Belki bir çıbanbaşıydı Silvan.
Belki, sokaklarını asi gençlerin doldurduğu aykırı bir şehir.
Bir zamanlar, toprakları kendilerine haram edilmiş, köyleri yakılmış, ocakları söndürülmüş kalabalıkları sığınağı…
Belli ki canı yanmış, yüreği atmış gençlerin geçici bir durağı o.
Her yanı tuzaklarla dolu bir şehir; sokaklarından barikatlar, yollarından hendekler…
Belki de, on yıllardır ülkenin bir yanına musallat olmuş acımasız bir savaş makinesinden kendini koruma refleksi bu…
Kim bilir, nice soruları vardı sokakların; bir türlü kulak verilmeyen.
Belki dinlense, bir yanıtı vardı bu kentin.
Belki de izin verilse, söyleyecek sözleri…
Ama sorulmadı!
Dinleyeni hiç olmadı bu şehrin…
Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız
Bir kente giriyorsanız eğer…
Huzuru getirmek için girdiğiniz kentin sokaklarını, çocukların, gençlerin, kadınların kanlarıyla boyuyorsanız…
İçinde, davetsiz bir misafir gibi dolaştığınız mahallelerde evlerin soğuk bakışları ısırıyorsa sizi…
Göz göze geldiğiniz her kadın öfkeyle susuyor, her genç acıyla bakıyorsa yüzünüze, karşılaştığınız her çocuk çığlık çığlığa ağlıyorsa…
Ateşle, kanla, barutla zapt ettiğiniz bir şehirde, Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız…
Sokaklarına “buram buram kan kokmayı”, Türk’e, Türk olduğu için övünmeyi, Kürt’e itaat etmeyi reva görüyorsanız…
Bir zamanlar b.k yedirerek aşağıladığınız insanların sokaklarını, yarım yüzyıl sonra yabancı bir ülkenin ordusu gibi girip sinkaflı sloganlara boyuyorsanız…
Terörist diye öldürdükleriniz geceleri rüyalarınıza giriyor, içinizde bir türlü dindiremediğiniz o derin kuşku durmaksızın vicdanlarınızı kemiriyorsa…
Üzerine yağmur gibi kurşunlar, roketler, bombalar yağdırdığınız kentten karşılık olarak alkışlar, tencere ve tava sesleri alıyorsanız…
Taş atan her çocuğa, öfke duyan her gence, ölüsüne sahip çıkan her kadına, itiraz eden her yaşlıya terörist diyorsanız…
Her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa
Öldürmeyi kendine hak, terörist dediğin her insana ölmeyi müstahak görüyorsanız; üstelik öldürdükçe bitmiyorsa bu insanlar, aksine daha da çoğalıyorsalar…
Ve kökünü kurutmak için ölümü müstahak gördüklerinize, her gün, bir öncekinden daha çok zalim olmanız gerekiyorsa…
Yalanın perdesi yırtılmasın diye, gün be gün kudretiniz artıyor, kibriniz giderek büyüyorsa…
Gücünüz arttıkça diliniz mütemadiyen sivriliyor, biraz daha gür çıkıyorsa sesiniz ve giderek çoğalıyorsa zehriniz…
Hâkim olduğunuz kentin sokaklarında, kendinizi bir yabancı gibi hissediyor, ezik bir suçluluk duygusu kaplıyorsa içinizi…
Bir ordu gibi şahlanarak girdiğiniz kasabalarda, yiyecek iki lokma ekmek, içecek bir yudum su, sırtınızı dayayacağınız bir duvar parçası bulamıyorsanız…
Mahalle mahalle, sokak sokak fethettiğiniz kasabada bir işgal ordusu gibi karşılanıyor, yediden yetmişe ahlarla, zılgıtlarla, tencere tavalarla uğurlanıyorsanız…
Karşınıza çıkan her ev, düşmanı saklayan bir kale gibi büyüyorsa önünüzde ve patlamaya hazır bir bomba gibi karşılıyorsa sokaklar sizi...
Çaldığınız her kapı kuşkuyla aralanıyor, her duvar gizli bir tuzak gibi önünüzde büyüyor, her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa gözünüze…
Bir şehir çepeçevre kuşatılıyorsa; günlerce sokağa çıkma yasağı sürüyor, halk bastırılıyor; açlıkla, susuzlukla, korkuyla terbiye edilmeye çalışılıyorsa…
Ateş ve barut bir kasırga gibi esiyorsa kentin üzerinde...
Huzuru getirmek amacındaki kuvvetleriniz geri çekilirken arkalarında yıkılmış bir kent, ölü çocuklar, gençler, kadınlar bırakıyorsa…
Ve her seferinde daha da büyüyen bir öfke bulutu kalıyorsa gidenlerden geride…
Kinle, nefretle bilenmiş kuvvetleriniz; akrepler, kobralar, ejderler, zırhlı araçlar eşliğinde geçiyorken sokaklardan, öfkeyle toplanıyorsa kalabalık; zılgıtlar karışıyorsa araçların uğultularına; eller uzanıyor, yumruklar sıkılıyor, sesler çarpıyorsa birbirine…
İşgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…
Ellerinde cep telefonlarıyla o kentin çocukları, şehri terk etmekte olan askerlerin korkudan sararmış suretlerini kameraya çekme yarışına giriyorsa…
Göğsünü açmış, yol kenarında bağırırken bir delikanlının asfaltı titreten tankların gıcırdayan paletlerine, “Ne duruyorsunuz, beni de öldürün!” diyen çığlığı karışıyorsa…
Sömürge topraklarını, adeta kaçar gibi terk eden işgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…
Öldürdüğünüz her insanın mezarına, sokaklarını fethe çıktığınız o kentin halkı sel olup akıyorsa…
Muzaffer bir ordu edasıyla girdiğiniz kentten, geride viran olmuş mahalleler, yıkılmış sokaklar, bombalanmış evler, ölüsü kaldırılamayan cesetler bırakıyorsanız…
Ve altı yaşında, sekiz yaşında, on yaşında çocuklar, yaşlı kadınlar, genç kızlar fırlıyorlarsa önünüze ve çatal parmaklarını uzatıp sokar gibi yapıyorsa gözünüzün bebeğine…
Korkuyla, koşar adım çekilirken, sürüyerek geçiyorsa adımlarınız o kentin sokaklarından…
Zırhlı araçların soğuk gövdelerinden, demire ve çeliğe saklanmış suretleriyle, yüzleri korkuya batmış erlerin tedirgin bakışları süzülüyorsa…
Sözler ve kavramlar anlamını çoktan yitirmiş demektir.
Çünkü Silvan’da ölen biraz da bizim insanlığımızdır.
Yaralanansa bu topraklar.
Twitter: @yusufnazim