Komşumuzun annesiydi.
Sol bacağı kangren olmuş, kesilmişti.
Evinde, hasta yatağında yatıyordu.
Ameliyattan sonraki günlerde, bir gün sol ayağının kaşındığını söylemişti. Torunlarından ayağını kaşımasını istemiş, çocuklar yaşlı kadının yüzüne şaşkın şaşkın baka kalmıştı.
Çünkü, artık sol ayağı yoktu!
Sonraki ömründe komşumuzun annesi, sıkça sol ayağıyla ilgili söylemlerde bulunmuştu.
Bazen kaşınmıştı o ayak, bazen yürümek istemişti, bazen yere basmak…
* * *
Onu, kalabalık bir kolluk kuvvetinin arasında, karga tulumba edilmiş vaziyette götürülürken gördüm.
Tamamı kasklı, kalkanlı, copluydular.
Silahlı vardı; kullanmaya hazır biber gazları, plastik mermileri…
Öfkeden köpürmüş gibiydiler.
Her iki ayağından adamı kıskıvrak yakalamış, bir kaçı sol kolundan tutmuş, bir başkası da diğer koluna asılmaktaydı.
İşte, o bir başkasıydı dikkatimi çeken.
Afallamıştı, şaşkındı!
Her iki bacağından ve sol kolundan kıskıvrak yakalanmış adamın diğer kolunu bir türlü tutamıyordu!
Asılıyor olmuyor, diğer eliyle kavramaya çalışıyor başaramıyor; adamın sağ kolu bir türlü eline gelmiyordu.
O kadar uğraşıyla tutabildiği, boş bir gömlek kolundan başka bir şey değildi.
Tutmaya çalıştığı kol, yerinde yoktu!
Çöplükte bir köpeğin ağzında bulunmuştu
Bilen bilir!
Veli Saçılık’ın sağ koluydı o!
Bir zamanlar, çöplükte bir köpeğin ağzında bulunmuştu!
Kopmuş bir kol!
Ya da koparılmış!
Kopmuş bir kol ne ifade eder sizce?
Hayal dünyanız, böyle bir şeyi aklınızda canlandırmaya yetecek kadar zengin midir?
Ya da, bunu düşünecek kadar cesur…
Karnını doyurmak üzere çöplükte bulunan bir köpek için, alelade bir et parçasından ibarettir o.
Yüksel Caddesi’nde ise, öfkeli bir grup devlet görevlisinin, yaka paça sürüklemeye çalışırken tutmaya çalıştığı, kendi yurttaşının yerinde olmayan koludur!
Onu izleyenlerin çoğu belki bilmez. O kolun bir hikayesi vardır.
2017 yılının Mayıs ayında, kalabalık bir kolluk gücünün marifetiyle, yerlerde hoyratça sürüklenen o beden, Burdur’da bir kepçenin demir pençelerinde bırakmıştır o uzvu!
Çünkü hikâyeler, alışkanlığıdır bazen bir ülkenin.
F Tipi hücre sistemi dayatması, hastaneden çok hapishane yapmakla övünen devlet, 2000 yılında cezaevindekileri teslim almaya çalışan jandarma, yapılan operasyon, duvarları yıkan kepçeler, kopan uzuvlar, çöplükte bir köpeğin ağzında bulunan kol…
21. yüzyılda, 80 Milyon nüfusluk ülkenin başkentinde, kolluğun bir türlü tutamadığı, artık yerinde olmayan bir kol!
Medeni bir çağda devletimizi, derdest etmeye çalıştığı yurttaşını, yıllar önce kopardığı kolundan yakalamaya çalışırken görürüz Yüksel Caddesi’nde.
Üstelik bir insan hakları anıtının tam gözü önünde.
Dedim ya, hikâyeler alışkanlığı olur bazen bir ülkenin.
İşimi istiyorum!
Geçenlerde görmüştüm.
Veli Saçılık, Yüksel Caddesi’ndeydi yine.
Açlık grevindeyken gözaltına alınan akademisyen arkadaşları Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça için itirazı vardı.
Devlet güçlü, kolluk kalabalıktı.
Sanki düşmana karşı yürüyorlardı, kol kola, kılıç kalkan...
Denize dökecekmiş gibiydiler insanları, tam tekmil gardını almışlardı.
Hepsi donanımlı, kasklı, silahlı; akrebi, TOMA’sı, biberi, gaz maskesi…
Karşılarında ise kolsuz bir adam!
Bir başına!
Silahsız, maskesiz, kasksız, sopasız.
Bir çiçek bile taşımıyor tek elinde.
Diğeri zaten yerinde yok!
Devletin kepçesi, yıllar önce almış onu!
Birden, bir kurşun yağmurudur başlıyor!
Yere diz çöküyor Veli, katlıyor gömleğini, dönüyor sırtını ateş yağmuruna.
Bir kalkan gibi dayıyor sırtını mermilere!
Ankara’da…
Bir sokağın ortasında…
Bir insan hakları abidesi gibi, sessizce duruyor Veli...
Mermilere, çıplak etini veriyor Veli!
Plastikten mermiler, mütemadiyen boşalıyor üzerine.
Keskin bir bıçak gibi saplanıyor etlerine!
Direniyor Veli…
Haklı olduğuna inanıyor Veli…
Kelimeler inatla dökülüyor ağzından.
Can havliyle, “işimi istiyorum!” diye bağırıyor Veli!
Ve ekliyor:
“Biliyorum, siz çok güçlüsünüz ama biz de çok haklıyız, bir gün duyulacak sesimiz.”
Hikâyeler acımasızdır bazen.
Dedim ya, alışkanlığı olur bir ülkenin.
Tekrarlanırlar.
İhale peşinde koşmuyor o
Veli Saçılık.
Sosyolog bir memur.
O bir devlet memuru.
Her gün Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde.
Ne istiyor?
Bir memur olarak tayin filan istemiyor.
Daha yağlı ballı bir işte, örneğin unvan değiştirmekte, ya da bir üniversitede genel sekreterlikte gözü yok.
Kamuda, bir yakın marifetiyle yüksek yerlere zıplayıp bir anda kariyerini katlamak da istemiyor.
Silahlı bir örgüt üyesi falan ise hiç değil.
Bir kolu yıllar öncesinde koparılmış, bunun için mahkemelere çıkmış, AHİM’lere kadar gitmiş, haklı görülmüş, devletin sınavlarına girmiş, kazanmış kolsuz bir adam o!
Şimdi, her gün Ankara’nın bir caddesinde...
Hakkını arıyor.
Adaletsizliğe isyan ediyor.
Bunu için dayak yiyor, yerlerde sürükleniyor, üzerine gaz püskürtülüyor, ağzı-gözü köpük içinde kalıyor, kan kusuyor, gözaltına alınıyor, plastik mermilere hedef oluyor…
Peki neden?
Ankara’da, bir ihale peşinde koşmuyor o!
Ne açık arttırmada pazarlık yapmasını bilir, ne de yatırım peşinde rüşvet alır, verir.
Devletin parsellerini peşkeş çekerken suçüstü yapılmamıştır ona.
Ya da tanker tanker mazot kaçakçılığı yaparken yakalanmamıştır!
Ne Manisalı köylünün zeytinliklerinde gözü vardır, ne de Somalı madencinin emeğinde!
Yaz tatillerini, bilmem ne beldesinin, ünlü bilmem ne koyunda yapılmış kaçak villalarda da geçirmez.
Kendine biçilmiş şu fani dünyada emeğiyle, alın teriyle, göz nuruyla üretip, onurluca yaşamaktır tek isteği.
Biricik suçu ise haksızlığa, adaletsizliğe itiraz etmektir.
İtiraz etmekte ve KHK ile son verilen işine dönmek istemektedir o.
Kendisi gibi işini, ekmeğini isteyen, bunun için açlık grevi yaparken gözaltına alınan, tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya destek olmaktır.
Hikâyeler işte.
Bir ülke ne kadar çok hikâye yazıyor böyle.
Ve ne kadar büyük bir hızla tekrarlanıyorlar…
Çiçek koymak hepten yasak!
Bugünlerde Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde kuşu bile uçurtmak istemiyor kolluk.
Şarkı söylemek yasak, kitap okumak yasak, gitar çalmak yasak!
İnsan Hakları Anıtı bile gözaltında; önünde durmak, beklemek, oturmak da yasak!
Çiçek koymak hepten yasak!
Hemen her gün bir arbede yaşanıyor orada!
Polis copu, kalkan, köpük köpük gaz, biber!
Her fırsatta insanların etlerinde, cayır cayır yanan plastik mermiler!
Biteviye yerlerde sürüklenen bir beden.
Kolu olmayan bir adam!
Ve oracıkta, tüm bu yaşananların tanığı sessiz bir kadın:
Yüksel Caddesi’nde bir anıt; İnsan Hakları Anıtı…
Etrafı, çepeçevre kuşatılmış, bir ülkenin mağduru o.
Boynunu bükmüş, sessizce kitabını okuyor.
Önünde İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, içinde bir satır:
Dikkatle bakarsanız okursunuz:
“Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.”
Bir kez daha, hikâyeler alışkanlığı oluyor bir ülkenin.
Kolsuz bir direnişin adı o
Kolu olmayan adam.
Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde onurlu bir anıt.
Şimdilerde, kolsuz bir direnişin adı o.
Onu her gördüğümde, komşumuzun annesi geliyor aklıma.
Veli’nin sağ kolu da zaman zaman kaşınıyor mudur acaba?
Başını korumak için Veli, sol kolunu havaya kaldırdığında, sağ kolu da kalkmak istiyor mudur?
Bir kolu acıdığında, diğer kolu da acıyor mudur onun?
Görüyorum, tüm bunlara aldırmıyor o.
İtirazını tek koluyla sürdürmeye devam ediyor.
Bazen gaz yiyor, bazen dayak, bazen de plastik mermi…
Bazen yerlerde sürükleniyor Veli, bazen iki büklüm yere düşüyor, bayılıyor; zehir yutuyor, ağzı köpürüyor…
Veli’yi izlerken, sağ kolunu düşünüyorum onun.
Eminim ki bunca zalimliğe karşı koyarken o kol acıyordur!
Lakin, Veli’yi görmeyen koca bir ülkenin vicdanı acıyor mu, emin değilim…
Söyledim ya, hikâyeler alışkanlığı olur bazen bir ülkenin.
Gider, tarihe yazılırlar.
Bir daha silemezsiniz!