27 Kasım 2015

Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliği

Bu resimde ben kolumdan, kanadımdan da değil, taa can evimden vurulmuşluğumu gördüm!

Nusaybin’dendi.

Ajanslardan düşmüş bir fotoğraftı önümdeki.

Bana bakıyordu.

Sanki başka bir zamanda kalmış, başka bir dünyaya bakıyordu.

Soluk suretinde eski zaman hikâyelerini saklar gibiydi.
Nedenlerin, niçinlerin, nasılların karşılıklarını bulamadığı bir dünyaya anlamsız gözlerle bakan bir resim…

Öylesine sade, öylesine yalnız, öylesine kuru…

* * *

Önümdeydi ve ona bakıyordum.

Günlerdir çepeçevre kuşatılmış, sokakları insanlarına haram edilmiş bir kentten geliyordu.

Kendi çürümüş çaresizliğimde, her gün dirhem dirhem etlerime yapışan tarifi olmayan bir acının adıydı o.
İşte o acıyı gördüm bu resimde.

Ona bakarken uzak coğrafyalara, ıssız dağların yabanıl doruklarına “şehit olmaya” gönderilmiş askerlerin yolunu gözleyen anaları gördüm…

Canı yanan, yüreği atıp dağa çıkan gerillanın kokusunu özleyen kadınları…

Hepsi aynı değil miydi?
Hepsinin bir bekleyeni yok muydu?
Hepsinin yollarını gözleyen gözler, işte bu resimdeki gözler değil miydi?

 

Bu resimde kimsesizliği gördüm!

 

O resme baktığımda, Anadolu’nun “artık bize çok uzak” köşesinden yükselen çığlıkları duydum…

On yıllardır, ne zaman gerçek olacak diye umutla beklenen, flu bir kardeşlik adına kinle, nefretle, ölümle sınanmış kimliği gördüm…

Bu resimde ben sessizliği gördüm.

Bir mahşer yerini andırsa bile bir yanımız, yangınlar içinde kalsa, yansa kavrulsa bile yüreğimiz, çağdaş bir dünyanın umursamazlığını gördüm.

Ne kadar çok yakın dursan, ne kadar çok şükretsen bile Tanrı’ya, ne kadar kimi olsan da büyük ve muktedir olanın, ben bu resimde kimsesizliği gördüm!

Başka neyi mi gördüm?

Gözlerinin önünde annesi öldürülen, tek gözünü kaybetmiş 9 yaşında bir kız çocuğunun gözyaşlarından bir türlü gitmeyen ölümcül korkuyu gördüm!

Nusaybin Devlet Hastanesi’ne ambulansla taşınan yaşlı bir kadının, “her tarafta, polisler, tanklar var” diyerek hüngür hüngür ağlayışını gördüm…

Çocuklarının önünde etleri lime lime savrulurken, evinin merdivenlerine yığılıp kalan 5 çocuk anası “hamile terörist” Selamet Yeşilmen’i gördüm!

Bir hastanenin ilaç kokulu koridorlarında, “Ne Mutlu Türküm!” diye bağıran özel timlerin histerik çığlıkları arasında hasta kadınların korkulu bekleyişlerini gördüm…

Bu fotoğrafa uzun uzun baktım…

Bu resme bakarken biraz da geçmişimden vurulmuş gibi oldum.

Yoklukla, yoksunlukla yoğrulmuş bir hayatta, çocuklarına kol kanat gererek büyütmüş, kendi annemin sevecen, mahsun bakışlarını gördüm…

İçinde, çıtır çıtır odunların yandığı kuzine sobanın arkasında, bağdaş kurmuş otururken, eski transistörlü radyosundan Kürtçe, Ermenice ezgiler dinleyen babaannemi gördüm…

Bu resimde ben ateşi, dumanı ve külü gördüm;  ateşi ateşle söndürmek isteyen bir ülkenin iki parçaya değil, binlerce parçaya bölünmüşlüğünü gördüm!

Bir yanda kuşatılmış kentler, viran içinde kalmış, ölüm yağıyorken üstüne sokakların; bir yanda kapamış elleriyle yüzünü, utanç içinde bir dünya; yok olmuş, bitmiş, tükenmiş, ikiyüzlü bir insanlığı gördüm!

Köyleri yakılmış, ateşe verilmiş ormanları, mezarları bile bombalanmış, toprakları karış karış ölüm kokan bir ülkenin sessiz ama derinden çığlığını gördüm!

Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm

Bu resimde ben biraz da kendi vurulmuşluğumu gördüm; öyle beribenzer değil; kolumdan, kanadımdan da değil, taa can evimden vurulmuşluğumu gördüm!

Ne mi gördüm bu resimde ben?

Umutları talan edilmiş, sevinçleri tarumar; yersiz, yurtsuz, kimsesiz kalmış çocukları gördüm; gövdesi yangın yeri, yaraları kan revan, yenilmiş, yıkık, harap toprakları gördüm!

Her gün biraz daha bitap, her gün biraz daha çaresiz, her gün biraz daha kasvetli bir coğrafyanın ağrılarını, hüznünü, sızısını gördüm!

Bu resimde ben gövdesiyle bir Türk’ü, kanlı giysileriyle Kürd’ü; bakışıyla Çerkez, acılarıyla Ermeni’yi ve Rum’u gördüm!

Bu resimde ben, nice kavimlere yurt olmuş Anadolu’yu, acılar diyarı Mezopotamya’yı gördüm!

Öyle çok şey gördüm ki bu resimde… Toprağını, suyunu gözü gibi koruyanları, HES’e karşı yürüyen anaları; Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm!

Sübyan koğuşlarında taciz edilen, kendi yurdunda terörist, ırak kentlerin ötekisi, her gün biraz daha ölen, her gün biraz daha hor görülen esmer tenli çocukların analarını gördüm!

* * *

Nusaybin’den gelen, ajanslara düşen bir fotoğraftı o.
Gözlerini bana dikmiş bakıyordu…

Öylesine sessiz, öylesine sade, öylesine yalnız… Yapayalnız…
Baktıkça utandım.
İnsanlığımdan utandım.

Utandım ve ağladım!

Öyle çok şey vardı ki bu fotoğrafta…
Öyle çok şey saklıydı ki…

Yaşlı bir kadının, yaşıyormuş gibi yapan bakışlarındaki hiçliğini gördüm…

Bir fotoğraf karesine hapsolmuş yenilmişliğimi…
Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliğini…

Biraz da bizim çaresizliğimizi gördüm bu fotoğrafta…

Çaresizliğimizi…

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"