, harabeye çevirdik şehirlerini.

 

Şimdi hangi dağ, hangi şehir,
hangi ülke kucak açar onlara?

 

Şimdi hangisine dilim varsa, kelimeler yaralı.

Şimdi bütün çıkışlar tutulmuş, şehirler kanamalı.

Şimdi yaralıdır ülkemin bir yanı, benim de bir yanım kanamalı.

Şimdi bedenim, Bedrettin gibi sanki “bir ağaca asılı.”     

Havada konuşmamanın, görmemenin, duymamanın kör olası hüznü

Ve ülkemin bir yarısı “kapatmış elleriyle yüzünü

Lakin diğer yarısı kanamalı!

Çocuklar ölüyor, gençler ölüyor, kadınlar ölüyor.
Masum ya da değil, silahlı ya da silahsız, canlar ölüyor.

Uzaklardan top sesleri yükseliyor perde perde, ezan sesleri susuyor bir bir.
Harap yüzlü evlerden, abluka altındaki semtlerden, kuşatılmış şehirlerden,  çıkıyorlar.

Yürüyorlar…

İçten içe kanayan yurdumun yaraları onlar.

Tanrıların yok saydığı, dünyanın görmezden geldiği, uzak şehrin yalnızları; hayatın bile terk ettiği, yok yoksun çaresizleri, ülkemin ötekileri…

Bir dokun, bin ah işit feryatları kadınların.

Kimi koluna girmiş yaşlıların, aksayarak; kimi sırtında, kimi el arabasında, kum torbası gibi taşıyarak…

Sırtlarında derme çatma denkleri, üstlerinde eski püskü giysileri, lastik ayakkabıları; soluk benizlerinde yaşıyormuş gibi suretleri…

Gidecek ne evleri kalmış, ne de yurtları!

Açlar, yorgunlar, uykusuzlar!
Daracık sokaklardan çıkarak geliyorlar; viran olmuş evlerden, yıkık dökük yollardan; çoluk-çocuk demeden; kar, çamur dinlemeden yürüyorlar.

Yüzlerinde çığlık gibi bakışları, gülüşlerinden yaralı çocuklarıyla…
Hayatlarını, yüreklerinde bir yangın misali taşıyarak…

Bir kez daha yollardalar, bir kez daha yürüyorlar, bir kez daha gidiyorlar!

Ellerinde beyaz bayraklar, dillerinde ahları, göçüyorlar!

Kim bilir hangi dağ, hangi şehir, hangi ülke kucak açar onlara?

Bilinmez nasıl bir miras kalır yarınlara!

Bir kez daha göçüyorlar!

Bir gözyaşı gibi akıyorlar Sur’dan, Silopi’den, Cizre’den.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"