Sosyal medyadan düşen bir fotoğraftı önüme.
İlk bakışta, nedense Cihatçı John’a benzetiyorum…
Ne var ki elinde tuttuğu bayrak yalanlıyor aklımı.
Üstelik arkasındaki karatahtada;
“Kapımıza dayanıyorsa zulüm, başka yol yok; ya istiklal ya ölüm! J.Ö.H”
yazılı…
İşte o zaman anlıyorum, yüzde yüz Türk Malı bu!
Okullarınızı bile zapt ederiz diyor resim!..
Öğretmenlerinizi der dest eder evlerine gönderir, sevdamızı kara tahtaların üzerine resmederiz!
Nitekim öyle de yapmış, karatahtanın üzerine yazmış içinden geçenleri.
Genç bir Jandarma Özel Harekât mensubu asker olmalı bu.
Sanki bir ilkokulun yirmi kişilik sınıfını değil, düşman bir ordunun ana karargahını ele geçirmiş gibi gururla dikilmiş karatahtanın önünde.
Bir de objektife sokar gibi Türk bayrağı tutmaktadır elinde. Bak, burayı ben fethettim, Türk’üm, büyüğüm, güçlüyüm, der gibi!
Maskelidir. Nedense yüzünü göstermekten kaçınmıştır. Tıpkı Cizre’nin, Nusaybin’in sokaklarında ellerinde türlü silahlarla boy pos endam ederken olduğu gibi.
Tıpkı, İstanbul’da Armutlu Mahallesi’nin bir gecekondusunda tek kurşunla canını aldıkları Dilek Doğan’ın evini aramaya geldikleri gibi…
Kimdir, adı nedir, evli midir, evliyse çocukları var mıdır? Nasıl bir ruh hali içindedir? Okula nasıl girmiştir, hangi yasadan almıştır gücünü, nasıl göstermiştir bu cüreti, bilinmez!
Ama biz tahmin edebiliriz belki…
Sınıfta ders yapılıyorken, nazikçe kapıyı çalıp, “hocam lütfen sınıfı boşaltır mısınız, bir hatıra resmi çekmek istiyoruz” demiş olamazlar!
Okulu basıp, sunturlu küfürler eşliğinde öğretmenleri terörist muamelesiyle sıraya dizmiş olabilirler mi acaba?
Belki de sınıfı ele geçirmeden önce, birkaç şarjör boşaltarak girmişlerdir okulun bahçesine… Örnekleriyle malum olduğu üzere…
Veyahut çocuk yaştaki potansiyel teröristlerin arasına bir fırtına gibi dalmış, onları çil yavrusu gibi dağıtmış da olmaları da mümkün.
Eğer öyleyse, merdivenleri nice savaşlar kazanmış bir komutan edasıyla çıkmış, zaferinin anıtsal bir simgesini ölümsüzleştirmek üzere kara tahtanın önünde arz-ı endam etmiş olabilirler...
Başka bir ihtimal, hali hazırda çoktan boşaltılmış bir okul da olabilir bu.
Ama olsun! Yine de onu, düşmanın inlerine kadar girmiş, kalelerini zapt etmiş bir ruh halinde pozlar takınmasına engel hiç bir şey yok! Girmiştir sınıfa, ruhunu okşayan sözcükleri bir bir sıralamıştır kara tahtaya… Yüzünü boş sıralara dönmüş ve eline aldığı ay yıldızlı bayrağı da hınç dolu öfkesine ortak ederek intikam alır gibi pozunu vermiştir…
Bugünkü dersimiz, Jandarma Özel Harekât
İşte bir fotoğraf daha…
Yine maskeli, yine karatahtanın önünde. Başındaki kaskın tepesindeki Davud’un Yıldızı’na benzeyen işaretiyle tıpkı bir İsrail askerini andırıyor.
Ama değil! Bu da yüzde yüz bu ülkenin malı.
Elinde Türk Bayrağı yok, unutmuş olmalı.
Ama olsun, kalbindeki bayrağı arkasındaki duvarda derme çatma vaziyette duran ufacık tahtaya tebeşirler kazmış ve altına imzasını basmış bile:
“JÖH”
Objektife sabitlenmiş bakışları, bugünkü dersimiz, Jandarma Özel Harekât, der gibi..
“Cehenneme Gönderme Vakti”
Bir fotoğraf daha düşüyor önüme…
Bu seferki çocuklar için değil, büyükler için bile daha ürkütücü.
Her pikseline korku ve tehdit sinmiş bir fotoğraf bu. Yine bir okulun dersliğinde çekilmiş. Solmuş badanası, eğreti asılmış tahtası, eskimiş duvarlarıyla yoksun bir okulun sınıfı olduğu her halinden anlaşılıyor.
Daha önceleri çocuk kitaplarının durduğu sıranın üzerinde şimdi ağır bir silah yer almakta.
Öğretmenin, ayakta ders anlattığı yerde ise rambo kılıklı, yüzü maskeli bir asker…
Sıranın üzerindeki silahın sahibi olmalı.
Tahtada;
“Canım Türkiye’m, ya Allah, ya Bismillah. JÖH”
yazılı…
Maskesinin altına sakladığı nefret dolu bakışlarını sınıftaki öğrencilere dönmüş ve siyah deri eldivenli elinin parmağını tahtaya bir mızrak uzatarak, dersini veriyor:
“Cehenneme Gönderme Vakti”
“Ne mezarlar eştim bugünlere dek”
Bu seferki bir video…
Jandarma Özel Harekâttan olduğu anlaşılan bir gurup asker… Özel Tim diyorlar kendilerine. Böyle demekle özel bir yafta takınmış olmaktan galiba daha memnunlar. Kim bilir nasıl bir halet-i ruhiye içinde insanlar bunlar… Belki okuyamamış, yoksul bir ailenin çocuğudur; üniversiteye gidememiş, iş bulamamış, toplumsal bir statü elde edememiş… Çareyi paralı askerliğe kapak atmakta bulmuştur… Kim bilir…
İçine kurulduğu zırhlı aracın kapısında, şehirli bir mafya bozuntusu edasıyla sallayarak elini yüksek sesle söylüyor marşını:
“Mezar eşmek korkutmuyor beni pek
Ne mezarlar eştim bugünlere dek
Kırım’a, Musul’a, Kerkük’e tek tek
Ay yıldızı döşüyorum şu anda
Ay yıldız örtüsü kızıl elmanın
Özel harekâtçı bu doruğunda murat almanın
Özel harekâtçı olmanın, bozkurt olmanın
Gururunu yaşıyorum şu anda”
Arada arkadaşlarının alkışları; bravo, helal sesleri…
Kısmen doğru söylüyor. Kırım’da olmasa da; Musul’da, Kerkük’te olmasa da, ay yıldızlı bayrağı devlet adına hemen her gün içine sürüdüğü kentlerin, kasabaların duvarlarına itinayla kazıdığı fotoğraflardan malum. Benzer marşlar eşliğinde fethettikleri kentlerin, harbeye dönmüş duvarlarında aynı hınç dolu öfkenin en sinkaflı halleri, boyası kurumamış olarak hala durmakta. Üstelik altlarında “JÖH”, “Özel Tim”, “Esadullah Tim” imzalarıyla...
Sesi ve tavırları oldukça gerçekçi. Çok içten hissederek okuduğu anlaşılan marşın sözlerinde saklı itirafı. Kim bilir kaç düşmanın karnını deşmiş, bağırsaklarını boşaltmıştır. Kim bilir, açığa çıkarılmamış binlerce faili meçhulden kaçının mezarını eşmiştir şimdiye dek…
Marş, özel harekâtçı olmanın, bozkurt olmanın gururları okşayan sözleriyle alkışlar eşliğinde sona eriyor. Videonun bir mola anında çekildiği belli. Birazdan, soluklanma için verdikleri bu kısa mola sona erecek ve özel timler ateşten, baruttan ve ölümden ibaret mesailerine yeniden başlayacaklar.
Sonrası mı? Sonrası malum; sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş Cizre’nin, Silopi’nin, Nusaybin’in, Dargeçit’in duvarları delik deşik sokaklarına inecekler ve mezarlarını korkusuzca eşecekleri Kürtleri avlamaya devam edecekler… Kim bilir?
Ders mers yok! Size barış da yok!
Son resim mi?
Son resim, elinde makineli tüfek taşıyan bir ordu mensubuna ait.
Yine maskeli, yine gizlemiş yüzünü.
Arkasında çocuk hayalleriyle duvarlara iliştirilmiş rengârenk resimler, duvar kâğıtları.
Komando giysileri içinde, Atatürk portresine sırtını dayamış, üzerine “Zıpkın” yazılı kara tahtanın önünde tüm heybetiyle kameraya göz kırpmış, gözlerimizin içine dik dik bakıyor:
Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?
İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli...
Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor