24 Ocak 2016

Cizre'nin güvercinleri

Ben Hüseyin Paksoy. On altı yaşında bir çocuğum. Cizreli bir güvercinim ben. Kalbimin kuyuları şimdi bomboş

Ben Hüseyin Paksoy.

Henüz on altı yaşında bir çocuğum.

Cizreliyim.

Ailem korucu olmayı reddettiği için 1990’larda Uludere’den Cizre’ye göçmüş.

Ben o zaman yoktum. Kardeşlerimin de çoğu yoktu.

Sonra doğdum ben. Önce küçük bir çocuk oldum. Sonra büyüdüm. Şimdi gerçek bir çocuğum ben.

Bizim burada, çocuklar güvercinleri severler.

Renk renk, cıvıl cıvıl güvercinlerim var benim. Bîberî, Şekirî, Pilingî, Mizgînî güvercinlerim var. Her biri diğerinden güzel, her biri diğerinden alımlı, süslü…

Güvercinler dostumdur benim, her gün onları okşayıp severim; onlar da beni sever.

Evimizin çatısında onlar için yaptığım bir yuva var.

Her gün onlarla beraber olurum, onlarla sohbet eder, konuşurum ben.



Cizre’nin sokakları yoksuldur, dardır

 

Hüseyin Paksoy (Solda)Gördüm. Bir ara abiler hendekler kazıyordu sokaklarımızda. Bazen katıldım onlara, oyun sandım, eğlendim. Polis amcalar geldi yanımıza, siyasetçiler geldi; konuştular, hendekleri kapattılar.

Cizre’nin semalarından güvercinler eksik olmaz.

Cizreliler güvercin beslerler. Cizre’nin çocukları güvercinleri severler.

Bir gün, 12 yaşındaydı, Nihat Kazanhan’ı vurdular. Onu bir güvercin gibi avladılar! O günden sonra abiler hendekleri yeniden kazdılar.

Cizre’nin sokakları yoksuldur, dardır. Her sokağında, evlerin çatısında güvercinler vardır. Birbirinden yetenekli, tahtalı güvercinler, takla atan güvercinler…

Derken silahlar patlamaya başladı sokaklarımızda. Bütün güvercinler kanat çırptı, korktular. Benim güvercinlerim de korktu.

Bir ateş harlandı sokağımızda, komşularımız kaçtı. Bir patlama oldu, bir ateş topu düştü bizim de evimize, ailem de göçtü.

Bir tek ben kaldım. Çocuktum ama kaldım. Çünkü güvercinlerim vardı benim.

Mavili, ebruli, kahverengi; kanatları alaca, gagaları pul pul; Bîberî, Şekirî, Pilingî, Mizgînî güvercinlerim vardı benim.

Bensiz yapamazlardı onlar. Onlar için kaldım ben.

Ailem yeni gitmişti, yalnızdım. Güvercinlerime yem vermek için çatıya çıkıyordum; gök gürledi, yer yarıldı bir akşam! Serseri bir şarapnel parçası yaraladı beni, ayağımdan...

 

Yaralıyım…

 

Ben Hüseyin Paksoy.

Henüz on altı yaşında bir çocuğum ben.

Yaralıyım.


Bir yangın coğrafyasından göç etmiş, on üç çocuklu ailenin altıncı çocuğuyum ben.

Damarlarımda akan kanı bile çekincesiz paylaşacak cesaretim var benim.
Keklikten, kuştan, karıncadan bile sakınmadığım merhametim var benim.

Ama şimdi yaralıyım.

Ayağımdan, üç yerinden vurulmuşum.

Bağladım yaramı, ama yine de kan sızıyor incecikten.

Damarlarımdaki kan ağır ağır boşalıyor.

İnce bir perde iniyor gözlerime, giderek kırmızıdan siyaha bulanıyor.

Yavaş yavaş çekiliyor damarlarım.

Aklım bir gidip bir geliyor.

Ürkek bir güvercin tedirginliğiyle bekliyorum.

Yıkılmış avlusunda evimizin, yaralı bir güvercinim ben.

Hüseyin Paksoy’un ben.

On altı yaşındayım.

Vurulmuşum.

Yaralıyım.

 

Cizre’nin güvercinleri yaman olur

 

Güvercinlerim var benim.

Çünkü, Cizreli çocuklar güvercin beslerler. Cizre’nin güvercinleri yaman olur; Kevoka Sipî, Simsipî; Kevoka Mizgînî, Kevoka Pilingî, Kevoka Şekirî, Kevoka Bîberî (*)

Bir gün daha geçti evimizin avlusunda.

Bir gün daha çekildi canım.

Bir gün daha güvercinlerime yem veremedim, onları besleyemedim.

Ay büyüdükçe büyüdü üzerimde, top sesleri kesilmedi, beyaz bir örtüye büründü Cizre.

Telefonlar kilitlendi benim için. İmdat çığlıklarım dolaştı bütün dünyayı.

Uzadıkça uzadı, bana bir ambulans gönderip göndermemek üzerine olan tartışmalar.

Nice duyurular yapıldı, kampanyalar açıldı benim için…

Oysa ben oradaydım!

Sokaklarına çıkılması yasak bir şehrin ortasındaydım; beyaz bir dolunayın altında,  yıkık bir duvarın arkasındaydım!

Bekliyorum…

Ilık bir şeyler yürüyor bedenime. Kesik kesik alarak veriyorum nefesimi; hareket etmiyor, hissetmiyor, acı duymuyorum; gözlerim kapanıyor, parmaklarım soğuyor, giderek daha çok üşüyorum… 


Ölüyorum…

 

Ben Hüseyin Paksoy.

Henüz on altı yaşında bir çocuğum.

Ben bir güvercinim.

Üç gündür buradayım; yaralıyım, yatıyorum.

Güçsüzüm. Kanadım kırık, uçamıyorum. Bir güvercin tedirginliğinde bekliyorum.

Damarlarımdaki kan şimdi daha yavaş.

Gözkapaklarımın üzerindeki karanlık daha ağır.

Uyumak istiyorum.

Güzel düşlerimin gözesi, beynimdeki bütün hücrelerim hızla tükeniyor.

Henüz yaşamaya doyamadığım hayat, yavaş yavaş çekiliyor damarlarımdan.

Güvercinlerimden ses yok!

Ama çatıdalar, biliyorum.

Kapılarını açtılar mı acaba?

Yemini, suyunu verdiler mi?

Kanatlarından okşayıp sevdiler mi?

Uzun süre, kapalı kalmayı hiç de sevmez, sıkılmıştır şimdi BÎberî.

Kapısı açılınca ilk işi omzuma konmak olurdu, havalanıp uçmuş mudur Mîzgınî? Beni göremeyince şaşırıp korkmuş mudur? Panik içinde bir tur atıp yuvasına geri sokulmuş mudur?

Annem nerede, kardeşlerim nerede, oyun arkadaşlarım neredeler?

Niye burada yapayalnızım şimdi?
 

Duyuyorum, televizyon kanallarında, ölümleri yarıştırmakla meşguller şu an büyüklerimiz; bir asker ölüsü kaç leşe bedel; ya da bir polisin çocuğu,  kaç ölü Kürt eder? Program sunucuları reyting peşinde, rejiyse sesi kısmak için tetikte!

Adım panellerde geçiyor durmadan.

Oysa soluğum tükenmekte benim, ölüyorum...

Sessizce yaklaşan bir ölümün soğuk nefesini duyuyorum damarlarımda.

Biliyorum, annem beni duymuştur, ama gelemedi.

Beni duymuştur mutlaka babam, gelemedi…

Kardeşlerim de beni duymuşlardır, onlar da gelemediler.
Sokaklarımda bir ateş yağmuru var, aşamadılar.
Bir ölüm çemberinde evimiz, geçemediler.

155'i de çok aradılar ama gelen olmadı!

Güvercinlerim nerede şimdi?

Mîzgın'i nerede? Pîlıngî ne yapıyor? Ya Şekerî?

Takla atıyor mudur acaba bensiz? Ben yokum diye küsmüş müdür Bîberî?

Akacak bir damla kanım bile kalmadı artık.

Gözlerime kalın, siyah bir perde iniyor.

 

Bir terörist daha öldürüldü diyecekler

 

Beni kimse duymadı. Beni ajanslar, gazeteler, televizyonlar görmedi.

Biliyorum öleceğim…

Biliyorum, ben öldükten sonra, daha önce görmeyen manşetler beni görecekler!

İri puntolarla haber yapacaklar beni. Bir terörist daha öldürüldü diyecekler; ya da teröristler tarafından vuruldu! Kan kaybından öldü diyecekler benim için.

Yıkık bir duvarın arkasında günlerce yalnız kaldım ben.

Sahipsiz bir güvercin gibi ateşten bir kafesin içinde sıkışıp kaldım ben.

Benzim soldu, nefesim kurudu; bakışlarımdaki o son yaşama pırıltısı da ağır ağır söndü.

Öldüm ben!

Öldüm!

 

Öldüm!

 

Ben Hüseyin Paksoy.

On altı yaşında bir çocuğum.

Cizreli bir güvercinim ben.

Kalbimin kuyuları şimdi bomboş.

Can suyum boşaldı gözelerimden, yaram akmıyor.

Soğuk, ölü bir bedenden ibaretim ben.

Birazdan beni kucaklayacaklar, üç günde gelemeyen bir ambulansa taşıyacaklar beni.

Belki üstüne bırakacakları bir sedye bile olmayacak. Ya bir battaniyeye saracaklar beni, ya da bir bez parçasına.

Ölü bir bedenim ben.

Muhtemelen, başhekimlik kapısında zırhlı bir araç bekliyor olacak hastanenin. Silahlı, öfkeli polis amcalar eşliğinde içeri alacaklar beni.

Ama artık geç!

Korkmaya gerek yok, tehlikeli değilim ben.

Çünkü Cizreli bir ölüyüm ben.

Yalnızca kimliği teşhis edilmek üzere bekleyecek bir cesedim.

Hastane morgunun panosunda asılı, bir tablonun ölüler hanesinde, sadece bir rakamdan ibaretim artık ben.

Nefes almıyor, kımıldamıyor, hissetmiyorum…

Ben öldüm!

 

Panelleriniz bana soluk olamadı

 

Telaşa gerek yok artık, rahat olun.

Gece yarılarına kadar süren panelleriniz bana soluk olamadı.
Açık oturum ve tartışmalarınız, beni hayattan koparıp alan o lanetli kör düğümü çözmeye yetmedi.

Beni, o yalan kokan demeçleriniz öldürdü; basın bültenleriniz, bildirileriniz, o bitmek bilmeyen görüşmeleriniz öldürdü beni. O kapkara kalbiniz, iki cihana sığmayacak sahteliğiniz öldürdü beni…

Duvarları paramparça bir evde günlerce yalnızdım. Nefesim giderek daralıyor soluk bir perde iniyordu gözlerime, korkuyordum! Yüreğime inen sessizlikten, seslerden, duvarları delip geçen o gümbür gümbür top seslerinden. İşte beni o sesler öldürdü!

Sıra sıra tanklar dizilmişti şehrimin sınırlarına, namluları evlerimize dönmüştü, bombalar düşüyordu çatılarımıza. Günlerce kanat çırpmış, ürkmüştü bütün güvercinler. Sokaklarında nice oyunlar oynadığım şehrim sahipsizdi. Beni en çok da işte bu sahipsizlik öldürdü!

Saatlerce yattım orada. Kırıldı kanadım, uçamadım. Günlerce bekledim... Koca bir ülke sustu, cümlesi bekledi. Damarlarımdaki son damla kan boşalıncaya dek beklediler; özümü aldılar canımdan, kıydılar canıma benim! Beni hep beraber, el birliğiyle öldürdüler!

 

Kimse görmedi beni, duymadı çığlığımı! Kalpleri kör, vicdanları sağır, ruhları köle ajansların yalan yanlış haberleri öldürdü beni!

 

Beni gazete manşetleri, televizyon haberleri, eğlence programları öldürdü.

Benim için adalet aradılar saraylarda, mahkemelerde. Kanunlara başvurdular, anayasa mahkemelerine, insan hakları mahkemelerine…

 

Ömrümün tazecik baharından kopardılar

 

Beni kanunlar öldürdü oysa! Politikacılar, vekiller, bakanlar ve başbakanlar… Beni, onların dilime ve kimliğime olan soğukluğu öldürdü oysa. Öyle uzaktım ki onların şehirlerine, kaybolup gitti feryadım büyük kentlerin ufuklarında.

Beni büyük şehirlerin bana olan uzaklığı öldürdü!

Küçük bir ilçenin daracık sokağında, evimdeyken vurdular beni. Ömrümün tazecik baharından kopardılar, güvercinlerimden ayırdılar beni.

Ölümle burun buruna yarışan o cılız nefesim işitilmedi benim. İnsan hakları örgütleri hep meşguldüler. Uluslararası toplum ise çaresiz! Hep tereddütlüydü, kâğıt üzerinde kaldı AİHM’in kararları, yetişemedi imdadıma. Beni büyük insanlığın o büyük umursamazlığı öldürdü!

Bir şehrin orta yerinde yavaş yavaş öldürdüler beni.

Bana, semalarında özgürce kanat çırpacağım mavi bir gökyüzünü çok gördüler; hayallerimle büyüyeceğim bir ülkeyi… Beni yaşama kavuşturacak bir ambülansı; ambulansa yol verecek iki kelimeyi; hayata bağlayacak küçük bir nefesi...

Bana yaşamayı çok gördüler…

Ben Hüseyin Paksoy.

On altı yaşındayım.

Cizreli bir güvercinim ben.

Beni bile bile öldürdüler!

Ölü bir güvercinim şimdi ben.


(*) Kekova: Kürtçe’de güvercin demek.

Sipî, Simsipî, Mizgînî, Pilingî, Şekirî, Bîberî ise sırasıyla; beyaz, bembeyaz, posta, kaplan, şeker, biberli olarak güvercin türleri.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor

"
"